Hakikatü'l-Hakâyiki (Hakikatların Hakikatını) İnsan Bilebilir, Duyabilir mi?
İnsanın duyması, bilmesi, görmesi gerekli olan bir çok şey var. Ama onların en önemlisi hiç şüphesiz hakikat ve hakikatü’l-hakâiktir. İster hakikat ve hakikatü’l-hakâik isterse bunun aşağısındaki şeylerin insan tarafından duyulması, bilinmesi, hissedilmesi ve keşfedilmesi mümkündür ama buna mani bir çok sebep vardır. Bir başka tabirle insan potansiyel olarak bunları duyacak mahiyette yaratılmıştır fakat mahiyetinde var olan zıt şeyler buna engel olabilir. Mesela insanın içte ve dışta şeytan ve şeytani düşüncenin temsilcileri ile kavgası. Veya nefis kalb zıtlaşması. Daha genel anlamda vicdan ve nefis mekanizmaları içinde yer alan zıt duyguların birbiri ile çatışması. Ancak Efendimiz (sav) hakikate ulaşmaya mani bu türlü engelleri aşmıştır. O kendisi adına "Benim nefsim bana teslim oldu." derken kalbinin zaferini söylüyor ve bizlere nefsinin pes ettiğini hatırlatıyor ama herkesin buna mazhar olması o kadar kolay değil.
Bizim Nefislerimizle Efendimiz’in Nefsi Birbirinden Farklı Özelliklere mi Sahip?
Belki de. O’nun kendine mahsus bir nefsi, nefs-i zâkiyesi (her zaman temiz kalan), nefs-i zekiyyesi (tam anlamıyla saf, duru ve tertemiz) vardı, tamamıyla O’na ait, O’na özel... Şöyle de yorumlanabilir: belki O’nun nefsi, nefse ait hususiyetleri ihtiva ediyordu, ama onlar Efendimiz’in iradesi karşısında çok fazla dayanamamışlardı.
Zerdüşizm, Brahmanizm veya Hermetizm’deki nur-zulmet anlayışını kabullenmesek de ortada bir gerçek var ki onu ifade etmek durumundayız: ortada şeytani ve meleki yanları ile bir insan var. Nefs-i emmare de (insana devamlı kötülüğü emreden nefis) işte bu insanın içinde şeytanın ajanı gibi çalışır. O, nefs-i emmare olarak kaldığı sürece insanın mahiyetinde şeytan hesabına casusluk yapan bir varlıktır: sürekli onun direktiflerini yerine getirir ve insan ondan kurtulacağı ana kadar şeytanın kendisine olan yakınlığını bertaraf edemez. Şeytana yakın olduğu sürece de, -Allah insana şah damarından daha yakın olsa bile- o Allah’tan uzak olur.
Bu Badire Aşılabilir mi?
Bu çetin bir badiredir ve insan bu badireyi tek bir şartla aşabilir: ciddi bir ruh terbiyesi diyebileceğimiz seyr-i sülûk-i ruhanî, cezb ü incizab ve Allah karşısındaki acz ü fakrını kavrayıp O’na yönelmekle. Aksi halde o insan Allah’a karşı hep uzak kalır. Biraz önce ifade ettiğim gibi Allah insana şah damarından daha yakındır ama böylesi bir insan Allah’tan fersah fersah uzaktır; uzaktır çünkü şeytan ona Kur’an’ın tabiriyle "karîn" (yakın bir dost) olmuştur: "Kim Rahman’ın (hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği) Kur’ân’ı göz ardı ederse (veya o Rahman’ı zikretmekten uzaklaşırsa), Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur." (Zuhruf, 43/36) Bu açıdan insanın kendisini Rabbisinden uzaklaştıran ya da yakınlaştıran şeyleri çok iyi bilmesi lazım.
Aslında insan, kalbine ait hususiyetleriyle: latife-i Rabbaniyesiyle, fuadıyla, sırrıyla, hafâsıyla genişliğin temsilcisidir, timsalidir. İnsana bu yönüyle bakanlar onu meleklerden daha üstün görürler. Mülkle beraber melekûta da açık bir varlık çünkü o. Kainat kitabının bir parçası, hatta enmuzeci, fihristi. Dolayısıyla onu okuyan, koca kainatı hallaç etmiş olur. Tabir-i diğerle kainat kitabını okumak isteyen onun fihristi olan insana bakınca, o koskoca kitabın muhtevasını birden bire gözden geçirmiş demektir. İşte insan bu mahiyete sahip bir varlık. Fakat aynı zamanda kainatla da sınırlı değil insan, onu da aşıyor. "Mahiyeti meleklerden de ulvi, avalim (alemler) kendisinde pinhan (gizli), cihanlar onda matvî (dercedilmiş)" hatta ilavesiyle onu da aşan bir varlık. Adeta gökler ve yer, manâ, muhteva ve bütün derinlikleriyle dürülmüş bir kitap haline getirilmiş, sonra da bir nüsha-i kübra halinde insan olarak görünmüş.
