Dinî duygu ve düşüncede derinlik
Soru: Dinî duygu ve düşüncede derinleşme ne demektir? Böyle ulvî bir hedefe nasıl ulaşılır?
Cevap: İnsanlarda dinî duygu ve düşünce, öncelikle telkinle başlar, sonra da taklitle benimsenir ve yaşanmaya devam eder. Belki hepimizin mebde-i hayatına inilse, çocukluk dönemine gidilse bir ilmihal bilgisi mahiyetinde Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere imanın yanında kelime-i şehâdet getirmek, namaz, oruç, zekât ve hac gibi dinin temel rükünlerinin bizlere telkin edildiği, bizim de onları taklitle alıp zamanla benimsediğimiz görülür.
Usûlüddin uleması (kelâmcılar), bu şekilde taklitle kazanılan inancın bile insanı kurtaracağını söylemiş ve bunu ıstılahî ifadesiyle, “Taklidî iman makbuldür.” (Bkz. et-Teftâzâni, Şerhu’l-Mekâsıd 2/264; Mütercim Asım efendi, Merehu’l-meâli fi şerhi’l-Emâlî s.155) şeklinde ifade etmişlerdir. Fakat her ne kadar böyle denmiş olsa da, inkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında imanın ayakta kalabilmesi için taklitle benimsenen bu mülâhazaların, daha sonra altlarının doldurularak sağlam bir blokaja oturtulması ve içte hazmedilip sindirilmesi gerekir. Zira taklit, nazarînin başlangıç noktası olarak mebdede bir vazife eda etse de, onunla elde edilenlerin kalıcı hâle gelmesi tahkikle mümkündür. Mesela anne babalarımız, bize Allah’ın varlığı ve birliğiyle alâkalı ilk nazarî bilgileri telkin etmiştir. Fakat bizim daha sonra “Allah birdir.” denildiğinde, kâinattaki her bir nesneden, her bir tekvinî emirden aynı hakikati süzüp çıkartabilmemiz gerekir. Tıpkı bir laborantın laboratuvarda yaptığı tahlil ve tetkiklerle neticeyi ortaya koyma çabası gibi. Bu mevzuda, “Elli defa bunun aksi iddia edilse hakikat budur. Riyaziye-i katiyede iki kere ikinin dört etmesinde belki şüphem olabilir. Ancak imana ait hakikatler bende öyle bir kanaat hâsıl ediyor ki doğruluğunda zerre kadar şüphem yoktur!” diyebilecek şekilde, Richter ölçeğine göre on şiddetinde bir depreme maruz kalınsa bile sarsılmayacak sağlam ve güçlü bir imana sahip olunmalıdır.
Taklitle elde edilenler, ceht ve gayretimize emanet
Peki, bunun için yapılması gerekenler nelerdir? Öncelikle atalarımızdan tevarüs ettiğimiz, yetiştiğimiz kültür ortamıyla elde ettiğimiz ve Allah (celle celâluhu) tarafından tabiatımıza mal edilen bu değerler bir emanet olarak alınmalı, “Aman ha bu değerleri kaybetmeyelim!” düşüncesiyle sık sık zemin yoklaması yapılmalıdır. Onları daha sağlam bir zemine oturtma adına, statik sürekli kontrol edilmeli, “Acaba bu düşünce zemininde bir çatlama, bir kırılma var mı? Varsa onlara karşı ne yapmamız gerekir?” şeklinde arayışlarla iman esaslarını sürekli tahkim peşinde koşulmalıdır.
Bizler çoğumuz itibarıyla Müslüman bir anne-babadan dünyaya gelmiş, Müslümanlığın yaşandığı, minarelerinde gürül gürül Ezan-ı Muhammedî’nin okunduğu, yine camilerinde gürül gürül Kur’ân-ı Kerim’in tilâvet edildiği, vaaz u nasihatlerin yapıldığı bir ortamda neş’et etmişiz. Böylelikle bütün bu hakikatleri nazarî planda elde etme imkânını Allah (celle celâluhu) bizlere bahşetmiş. O hâlde bizim dûnhimmetlik etmememiz, bu önemli kazanımları ilk hâliyle bırakmamamız, daha ileriye taşımak adına sürekli ceht ve gayret içinde olmamız gerekir. Aksi tutum ve davranış ise o emanetlere karşı nankörlük ve saygısızlık demektir.
Evet Cenâb-ı Hak, bütün bunların nazarîsini lütfetmiş ve onun amelîsini hâsıl etmeyi bizim iradelerimize emanet etmişse, bizim de bu mevzuda ceht ve gayretlerimizle o emanetlerin peşinde koşmamız gerekir.
Tahkike giden yol ve yakîn mertebeleri
Taklitten tahkike giden bu yolda “ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn” kavramları bir projektör vazifesi görebilir.
Şöyle ki, ilme’l-yakîn; ilmin aydınlatıcı tayfları altında eşya ve hâdiseleri analize tâbi tutma; tefekkür yoluyla tekvinî emirlerin hikmet ve mânâlarını süzüp çıkarma ve böylece delil ve burhanlarıyla iman hakikatlerini ispat edebilecek ölçüde bir mârifete erme demektir. Bu şekilde bir okuma, inceleme, tahlil ve terkip; taklitle elde edilenleri teminat altına alma, ehl-i ilhadın atacağı şüphe, tereddüt, vesvese vb. şeylere karşı onları bir sera gibi koruma vazifesi görecektir. Ayne’l-yakîn ise, delil ve burhanlarıyla aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanılan nazarî bilgilerin doğrudan doğruya müşahede edilmesi, insanın bütün latîfelerini o hakikatlere şahit kılması demektir.
