Tebliğde tolerans ve müsamahanın sınırları
Soru: Bir Müslümanın tolerans ve müsamaha hudutlarını izah eder misiniz?
Batı’dan dilimize giren tolerans kelimesi, hoşa gitmeyen hususları vicdan ve iman enginliği ve sine genişliği içinde tolere veya duyguların gücüyle hazmetme demektir ki, müsamaha ve hoşgörüyle aynı olmasa da birbirine yakın sayılırlar.
Burada hemen şunu ifade etmeliyim ki, başkalarına karşı tolerans gösterilecek diye kat’iyen dindeki usûlden fedakârlıkta bulunulamaz, dinin farzları, vacipleri terk edilemez ve sünnetlerine dokunulamaz. Müsamahamız daha ziyade muhatabımızın şahsî hayatına mütealliktir. Mesela biz, şahsî hayatımızda farz, vacip, sünnet ve müstehaplara riayetkâr olma durumundayız. Aslında şahsî hayatımızda bunlara riayetkâr olmazsak, sözlerimizin karşı tarafta tesir icra edeceği de düşünülemez. Çünkü tesir ettirecek Allah’tır. Evet, bizim hayat ve davranışlarımızda Vacibü’l-Vücud ve O’nun rızası olmayınca başkasına tesir etmemiz de düşünülemez. Biz şahsî hayatımızda –ifrata düşmeden– âdâbına varıncaya kadar dini yaşamalıyız ki inandırıcı olalım. Evet, şahsî hayatımızda yaptığımız her şeyi biteviye bir şahıstan isteyemez ve onu buna zorlayamayız. İşte bu bir müsamahadır ve bu tür durumlarda muhataba karşı müsamahalı olmak gerekir.
Meselenin ikinci yönüne gelince; bazı kimselerin şahsî kusurları olabilir. Biz bu kusurlarından dolayı onları ikaz edip uyarsak da her zaman onlara karşı müsamahalı olmalıyız. “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah”la İslâm’a dehalet eden herkese kucak açmalı ve onları bağrımıza basmalıyız. Bir kimsenin, dinin bir emrinde veya içtimaîyata yahut siyasi intihaba dair bir kusuru olduysa, bu hususlardan dolayı o kimse kat’iyen gözden çıkarılmamalı, onun kalben Allah’a imanına bakılmalıdır. İmanı varsa bize düşen dilimizi tutup onun hakkında laf etmemektir. Böyle olunca hoşgörü, bizi bir araya getirecek ve bağlayacaktır. Hele meseleyi hizmette strateji ve hizmetin tekniği diyerek bağnazlığa ve müsamahasızlığa kapılırsak bu, hepten hayat-ı içtimaiye için bir semm-i kâtil hâline gelir ve bizi parçalar, böler ve canavarlaştırır. Oysaki Ali, A remizli, Veli B remizli, Deli ise C remizli bir yoldan yürümekte ve netice itibariyle hepsi belli bir ufka doğru gitmektedir. Fakat burada bağnazlık kendisini gösterirse, mesela “Niçin A remizli yoldan yürümüyorsun?” diye o yolda yürüyenlere karşı cephe alınırsa, müsamahasızlığın bu şekilde olanı bizi zîr ü zeber eder ve ihtimal, pâyimâl olur gideriz. İşte burada bize düşen müsamahalı ve hoşgörülü olmaktır.
Hususiyle talim ve terbiyede neslimize karşı müsamahanın yeri çok büyüktür. Asrımızda irşada, ikaza ve hidayete erdirilmeye çok ihtiyacı olan bir nesil mevcuttur. Bu nesle karşı anlayışlı olmazsak, onları dinlemez ve onlara karşı tolerans gösteremezsek, kimseye bir şey anlatmamız mümkün olamaz. Mesela, bir şahıs düşünün ki fevkalâde bir istidat ve kabiliyeti var ve bir şey anlatıldığı zaman da dinleyecek gibi görünüyor; ama ilk davranışları –af buyurun– biraz terbiyesizce ve küstahça. Bütün bunlara rağmen ona bir şeyler anlattıktan sonra o da anlattıklarınızı mâkul kabul ediyor, elinizi sıkıyorsa, kısmen inadı kırılmış, tereddüde düşmüş ve bir başkasının bir şeyler anlatmasına hazır hâle gelmiş sayılır. Bu arada bazen o kimse size ve mukaddesatınıza karşı yabancı, acemi ve yabani davranışlarıyla sizi içten içe rencide de edebilir. Ben, şimdiye kadar bunun onlarcasına şahit olmuşumdur. Adam, bacak bacak üstüne atmış ve “Şu Tanrı denen şey nedir? Bana ondan bahset!” demiştir. Her ne kadar bu, insanı çileden çıkaran bir soru olsa da size düşen hoşgörülü ve müsamahalı olmaktır.
Asr-ı Saadet’te Mefhar-i Mevcudat Efendimiz’in yanına gelerek, şiddet ve hiddet gösterip O’ndan davasından vazgeçmesini istedikleri de olmuştu. Ama O, hep dengeli olmuştu. Evet, Allah Resûlü’nün “Lâ ilâhe illallah”ı ilanı gibi “Muhammedün Resûlullah” demesi ve peygamberlik vazifesi olarak kendisine tevdi edilen şeyleri yapması, Allah karşısında hem insanlığının, hem “Muhammedun Resûlullah”, hem de eşref-i mahlûkat olmasının gereğiydi. Binaenaleyh Efendimiz, bunların hiçbirisinden vazgeçemezdi. Nitekim vazgeçemeyeceğini Ebû Talip’e: “Güneş’i bir omuzuma, Ay’ı bir omuzuma koysalar, ben yine de bu davadan vazgeçmem.” ifadeleriyle hatırlatıvermişti.[1]
Evet, Allah Resûlü’ne çok defa bu tür tekliflerle geliyorlardı ve O, bu kimseleri engin bir sabırla dinliyor ve daha sonra da hak ve hakikati anlatmaya başlıyordu. Bu açıdan zannediyorum bize, asrımızın insanına da bu şekilde müsamaha göstermek düşüyor. Muhatabımızı öfkelenmeden, kızmadan dinlemek ve onun da bizi dinlemesi adına atmosferi yumuşatmak mecburiyetindeyiz. Aksine, karşımıza gelen insanları elimizin tersiyle itmek, onları ebedî düşman hâline getirmekten başka bir işe yaramaz. Evet, bizden göreceği müsamaha ve anlayış, onu dinlememiz, ona konuşma imkânını vermemiz, onun kalbini yumuşatacak ve hidayetine vesile olacaktır.
Bu meselenin, değişik zamanlarda farklı yönleriyle üzerinde durduğum için şimdilik bu kadarlıkla iktifa etmek istiyorum.
[1] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/101; et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 1/545.
- tarihinde hazırlandı.