Hayatın Her Karesinde Hamd Olmalı
Allah Resûlü'nün (aleyhissalâtü vesselam) nurlu beyanlarına bakıldığında, hayatın her safhasında bizim hamd ü şükür ameliyesine çağrıldığımızı görürüz. Mesela, "Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez. Halka teşekkürde bulunmayan Allah'a da şükretmez." (Tirmizî, Birr 35; Ebu Dâvud, Edeb 12; Ahmed b. Hanbel 6/278, 375) hadis-i şerifini bu açıdan mülâhazaya alabiliriz.
Bu ve benzeri beyanlardan teşekkür etmeye kendimizi alıştırmamız istendiği anlaşılmaktadır. Bundan dolayı yapılan en küçük bir iyilik karşısında dahi ihmal etmeksizin teşekkürde bulunmamız gerekir. Mesela bir bardak çay ikram edildi hemen teşekkür etmeliyiz. Veya bir tebessümle karşılaştık, "Kardeşim! Allah razı olsun, şu an böyle bir inşiraha ihtiyacım vardı." deyip yine teşekkürlerimizi sunmalıyız. Böylece en küçük bir centilmenlik karşısında dahi teşekkürde bulunarak onu tabiatımıza mâl etmeliyiz.
Elbette ki bütün nimetlerin hakiki sahibi Allah'tır (celle celâluhu). Ancak o nimetin bize ulaşmasında vesile kıldığı tablacıyı da unutmamalıyız. Böyle bir teşekkür onun hakkıdır. Evet, teşekkürü, bir yönüyle yediğimiz içtiğimiz, tabiî ve beşerî olarak yerine getirdiğimiz fiiller türünden hayatımıza tatbik edebilirsek, o zaman teşekkür mevzûunda hiç kusur etmez ve etrafımıza sürekli teşekkürler yağdırır dururuz. Teşekküre bu ölçüde kendini alıştırmış bir insan da, Mün'im-i Hakikî'den gelen nimetler karşısında elbette körler-sağırlar gibi davranmaz, lütuf ve ihsanları çok ciddî bir heyecanla karşılar; karşılar ve Allah'a şâyeste, Mün'im-i Hakikî'ye yakışır bir mukabelede bulunmaya çalışır. Onun hayaliyle yaşar, o ufku yakalayabilmek için her fırsatı değerlendirir ve sürekli minnet ve şükran hisleriyle dolup dolup boşalır. Hatta kalb ve zihnine hutûr eden güzel tahayyül ve tasavvurların bile teşekkür isteyeceği mülâhazasıyla hareket eder, hayatını hamd ve şükür ekseninde örgüler.
Hamd Sancağı
Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) bir hadis-i şeriflerinde; "Ben, Hazreti Âdem evladının efendisiyim, bunda fahr yok. Kıyamet günü elimde 'Hamd Sancağı' bulunacak, bu da bir fahr değildir. O gün gerek Hazreti Âdem, gerek diğer bütün peygamberler benim sancağımın altına sığınacaklardır." (Tirmizî, Menakıb, 1) buyurarak Livau'l-hamd'in kendisine verileceğini ifade etmiştir. Livau'l-hamd'e; hamd bayrağı, hamd sancağı denilebileceği gibi, hamd alemi de denilebilir. Çünkü alem, bir alamet ve emâre demektir ki, bayrak ve sancaktan daha öte bir mânâ ifade eder.
Dünyada Hazreti Ahmed ü Mahmud u Muhammed'in (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) rehberliğinde olan ümmet-i Muhammed, hayatlarını hamdle geçirdiklerinden dolayı, ahirette de Livau'l-hamd'le şerefyâb olacaklardır. Çünkü insan hangi yolda yürürse, varacağı istikamet de ona göre bir yer olacaktır. Bundan dolayı hep hamd etrafında dönüp duran, hamd güzergâhında yürüyen, sürekli hamd gören, hamd konuşan, hamd soluklayan, hamdle oturup kalkan kimselerin varacakları yer de Livau'l-hamd'dir.
Biz her ezan sonunda gökler ötesi sadaya, bu ilahî çağrıya bir yönüyle hem cevab-ı savap veriyor, hem de Peygamber Efendimiz'e (aleyhissalâtü vesselam) Makam-ı Mahmud'un verilmesini: "Ey bu kâmil davetin ve kılınacak namazın Rabb'i olan Allah'ım! Efendimiz Hazreti Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) "vesîle"yi (en büyük kurbet makamı), Cennet'e ve ötesine ulaşmayı lütfet ve O'nu, kendisine vaatettiğin Makam-ı Mahmud'a ulaştır." duasıyla bir kez daha dile getiriyoruz.