Burada üzerinde durulması gereken husus, görmenin bakmadan farklı olduğudur. Eğer siz, doğru bakış açısını yakalayıp bakmanın ötesinde görme mazhariyetine ermişseniz, tabiat içinde dolaşırken çevrenize öyle bir nazar edersiniz ki ağaçtan ağaca koşup onları öpesiniz gelir. Zira onların her birinin çehresinde Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellisini müşahede edip kendinizden geçersiniz. Evet, ayne’l-yakîn ufkuna kapı aralayanlar, her bir varlıkta Cenâb-ı Hakk’ın bin bir tecellisini müşahede eder, yer yer kendilerinden geçer; geçer de duygu ve düşüncelerini Niyâzî Mısrî’nin ifadeleriyle, “Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı, / Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyâr kalmadı.” şeklinde seslendirmeye başlarlar.
Demek insan kendini terk edince her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerini görmeye başlıyor; başlıyor ve ciddî bir istiğrak, bir heyman, bir kalak hâliyle kendinden geçiyor ve o derya içinde eriyip yok oluyor.
“Sen tecellî eylemezsin, perdede ben var iken / Şart-ı izhâr-ı vücudundur adîm olmak bana!” (Gavsî) beytinde ifade edildiği gibi, insan hakikî vücut karşısında kendi vücudunu erittiğinde, hakka’l-yakîn ufkuna kapı aralamaya başlıyor. Vâkıa, bu anlamda bir hakka’l-yakîn mertebesi dünyada kemâl ile insana müyesser olur mu, bilemiyoruz. Bu hususta İmam Rabbânî Hazretleri, Mektubat’ının bir yerinde bunun mümkün olmadığını söylerken, bir başka yerde ise belli ölçüde müyesser olabileceğini ifade eder. Bu iki mütalâayı beraber değerlendirdiğimizde denilebilir ki, hakka’l-yakînin gölgesi belki dünyada müyesser olabilir ancak asıl hakikati ahirette zuhur edecektir. Zira kudret-i ilâhiyenin, hikmetinin önünde tecellî ettiği yerde, hakka’l-yakîn de hakikatiyle zuhur edecek ve insan kendi ufkuna göre o hakikati bütün buutlarıyla duyup yaşayacaktır.
İstediğini O’ndan isteyen yollarda kalmaz
Ehl-i tahkik, kısaca ifade etmeye çalıştığımız yakîn mertebelerini bazı misallerle izah etmeye çalışmışlardır. Mesela bazıları, bir insanın nazarî olarak, ateşin yakıcı, pişirici, alev hâlindeyken aydınlatıcı olduğunu bilip ona inanmasını ilme’l-yakîn; sobanın içinde kor kesilmiş ateşe nazar ettiğinde onun hem hararet verici, hem de aydınlatıcı olduğunu kendi gözleriyle müşahede etmesini ise ayne’l-yakîn olarak ifade etmişlerdir. Doğrudan doğruya içerisi ateş dolu sobaya sokulan maşanın âdeta nar gibi kıpkırmızı kesilmesi ve artık ateşten fark edilememesi hâlini ise hakka’l-yakîn’e örnek göstermiş ve akla yaklaştırmaya çalışmışlardır. Bu son noktada artık ne sen var, ne de ben; orada sadece O (celle celâluhu) vardır. O noktada insan “ben” demeye utanır; sadece “Hû” der ve O’nu soluklar.
O hâlde insan, “hel min mezîd/daha yok mu” yolcusu gibi sürekli bir menzilden bir başka menzile koşmalı; çok sık tekrar ettiğimiz bir ifadeyle her meseleyi sohbet-i Cânan’a bağlamalı ve böylece onu her gün yeni bir müktesebatla ele almalı, bir kere daha canlı bir müzakere mevzuu yapmalıdır. “Elhamdülillâh, bugün de Rabbimizi yeniden tanır gibi olduk. Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kere daha andık ve âdeta burnumuzun kemikleri sızladı. O’nun ismini duyunca, ‘Âh, Sana kurban olayım!’ dedik. Bu tatlı meclisi, ribat duygusuyla bir kere daha ne zaman gerçekleştiririz mülahazasıyla dolduk.” demelidir. Böylelikle insan, ömrünün saniyelerini seneler hâline getirme imkânını elde edebilir. Evet insanın o tatlı demleri, onlara ulaşma arzusuyla yaşaması ve onları hayalinde sürekli canlı tutması, hayatının saniyelerini, sâliselerini, hatta âşirelerini ibadet hükmüne geçirecek ve onu ebediyete namzet kılacaktır. Mademki insan kendisini ebede, Ebedî Zât’a namzet görüyor, Allahu a’lem, onları elde edebilmenin yolu da işte bu mülâhazalara bağlı yaşamakla mümkündür.
Allah (celle celâluhu) bu yolda inayetini bizlere yâr eylesin. İstediğini O’ndan isteyenler, hiçbir zaman yollarda mahrum kalmazlar. Biz de istediklerimizi O’ndan istersek; ama bugün, ama yarın, ama öbür gün taleplerimizi O mutlaka verecektir. Alvarlı Efe Hazretleri, rahat ve sâde bir söyleyişle bunu ne güzel ifade eder:
Sen Mevlâ’yı seven de Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında canlar feda eylesen,
Emrince hizmet etsen Allah ecrin vermez mi?
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.