İnsanın Mahiyeti Meleklerden Ulvidir
İnsanın zikredilen özellikleri ile meleklerden daha üstün olduğunu söylemiştik. Evet, melaike-i kiram konumları veya içinde bulundukları buud itibarıyla, bizim bildiğimiz fizikî alemin dışındadırlar. Fizikî dünyaya müdahaleleri olabilir, oraya bir akisleri olabilir, bir ayna gibi yansıyabilirler fakat onlar bu alemin dışındadırlar. Siz fizik kurallarınızla onları tesbit edemez, değerlendiremez, manâlandıramaz, çözemez ve tahlil edemezsiniz. Melekler gibi ruhaniler de böyledir. İşte böyle melekler ve ruhaniler gibi bilemediğimiz şekilde Allah’ın namütenâhi cünûdu (askerleri) vardır kainatta ve kainatın zerratı adedincedir onlar. Ama insana gelince o fizik alem içinde yaşamaktadır. Dolayısıyla fizik alemine müdahalede bulunabilir. Ayrıca o, çok yönlü olması itibarıyla bu fizik alemini de aşarak daha başka alemler ile temas içinde de olabilir.
Mesela bir Esma (Cenab-ı Hakk’ın isimleri) alemi var ve o alemin bu kainatla yani fizikî alemle irtibatı var. Ve şuurlu varlıklar arasında bu fizikî alemle temas içinde olan sadece insan. Cenab-ı Hakkın sıfât-ı sübhaniyesi, esmâ-i ilahiyesi var ve bunlardan bizim bilebildiklerimiz bilemediklerimize nazaran çok çok az. Bunlar arasında hiç kimseye bildirilmeyen, ve hadisin ifadesiyle nezd-i uluhiyette isti’sar edilen (Cenab-ı Hakk’ın kendisine has kıldığı) isim ve sıfatlar da var. İşte bazı insanlar Esma ve Sıfât alemine irtibatla Cenab-ı Hakk’ın herkese malum olmayan isim ve sıfatlarına ulaşabilirler. Böylece insan bu fizik alemini de aşmış, onun ötesine geçmiş olur.
Bu durum esma ve sıfât haricinde de söz konusudur. Mesela insan fuâd (kalb) ufkundan varlığa ve varlık ötesine baktığı zaman ceberût alemini temaşa eder. Bütün sıfatların hakikatlarını görür, görür ve sır ufkuna vasıl olur. Bu defa Cenab-ı Hakk’ı müşahade imkanına ulaşır ve Cenab-ı Hak’la arasında bir tür muamele cereyan eder. Bu Allah’ın bir çeşit taltifidir, ihsanıdır. Mesela Cenab-ı Hak sübühat-ı vechiyle onun çehresini aydınlatabilir. Öte yandan Allah, varlığa sübühât-ı vechi ile temasta bulununca salikin hissinde her şey yanıp kül olur, müzmahil olur, çözülür gider. Geride sadece "O" kalır. İşte bu seviyedeki birisi Muhyiddin İbn Arabi gibi "Lâ Mevcude illâ Hu - O’ndan başka mevcut yok" diyebilir ki bu sübjektif bir mülahazadır.
"Lâ Mevcûde illâ Hû"
Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri, " ‘Lâ ilâhe illâ Hû’ avâmın tevhididir. ‘Lâ mevcûde illâ Hû’ havassın..." der. Bir zevk, bir hal meselesidir bu. Bir müşahadenin neticesidir ve o durduğu yer ve konumu itibariyle bunu görüyor, duyuyorsa, gördüğünü ve duyduğunu konuşur. Kendisiyle çelişki yaşamak istemez. Öyle görecek, öyle duyacak ve fakat farklı konuşacak.. Muhyiddin İbn Arabi gibi kişiler için mümkün değildir bu.
Allah Kalpte mi Biliniyor?
Potansiyel olarak bu mahiyete sahip insan, bahsi geçen seviyeleri idrak ederse, kainatı içine alacak vicdan genişliğini yakalayabilirse Allah’ı "kenzen" kalbinde duyabilir. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Marifetnamesinde dediği gibi:
"Sığmam dedi Hak arz u semaya
Kenzen bilindi dil madeninden."