Hammadûn Ümmeti
Kur'ân-ı Kerim hamde çok önem veriyor, Peygamber Efendimiz'in (aleyhissalâtü vesselam) nam-ı celili "hamd" kökünden geliyor, ahirette buluşma noktası ve varacağımız yer olarak hamd otağı gösteriliyor ve bütün bunlarla birlikte ümmet de, "Ümmet-i Hammadûn" (Hilyetü'l-Evliya, 5/386; Hasaisü'l-Kübra, 1/20) olarak tavsif buyuruluyor. Ancak zannediyorum bu beyan-ı nebevîyi hem bir müjde ama aynı zamanda hem de bir gaye-i hayal, bir hedef olarak okuyup anlamamız gerekiyor. Şöyle ki, bilindiği üzere "hammad" kipi mübalağa sigasıdır. Yani şuur ve derinliğine inmeden, ara sıra "hamd"i hatırlayan ve sadece lafzî olarak "el-hamdülillah" deyip geçen kimseler için bu siga kullanılmaz. Hammadûn ümmeti öyle hamde kilitlenmiş insanlardır ki, Efendimiz'in (aleyhisselatü vesselam) dualarında da geçtiği üzere onlar yatıp kalkarken hep "el-hamdülillah" der, oturur kalkar Allah'a hamd eder, hamdle nefes alır verir ve ömürlerini derin bir şuur ve idrak içinde hamd atkısı üzerinde örgülerler. İşte bu seviyedeki bir hamdin ümmetin bütün fertlerinde bulunduğunu söyleyemiz; ancak umumî mânâda bu ümmetin hammadûn potansiyeli taşıdığı müjdesini de mezkûr beyan-ı nebevîden istihrac edebiliriz.
O zaman bize düşen bilkuvve mazhar bulunduğumuz hamd duygu ve düşüncesini hayatımıza taşıma ve hammadûn ufkunu yakalama gayreti içinde olmaktır. Biz bu dünyada, bize ulaşan-ulaşmayan bütün nimetleri ruh ve vicdanımızda duymaya çalışır, onlar karşısında iki büklüm olur, "hamd"le gözümüzü açar kapar, hamdle nefes alır verir ve sürekli artan bir hamd ü şükran duygusuyla hayatımızı dolu dolu geçirirsek, ötede de Makam-ı Mahmud Sahibi'nin (aleyhissalatü vesselam) vesayetinde, Hamd Sancağı'nın gölgesi altında "hammadûn ümmeti"nin bir ferdi olarak tali'imize tebessümler yağdırırız. Rabb'im hepimizi bu müjde ve mazhariyete erenlerden eylesin! Âmîn!
- Gerek Kur'an-ı Kerim'e gerekse Allah Resûlü'nün (aleyhissalâtü vesselam) nurlu beyanlarına bakıldığında, hayatın her safhasında bizim hamd ü şükür ameliyesine çağrıldığımızı görürüz.
- Dünyada Efendimizi'n rehberliğinde, hayatlarını hamdle geçiren talihliler, ahirette de Livau'l-hamd (hamd sancağı) ile şerefyâb olacaklardır.
- Bu ümmet öyle hamde kilitlenmiş insanlardır ki onlar, yatıp kalkarken hep "el-hamdülillah" der, oturur kalkar Allah'a hamd eder, hamdle nefes alır verir ve ömürlerini derin bir şuur ve idrak içinde hamd ile örgülerler.
Kuvve-i şeheviye ve iffet
Tİslâm ahlakçıları insanda üç temel duygunun bulunduğunu söylemiş; belli ölçüde de olsa hakikatleri görüp, fayda ya da zarar getirecek şeyleri birbirinden ayırma melekesine "kuvve-i akliye"; kin, hiddet, kızgınlık ve atılganlık gibi hislerin kaynağı sayılan güce "kuvve-i gadabiye"; arzu, iştiha ve cismânî hazların menşei kabul edilen duyguya da "kuvve-i şeheviye" demişlerdir.
Kuvve-i şeheviye'nin, hayâ hissinden tamamen sıyrılarak her türlü cürmü işleyecek kadar kayıtsız kalma şeklindeki ifrat hâlini "fısk u fücûr"; helal nimet ve lezzetlere karşı dahi hissiz ve hareketsiz kalma durumunu da "humûd" olarak isimlendirmişlerdir. Kuvve-i şeheviye açısından istikamet ve itidal üzere bulunarak, meşru dairedeki zevk ve lezzetlere karşı istekli davranmanın yanı sıra, gayr-i meşru arzu ve iştihalara iradî olarak kapalı kalma tavrını ise "iffet" kelimesiyle ifade etmişlerdir. Bu zaviyeden iffet, umumî manasıyla, iradenin gücünü kullanarak cismanî ve behimî arzuları kontrol altına almak, zinadan ve sefihlikten uzak durmak demektir.
