Din Kolaylık Üzerine Müessistir
Soru: Dinimizin yüsr (kolaylık) üzere müesses olduğu ifade edilmesine rağmen mevcut tabloya baktığımızda hakiki Müslümanlığı yaşamanın kolay olmadığı görülüyor. Çelişki gibi görünen bu durum nasıl anlaşılmalıdır?
Cevap: Öncelikle konunun doğru anlaşılması için kolaylık ve zorluğun (yüsr ve usr) izafi birer kavram olduğunun da altını çizmek gerekir. Yani bu mesele şahısların anlayış ve algılarına göre değişebilir. Bazı kimseler, alıştıkları hayat tarzının etkisiyle, yerine getirilmesi hiç de zor olmayan bir kısım dinî mükellefiyetleri zor bulabilirler. Tahkikî imana ulaşmış, kulluk şuuruna ermiş samimi mü’minler ise zor gibi görünen nice amelleri hiç zorlanmadan yerine getirirler.
Kur’ân-ı Kerim pek çok âyetiyle dinin kolaylık olduğunu, Allah’ın, kullarının sırtına kaldıramayacakları yükler yüklemeyeceğini ifade buyurur. Ezcümle şu âyetler hatırlanabilir: لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا “Allah (celle celâluhû) kimseye, kaldıramayacağı yükü yüklemez.” (Bakara sûresi, 2/286) وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ “Allah’ın (celle celâluhû) gönderdiği dinde, altından kalkamayacağınız ölçüde size zor gelecek hiçbir şey yoktur.” (Hac sûresi, 22/78)
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de şu sözleriyle, tebliğ ettiği dinin iki temel özelliğine dikkat çekmiştir: بُعِثْتُ بالحَنِيفِيَّةِ السَّمْحَةِ “Allah beni, ‘hanîfiyye-i semha’ ile gönderdi.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/266) Burada geçen “hanîfiyye” lafzıyla kastedilen mana, İslâm’ın her tür şirk ve küfür şaibesinden uzak olması ve tevhidi esas almasıdır. “Semha” lafzı ise İslâm’ın genişlik, kolaylık ve müsamaha üzerine müesses bir din olması anlamına gelir.
Başka bir rivayet de şöyledir: أَحَبُّ الدِّينِ إِلَى اللَّهِ الحَنِيفِيَّةُ السَّمْحَةُ “Allah’ın sevip razı olduğu din, hanîfiyye-i semha üzere olandır.” (Buhârî, imân 29)
Buna benzer diğer bir hadiste ise Nebiyy-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: إِنَّ الدِّينَ يُسْرٌ، وَلَنْ يُشَادَّ الدِّينَ أَحَدٌ إِلَّا غَلَبَهُ “Din kolaylıktır. Kim onu zorlaştırırsa altında kalır ezilir.” (Buhârî, imân 29)
Allah ve Resûlü, bu ifadeleriyle, özü itibarıyla kolaylık üzerine müesses olan dinin zorlaştırılarak yaşanmaz getirilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Din, teklif ettiği hükümler itibarıyla altından kalkılmaz değildir. O her ne kadar mü’minlere bir kısım yükler yüklese de bunlar taşınabilecek yüklerdir. Eğer bir insan, “Ben günde beş yüz rekât namaz kılacağım, ömür boyu oruç tutacağım, hayat-ı içtimaiyeye hiç karışmayacağım, bir evin tokmağına dokunmayacağım, evlâd u iyalle hiç meşgul olmayacağım…” derse, tabiatıyla savaşıyor, hayatı tersine götürmeye çalışıyor demektir. Fıtratla savaşan birinin başarılı olması mümkün değildir. Fıtratın rüzgârını arkasına almayan, dinen mükellef olduğu temel disiplinleri de yerine getiremez. Kullarının tekvinî emirler içindeki yerini, neyi götürüp neyi götüremeyeceklerini en iyi bilen Allah, buna göre mükellefiyetlerle onları mesul tutmuştur.
Yememe, uyumama, evlenmeme, meşru dünya zevklerini bütün bütün terk etme ve tüm hayatını mabette geçirme gibi şeyler insanî fıtrat ve tabiata terstir ve dolayısıyla uzun süre götürülmesi mümkün değildir. Kur’ân, Hıristiyanların ruhbaniyet uygulamasını şu şekilde eleştirir: “Nuh ve İbrahim’i (birer peygamber olarak) gönderdik ve onların zürriyetlerine peygamberlik ve kitap verdik. Onların bir kısmı hidayet üzere yaşasalar da pek çoğu yoldan saptılar. Sonra bunların ardından peş peşe peygamberlerimizi gönderdik. Özellikle Meryem’in oğlu Îsâ’yı gönderdik, kendisine İncil’i verdik ve ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Kendi ortaya çıkardıkları ruhbanlığı ise biz kendilerine farz kılmadık, Allah’ın rızasına nail olma düşüncesiyle kendileri icat ettiler. Ne var ki ona gereği gibi de riayet etmediler. Onların iman edenlerine mükâfatlarını verdik. Buna mukabil çokları da (Allah’ın kendileri için çizmiş olduğu doğru) yoldan saptılar.” (Hadîd sûresi, 57/26-27)
Hıristiyanlar, kendilerine emredilmediği hâlde ruhbanlığa talip olmuş ama onun altından kalkamamışlardır. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Allah’a daha çok kulluk yapma adına bütün geceyi ibadetle geçirme, her gün oruç tutma, ailelerinden uzak durma gibi kararlar alan sahabeden bazılarını bundan menetmiştir. “Ben, sizin Allah’tan en çok korkanınız ve kötülükten en çok korunanınızım. Böyle iken bazı günler oruç tutarım, bazı günler tutmam. Gecenin bir kısmında namaz kılarım, bir kısmında da uyur istirahat ederim. Aynı zamanda benim bir aile hayatım da vardır. Her kim benim bu yolumdan gitmez (sünnetime uymaz) da ondan yüz çevirirse benden değildir.” (Buhârî, nikâh 1; Müslim, nikâh 5) sözleriyle onlara fıtrat ve kolaylık yolunu göstermiştir.
