İnsanı Allah’tan uzaklaştıran ilim
Soru: İlim hakkında rivayet edilen
مَنِ ازْدَادَ عِلْمًا وَلَمْ يَزْدَدْ في الدُّنْيَا زُهْدًا لَمْ يَزْدَدْ مِنَ اللهِ إِلَّا بُعْدًا
“Dünyada kimin ilmi arttıkça zühdü de artmazsa, onun sadece Allah’tan uzaklığı artar.” (el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 6/52)
hadis-i şerifinin vermiş olduğu dersler nelerdir?
Cevap: İnsanı Allah’a ulaştıran yollar mahlûkatın solukları sayısıncadır. Çünkü her bir insan farklı istidat ve kabiliyetlere sahiptir. Buna göre bazı hassas tabiatlar, Hakk’a ulaştıran yollar içinde en önemli güzergâhın aşk olduğunu söylemişlerdir. Bu aşk yolcularından kimi; “Yâ Rab, belâ-yı aşk ile kıl âşina beni, / Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni!” (Fuzulî) deyip inlemiş, bir başka gönül eri; “Öyle bir dildâre dil ver eyleye dilşâd seni, / Öyle bir dâmeni tut ki ede ber-murâd seni!” (Alvarlı Efe) sözleriyle aşk yolunu nazara vermiş, bir diğer aşk kahramanı ise; “Zahidin gönlünde Cennet’tir temenna ettiği, / Ârif-i dilhastenin gönlündeki dildârıdır.” (Şeyh Galib) mısralarıyla âşığın iç dünyasının resmini ortaya koymuştur.
Ancak hak ve hakikat yolcularından bazıları da zühd yoluyla Allah’a ulaşmaya çalışmış ve diğerlerine nazaran bu yolun daha önemli olduğunu düşünmüşlerdir. Zühd bir yönüyle dünya ve içindekileri terk etme ve dünyadan istifadeyi ihtiyaç ölçüsüyle sınırlama demektir. İnsan elbette mevcudiyetini devam ettirebilme adına yeme, içme, uyuma gibi bedene ait ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Fakat hayatını zühd çizgisinde yaşamak isteyen bir insan, gaflete sürükleyeceği düşüncesiyle dünyanın bu tür nimetlerinden doyuncaya kadar istifade etmek istemez. O, “Tatmaya izin var, doymaya izin yok.” (Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.38 (Sekizinci Söz); Nur’un İlk Kapısı s.17) sözünü kendine rehber edinir.
Tedebbür, tezekkür ve tefekkür yoluyla Allah’ı tanımaya çalışan bazı mütecessis ruhlar ve kemâl erbabı ise, sürekli eşya ve hâdiseleri hallaç etmiş, kâinat kitabını okumuş, bu kitapla Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân arasında koordinasyonlar kurmuş ve bu iki kitabı sürekli birbirinin merceği, projektörü veya rasathanesi altında temâşâ etmeye çalışmışlardır.
Taklit vadilerinde yolunu şaşıranlar
Bütün bunların dışında henüz sûrî ve şeklî yaşamaktan sıyrılamamış, taklidin esiri kullar vardır ki, bunların yol alması, mesafe kat etmesi oldukça zordur. Atalarında gördüklerini taklit etmeleri açısından onların durumu,
حَسْبُنَا مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ أٰبَاءَنَا
“Atalarımızı ne yol üzerinde bulmuşsak, o bize yeter!” (Mâide sûresi, 5/104)
diyen kâfirlerin durumu gibidir. Bu hâlde bulunan bir insan ise kendi kendine “Acaba bir kilisenin haziresinde neş’et etmiş olsaydım, akıl, mantık ve muhakememi kullanarak şu hâlihazırdaki yarım yamalak Müslümanlığı elde edebilir miydim?” diye sorması gerekir. Gerçi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğine bağlanarak taklidî imanın da makbul olduğunu; yani atalarında gördüğünden dolayı “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyen, babası gittiği için onun yanında camiye giden, Ramazan ayında babaannesi oruç tuttuğu için oruç tutan insanların da kurtulacağını söylemişlerdir.