Kur'an-ı Kerim, iman edenlerin iffetli, hayâlı ve edep yerlerini koruyan insanlar olduklarını nazara vermiş (Mü'minûn, 23/5-7); iffetli yaşamanın mükafatı olarak Allah'ın mağfiretini ve ahiret sürprizlerini müjdelemiş (Ahzâb, 33/35); mevzunun önemine binaen kadınları ve erkekleri ayrı ayrı zikrederek bütün mü'minlere iffetli olmalarını ve iffetsizlik için bir giriş kapısı sayılan haram nazardan kaçınmalarını emir buyurmuştur (Nur, 24/30-31). Ayrıca, Hazreti Yusuf ve Hazreti Meryem gibi iffet abidelerini misal vererek inananlara hayâ ve ismet ufkunu göstermiştir.
Evet, Hazreti Yusuf aleyhisselam, vezirin hanımından gelen bir günah çağrısı karşısında "Ya Rabbî! Bu kadınların beni dâvet ettikleri o işten zindan daha iyidir." (Yusuf, 12/33) diyerek, iffetine toz kondurmaktansa senelerce hapiste yatmayı göze almış ve kıyamete kadar gelecek olan bütün ehl-i imana bir hayâ timsali olmuştur.
Cenâb-ı Allah'ın, "İffet ve namusunu gerektiği gibi koruyan Meryem'i de an. Biz ona rûhumuzdan üfledik, hem onu, hem oğlunu cümle âlem için bir ibret yaptık." (Enbiya, 21/91) diyerek yücelttiği Hazreti Meryem de bütün insanlık için tam bir iffet örneğidir. Öyle ki, temiz ve nezih bir atmosferde, iffetli ve şerefli bir şekilde yetişen Meryem validemiz, o paklardan pak mahiyetiyle adeta mücessem iffet haline gelmiştir. Bundan dolayıdır ki, Hazreti İsa'nın doğumunu dile dolayan bazı diyanet mensuplarının yakışıksız sözleri karşısında bin bir ızdırapla, "Keşke bu iş başıma gelmeden öleydim, adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım!" (Meryem, 19/23) diye inlemiştir.
İffetin bu umumî manasını hatırda tutmakla beraber, onu daha geniş ve şümullü olarak ele almak da mümkündür. Bediüzzaman hazretlerinin, "Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur." şeklinde dile getirdiği ölçüye göre iffet, meşru daire içinde yaşayıp gayr-i meşru sahaya nazar etmeme, el uzatmama, adım atmama demektir. Dolayısıyla, iffetli bir insan, göz, kulak, el, ayak gibi bütün âzâların helal dairedeki lezzetleriyle iktifâ etmeli, hiçbir şekilde ve hiçbir yolla haram işlememeli, izzet ve haysiyetine dokunacak durumlardan da sakınmalıdır.
Haftanın Duası
Ey bütün cebbar ve gaddarları azametinin dizginleriyle dizginleyip durduran, yüce dinimiz İslam'a ve kemerbeste-i ubudiyetle ona yürekten bağlanmış Müslümanlara kinle, nefretle düşmanlık besleyenleri kudretiyle ihata eden Yüceler Yücesi Rab! Sen'den, sırf Sana inandıkları için, inanan kullarına adavet besleyen insafsız ve yola gelmez kimselerin ağızlarına gem vurmanı, ellerine kelepçe geçirmeni, ayaklarına zincir takmanı istiyoruz.. biz masum ve garip kullarına merhamet buyur da, bize karşı kin ve nefret duygularıyla oturup kalkan hasetçilerin menfur emellerine ulaşmalarına müsaade etme..
Sözün Özü
Helâl şeylere aşırı muhabbet küfre sebebiyet vermez. Ancak, insan bazı şeylere alışınca o yolla gelen suistimallerin açacağı başka kapılar olabilir. Bu hususta Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha'da 'Mütrefin' diye bir zümreden bahsedilir.
Bunlar yemesinde-içmesinde, yatmasında-kalkmasında aşırı aristokrat davranan insanlardır. Allah, bir beldeyi helâk etmek istediğinde o beldenin kaderine, mütrefini hâkim kılar deniyor. Dolayısıyla yemeyi-içmeyi, yatmayı gâye-i hayat hâline getirmiş insanlar, ilâhî tehdide sebep teşkil ediyor olabilirler.
- tarihinde hazırlandı.