Aslında bu beyit kudsi bir hadisin farklı bir dille ifadesinden ibarettir: "Küntü kenzen mahfiyyen, fehalaktu’l-halka liya’rifûnî – Gizli bir hazine idim, beni bilsinler diye mahlukatı yarattım." İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri "Kenz-i Mahfi" adlı eserinde izah getiriyor bu duruma.
Kenz-i Mahfi
Allah her zaman kendini ilmiyle biliyordu. Kudretiyle belli tasarrufları vardı. Fakat o alemler başka alemlerdi. Allah bir kere de bizim fizik alemi diyebileceğimiz, maddeden mürekkep bir alemde kendini ifade etmek ve tanıtmak istedi. Dolayısıyla "Kenz-i mahfi"yi Allah’ın fizik alemindeki tecellilerinden önceki durum için kullanılan bir ifade şekli olarak değerlendirebiliriz. Ayrıca şunu da baştan bilmek gerekir ki bizler dîk-i elfazdan (sözlerin yetersizliğinden) dolayı "önce" veya "sonra" diyoruz. Yoksa zamandan ve mekandan münezzeh olan O’nun için öncelik ve sonralık bahis mevzuu değildir.
İşte bu Kenz-i mahfi belli bir fasıldır. Cenab-ı Hak berzahta da kendini ifade edecek. Orada da varlığı hem gözüyle görecek, hem de gören gözlerin gözüyle. Ardından mahşer alemini yaratacak, orada görecek ve gösterecek. Mahşer alemi de içinde yaşadığımız bu aleme hiç benzemeyen ayrı bir alemdir, ne kadar sürer belli değil. Mesela biz burada atomlar, protonlar, nötronlar diyoruz; belki orada anti atomlar, anti nötronlar, anti protonlar, anti partiküller olacaktır da Allah onlardan bir alem yaratacaktır ve orada Zatına, sıfat-ı sübhaniyesine ait hususiyetleri sergileyecek; sergileyecek zira her hünerber Zat kendi sanatını teşhir etmek ister. O’nun teşhiri Cennet’te de devam edecek.
Cenab-ı Hakk’ın böyle değişik alemlerde kendini değişik şekillerde tanıtması tebeddül veya tagayyür (O’nun değişiyor olması) anlamına gelmez. Cenab-ı Hak’ta tebeddül, tagayyür, elvan u eşkal (renkler, şekiller) yoktur. Cennette mazhar olunacak nimetlerde ise tebeddül, tagayyür, elvan u eşkal olacak ve her zaman bambaşka, farklı şeylerle karşılaşacaksınız.
Bu Dünyada Hikmet Kudretin Önündedir
Bizler bu dünyada da bu türlü değişmeler yaşayıp duruyoruz: Alem-i ervahta (ruhlar alemi) idik, rahm-i mâdere (ana rahmi) düştük, bir sperm ile bir yumurtanın buluşmasıyla "ben" dediğimiz bir varlık olduk O’nun nihayetsiz kudretiyle... Bu dünyada cereyan eden işler kudret ile ortaya çıkıyor fakat hikmet iki adım kudretin önünde. Zira bütün bunların bir manâya, sabit kurallara bağlanması lazım. Adet-i sübhaniye dediğimiz şeyler vaz’ edilmesi lazım ki, hilafet unvanıyla yaratılan insan bunlara müdahale ettiği zaman şaşırmasın, elleri birbirine dolaşmasın. Çünkü mesela, bugün iki element yan yana gelince şu olur, ertesi gün başka bir şey olursa siz ilim adına hiçbir şey ortaya koyamazsınız. Dolayısıyla bu dünyada hikmet kudretin iki adım önünde duruyor. Bir başka tabirle her şey kudretle yaratılıyor ama her şey hikmetle cereyan ediyor, tabiri caizse hikmet "burada söz bende" diyor.
Ahirette Kudret Önde Olacak
Ahirette tamamen kudret hakim olacak. Çünkü imtihan yok orada. Dolayısıyla insanlar orada hep sürprizlerle karşılaşacak, canlı-cansız her şey, her an değişebilecek. "Ve ütû bihî müteşâbihâ – (Cennet nimetleri) onlara (dünyadaki rızıklarına) benzer şekilde verilir." (Bakara, 2/25) ayeti Cennet’te birbirine benzeyen, ayniyet ölçüsünde bir misliyetle her şeyin deveran edeceğini, tebeddül ve tagayyüre uğrayacağını ve farklı elvan u eşkalle insanların karşısına çıkacağını gösteriyor.
- tarihinde hazırlandı.