İslâm’ın fıtrat, kolaylık ve müsamaha üzerine bina edilmesi ve onda güç yetirilemeyecek ağır mükellefiyetlerin bulunmaması, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed’e büyük bir lütuf ve rahmetidir.
Nimet-Külfet Dengesi
Hz. Bediüzzaman; yaptığımız kulluk ve ubudiyeti, elde etmeyi düşündüğümüz nimetleri kazanmanın yolu değil, önceden mazhar olduğumuz nimetlerin bedeli olarak değerlendirmemizin doğru olacağını ifade ediyor. Evet, biz, Allah’a karşı çok şey borçluyuz. Bununla ilgili olarak üzerimize bir sürü vazife ve sorumluluk terettüp ediyor. Dolayısıyla Rabbimize karşı ne kadar ibadet yaparsak yapalım, O’nun hakkını eda etmiş olmayız. Allah, bizleri yoklukta bırakmayıp varlık âlemine çıkarmış. Arkasından bizlere hayat lütfetmiş. Bununla kalmayıp akıl ve şuur sahibi insan kılmış. İnsan olmanın da üstünde bizleri imanla şereflendirmiş. Bunların her biri, öncekine göre farklı bir kıymet arz eden çok büyük nimetlerdir.
Bütün bunların yanında Cenâb-ı Hak bize, sayılamayacak daha birçok nimet lütfetmiştir. Bütün bu nimetler kendi cinsinden şükür ister. İnsanın, kendisini iç içe lütuflarla kuşatan Yüce Yaratıcı’ya karşı kulluk mükellefiyeti vardır. Öncelikle bu hususun aklen, mantıken kabul edilmesi gerekir. Kul, Rabbine karşı bir sorumluluğunun olduğunu bilmelidir. Dünyevî birtakım mazhariyetlere eren bir kimse, İmam Ebu Hanife, İmam Gazzâli veya Hazreti Bediüzzaman’a talebe olma bahtiyarlığına eren biri, böyle bir mazhariyetin gerektirdiği bir kısım sorumluluk ve mükellefiyetlerinin olduğunu bilir. Peki, her türlü mazhariyetin ötesinde, Allah’ın kulu olan, Resûlüllah’ın arkasında saf tutan mü’minler ne büyük bir mesuliyet ve yükümlülük altında olduklarının farkında mıdırlar?
Mükellefiyet ve külfet, aynı kökten gelen iki Arapça kelimedir. Her mükellefiyet, az ya da çok bir külfet içerir. Yani, bir mükellefiyeti olan kişi, bazı zorlukların üstesinden gelmek zorundadır. Ne var ki dinî mükellefiyetlerin içinde barındırdığı zorluklar, takat-i beşeri aşan şeyler değildir. “Teklif-i mâ lâ yutak (kişiyi, takatini aşkın bir şeyle yükümlü tutma)” içermeme, dinin temel karakteridir. Dünyadaki her işin kendine göre büyük ya da küçük zorlukları vardır. Dinî yükümlülükler de buna dahildir. Bununla birlikte İslâm, bütün hükümleriyle yaşanabilir bir dindir. İşte dinde kolaylığın asıl olmasından kastedilen öncelikli mana budur.
Biraz daha açacak olursak, dinî emirlerin yaşanmasının belli ölçüde bir külfet ve zorluğu vardır. Mesela Allah Resûlü (sallâllahu aleyhi vesellem), günahlara keffaret olup insanın derecesini yükselten amellerden biri olarak, إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ عَلَى الْمَكَارِهِ “Zor durumlarda bile abdestini tastamam almayı” sayar. (Müslim, tahâret 41) Cennet’in nefsin hoşuna gitmeyecek bir kısım zorluk ve meşakkatlerle (mekârih) çevrili olduğunu, yani Cennet’e girmenin bunların üstesinden gelmeye bağlı bulunduğunu bildiren hadis-i şerif de aynı manaya işaret eder. (Buharî, rikâk 28; Müslim, cennet 1) Namaz, oruç, zekât, hac ve kurban gibi ibadetlerin her birinin de kendine göre bir zorluğu vardır. Fakat bunların hiçbiri, kaldırılamayacak, götürülemeyecek ve üstesinden gelinemeyecek yük değildir.