Mehdi enflasyonu
Aslında taklit adına söylenen bu hususlar bizim neslimizi resmetmektedir. Çünkü hiçbirimiz bugün inandığımız hakikatlere, öz beynimizi burnumuzdan kusarak ulaşmadık. Hiçbirimiz geceleyin yataklarımızı terk edip delice koridorlarda dolaşıp Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) amcası Zeyd İbn Amr gibi, “Allah’ım seni istiyorum.” (Bkz.: Buhârî, menâkıb 24; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/54) demedik. O’nu bulma adına delice bir takibe koyulmadık ve hep taklitle avunduk. Hele bir de bazıları kalkıp bizim Müslümanlığımızı alkışladı ve biz de kendimizi bir şey zannettiysek işte o zaman bütün bütün aldandık. Hatta bir kısım zavallılar alkış ve takdirler karşısında kendilerini popülizme saldı ve bunun sonucunda her yerde bir sürü mehdi zuhur etti. Asrımızda o kadar çok mehdi zuhur etti ki, “mehdi enflasyonu”nun yaşandığını söylesek mübalağa etmiş olmayız. Evet kimileri, kendilerinin sıradan bir mü’min olup olmadığının dahi muhasebesini yaparken, bazıları da kendilerini bir hamlede insanlığı kurtaracak, bir nefhada Kayserleri, Kisraları yere serecek kahramanlar olarak gördüler. Gerçekte ise bunların her birisi hakkıyla Allah’ı tanımayan, Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) bilmeyen, Râşit Halifelerden ve sahabe efendilerimizden habersiz yaşayan taklidin zavallı kullarıydı. Bunlar nerede olduklarını, düz yolda dahi nasıl yaya kaldıklarını bilmediklerinden ötürü, yol almaları da çok zordu.
Hâlbuki inanan bir gönül, Zât-ı Ulûhiyet’i bilme, mârifet ve muhabbet deryalarına yelken açma adına sürekli tefekkür ve tezekkürde bulunmalı ve hiç doyma bilmeden yoluna devam etmelidir. Kendisine sunulan maârifet kâseleri karşısında;
Bak şu gedânın hâline,
Bende olmuş zülfün teline,
Parmağım aşkın balına,
Bandıkça bandım, bir su ver!
demelidir. Deniz suyu içerek susuzluğunu gidermeye çalışan bir insan gibi, içtikçe içmelidir. O, bir taraftan derinlemesine mârifete yelken açarken diğer taraftan da şu mülâhazalardan hiç ayrılmamalıdır: “Eğer ben gerçekten duyulması gerekli olan şeyleri duysaydım; “Biliniz ki kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur ve itminana kavuşur.” (Ra’d sûresi, 13/28) hakikatini idrak etseydim; “Ne mutlu iman edip de makbul ve güzel işler yapanlara! Eninde sonunda dönüp gidilecek güzel yurt onların olacak.” (Ra’d sûresi, 13/29) müjdesini rasat edebilseydim, Cenab-ı Hak ile daha derin bir irtibata erecek, sürekli aşk u iştiyak nağmeleri seslendirecek, mü’minlere karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirecek ve bütün mahlûkata engin bir şefkatle nazar edecektim. Demek ki ben hâlâ yerlerde sürüm sürümüm.”
Sığ görün derin ol!
Zaten gerçek kulluk, fevkalâde yüksek gayretle fevkalâde tevazuu cem edebilmektir. Evet insan, bir taraftan öyle yukarılara çıkmalıdır ki, melekler ona baktıkları zaman, “Hayret! Cisim ve bedenden mürekkep bir varlık ama nasıl oluyor da meleklerle aynı ufku paylaşıyor veya onların önünde kanat çırpıyor!” demelidir. Ama aynı zamanda bu kişi kendisini hiçlerden hiç görebilmelidir. Ona, “İmzanı at!” dediklerinde hiç düşünmeden çok rahatlıkla “hiç” yazabilmelidir.
Kemâli bihakkın idrak etme açısından İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha büyük bir insan yoktur. Buna rağmen O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’a şöyle yalvarmıştır:
اجْعَلْنِي فِي عَيْنَيَّ صَغِيرًا وَفِي أَعْيُنِ النَّاسِ كَبِيرًا اَلّٰلهُمَّ
“Allah’ım, beni benim gözümde küçük göster! (Misyonum itibarıyla) beni insanların nazarında ise büyük göster.” (el-Bezzâr, el-Müsned 10/315; ed-Deylemî, el-Müsned 1/473)
Bir hak dostu, bu duayı biraz değiştirerek kendi hesabına şöyle der:
اَلّٰلهُمَّ اجْعَلْنِي فِي عَيْنَيَّ صَغِيرًا وَفِي دِينِي كَبِيرًا
“Allah’ım, beni benim gözümde küçük, dinimde ise derin kıl!”