Öte yandan, dinin emir ve yasaklarına, sadece kulun meşakkat çekip çekmemesi açısından da bakılmamalıdır. Bunların maddî-manevî, dünyevî-uhrevî pek çok fayda ve hikmetler içerdiği unutulmamalıdır. Mesela Allah’ı zikretmek ve ibadet ü taat, insanın içinde öyle bir itminan hâsıl eder ve onda öyle bir ruh inşirahı meydana getirir ki bunun yeri başka bir şeyle doldurulamaz. Nitekim Kur’ân da kalblerin ancak Allah’ı zikretmekle oturaklaşacağını ve itminana ereceğini ifade buyurur. (Ra’d sûresi, 13/28) İbadetlerin her birinin ferdî, içtimaî ve iktisadî hayatımıza bakan yönleri itibarıyla daha birçok faydaları olduğu da muhakkaktır. Bunların hepsinin ötesinde insanın ebedî Cennet nimetlerine kavuşması, Allah’ın rıza ve rıdvanını elde etmesi bu mükellefiyetleri yerine getirmesine bağlıdır. İbadetler ve dinin emrettiği muamelata dair hükümler, içerdiği bütün maslahat ve hikmetlerle birlikte düşünülecek olursa bunların zorluk olarak görülmesi mümkün değildir. İşte dinin hanîfiyye-i semha olmasının bir manası da budur.
Kolaylaştırın, Zorlaştırmayın!
Din, kolaylık üzerine müesses olduğu ve insana hem dünya hayatı hem de ahiret hayatı adına çok büyük hayırlar vaadettiği hâlde maalesef bazıları onu yaşanmaz gibi görebiliyor. Çağımız insanı manevî hayatı itibarıyla çok yaralı. Hz. Pîr’in ifade ettiği gibi asırlardan beri rehnedar olan, harabeye dönen bir kaleyle karşı karşıya bulunuyoruz. İmanın temel esasları sarsıntıya maruz kalmış. Zat-ı Ulûhiyet mevzuunda tuhaf tuhaf düşünceler ortalıkta geziyor. Allah Resûlü’nün izinden gidilmiyor, sünnetine uyulmuyor. Anne-babaya karşı fevkalâde bir saygısızlık var. Yuvalarımız dağılıyor, akrabalık bağlarımız zayıflıyor, sosyal münasebetlerimiz bozuluyor. Allah’a karşı asıl yerine getirilmesi gereken vazife ve mükellefiyetler yerine getirilmeyince, onun berisindeki sorumluluklar hayli hayli ihmal ediliyor. Sanki alabora olan ve içindeki her şey sağa sola dağılan bir geminin içinde bulunuyoruz.
Dinî hükümlerin kadr u kıymetinin bilinmesi ve işin zorluğuna bakmaksızın onların hassasiyetle yerine getirilmesi için, her tarafı harap olmuş bu kalenin tamir edilmesine, parçaları sağa sola dağılmış geminin yeniden derlenip toparlanmasına ihtiyaç var. Farklı bir ifadeyle, toplumun çok ciddi bir rehabilitasyona tâbi tutulması ve irşad edilmesi gerekiyor. Bunun için de bir araya gelişlerimizde sözü hep sohbet-i Canana getirmeli, sürekli iman, marifetullah, muhabbetullah, aşk u şevk üzerinde durmalıyız. Bir taraftan mükemmel bir temsil ortaya koyarken diğer yandan da her fırsatı değerlendirerek insanlara Rabbimiz’i, Efendimiz’i ve dinimizin güzelliklerini anlatmalıyız.
İslâm’ı anlatırken “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” (Buhârî, ilim 11; Müslim, cihâd 6) esprisine bağlı kalmalı ve dinin objektif hükümleri üzerinde durmalıyız. Hususiyle, pek çoğu itibarıyla Medine döneminde nazil olan beş vakit namazı kılma, Ramazan orucunu tutma, malın belli bir kısmını zekât olarak verme ve haramlardan kaçınma gibi açık ve muayyen hükümleri öne çıkarmalıyız.
Bununla birlikte, dinin bu objektif hükümlerinin yanında birtakım “sübjektif mükellefiyetler”in olduğunu da unutmamalıyız. Allah dostları, sınırları ve çerçevesi belli olan hükümleri yerine getirmenin yanı sıra, işin çok daha zoruna da talip olmuşlardır. Onların bir kısmı, Mekke’de nazil olan mutlak emirleri esas alarak, bütün ömürlerini ibadet ü taatle geçirmişlerdir. Bu da insanın marifet ufkuyla ve ihsan şuuruyla alakalı bir meseledir. Fakat günümüzde kendisini böyle bir sorumluluk altında hisseden ve buna göre hareket eden insan sayısı bir hayli azdır.
Bu yazı, 28 Nisan 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlandı.
- tarihinde hazırlandı.