İnsan bir taraftan kendisini minnacık, bir sinek kanadı kadar görmeli ama dinî derinlik açısından da şöyle demelidir: “Allah’ım, beni öyle bir dinî mükemmeliyete ve öyle bir dinî donanıma ulaştır ki, dinime ait varidatım, bütün insanlığa dağıtıldığında hepsinin Cennet’e girmesine kâfi gelsin!” Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Maiz hakkında, “O, öyle bir tevbe etti ki, onun bu tevbesi Medine’de 70 insana dağıtılsaydı, hepsine yeterdi.” buyurmuştu. Çünkü o, hiç kimsenin bilmediği ve görmediği bir yerde bir günah işlemiş, bu günahın pişmanlığı neticesinde Allah Resûlü’ne gelerek, aklanmak istediğini söylemişti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu dört defa geri çevirdiği hâlde, o her defasında ölümü göğüsleme pahasına tekrar geri gelmiş ve aynı isteğini tekrar etmişti. Kendisine had tatbik edildikten sonra da, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hem bir hakikati beyan hem de onun hakkında suizan edilmesinin önüne geçme adına, yukarıdaki sözlerini söylemişti. (Bkz.: Müslim, hudûd 22; Ebû Dâvûd, hudûd 24, 25)
Evet insan, iman, mârifet, muhabbet, zevk-i ruhani, aşk u iştiyakta sabitkadem olma mevzuunda sürekli derinleşmeye çalışmalıdır. Fakat bunun yanında insan, kendisini sığlardan sığ görmelidir. Zaten insan gerçekten bir kalb derinliğine ulaşmışsa, kendisini insanların en hakiri görecektir. Bunun mefhum-u muhalifi ise şudur: Şayet bir insan kendisini insanların üstünde görüyorsa, gerçekte o, insanların en bayağısı ve zavallısıdır. Bu kişi ister mü’min, ister münafık, isterse de kâfir olsun, netice değişmez.
“İlim kendin bilmektir”
Hayalinde kendisi için yüce payeler kurgulayan, “Ben galiba önemli bir misyonu eda etmek ve insanlığın elinden tutarak onları evc-i kemâlâta çıkarmak için dest-i kudret tarafından hususî bir donanımla gönderilen özel bir insanım.” mülâhazasını taşıyan bir insanın gerçekte sinek kanadı kadar bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Çünkü büyüklüğün alâmeti tevazu ve mahviyettir. Küçüklüğün alâmeti ise tekebbürdür. (Bkz.: Bediüzzaman, Münâzarat s.64.)
İşte asıl mârifet de insanın sahip olduğu ilmini bu mülâhazalarla taçlandırabilmesidir. Bu da, kemâl yudumlamış, olgunluğa ermiş ve nazarî bilgisini aksiyon hâline getirebilmiş insanların işidir. Alvarlı Efe Hazretleri, günde altı saat minderde oturup ilimle, sohbet-i Cânan’la meşgul olmasına, Zât-ı Ulûhiyet’in nâm-ı celili anılınca beti benzi atmasına rağmen yine de,
Ne ilmim var ne a’mâlim
Ne hayr u tâate kaldı mecâlim,
Garîk-i isyanım, çoktur vebâlim,
Aceb rûz-i cezâda nola hâlim.
derdi.
Yunus Emre de;
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendin bilmezsen,
Ya nice okumaktır.
demiştir.
Yoksa meseleyi elin-âlemin takdirine bağlayan insanların, bulunduğu yerin bir adım ötesine geçebilmeleri mümkün değildir. Böyle insanlar hakkında başkalarının, “Falan kişinin maşallahı var! Nasıl da insanlara yardımcı oluyor, yol gösteriyor ve onları içine düştükleri bataklıktan çıkarıyor.” türünden sözler söylemelerinin de onlara hiçbir faydası olmayacaktır. Sorudaki hadis-i şerif müvacehesinde değerlendirecek olursak, şayet bir mü’min ilmi ve bilgisi arttığı hâlde dünyayı ve içindekileri elinin tersiyle itemiyor, hâlâ dünya ile oturup kalkıyor, dünya deyip onun arkasından koşuyor, bir pâye elde ettiğinde hemen gözünü daha yukarısındaki bir pâyeye dikiyor ve ihraz etmiş olduğu dünyalıkları elinden kaçırmamak için ölüp ölüp diriliyorsa o, başka değil ancak Allah’tan uzaklaşmış demektir.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.