Ruh derecesinde hissiyat-ı insaniye
Soru: “Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir, başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.”[1] deniliyor. İnsan hissiyatının ruh derecesine çıkmasını izah eder misiniz?
His, insanın maddî-mânevî duyularıdır. Mesela, göz, insanın görme; el, tutma; burun, koklama; ağız, tatma; kulak da işitme duyusudur. Bir de insanın hissiyât-ı bâtiniyesi (iç duyuları) vardır. Bunlara latife-i Rabbâniye denir. İnsanın kalbi, ruhu, sırrı, hafîsı ve ahfâsı iç duyularıdır. Bunlar, tasavvufçuların, insanın kemâli adına esas olarak ele aldıkları ve terbiye ile inkişaf ettirilebilecek duyulardır. Bazen bu hissiyat öyle inkişaf eder ki insan, o mazhariyetiyle her şeyi çok farklı derinliklerde görebilir. İşte bu şekilde mükâşefenin açılması, gözden perdenin kalkması ve insanın çok uzakları, verâların verâsını müşâhede etmesi, ondaki hissiyatın inkişafı demektir. İnsanda bu mühim hisler tam inkişaf edince, uzak yerler yakın; dağlar, dereler ve tepeler pürüzsüz ve dümdüz olur. Öyle ki o hissiyat sayesinde insan, dağ deviren dürbün gibi dağların arkasını bile görebilir. Bazen Allah’ın ihsanı olarak insanda bu hissiyat öyle inkişaf eder ki, böyle birinin her hâli keramet ve harika olur.
Ayrıca, bazı insanlarda bu durum, şahısların simalarına bakıp ne düşündüklerini hissedebilecek kadar inkişaf edebilir ve böyle biri, kimsenin anlayamayacağı şekilde, başkalarının içinde dolaşan sırları duyup sezebilir. Birinin tebessümünden o kişinin ne düşündüğüne vâkıf olabilir, dahası, yürüyüşünden onun karakterini tespit edebilir. İşte bütün bunlar, insanda hissiyâtın inkişafına bağlı şeylerdir.
İnsan gelecek zamana ait şeyleri de Allah’ın (celle celâluhu) özel atâsı olarak bu hissiyatla sezebilir. Böyle biri, eğer kendi gibi yaşıyor, yaşadığı her şeyi imbikten geçiriyor, yaptığını bilerek ve şuurlu yapıyorsa, hiçbir hâdisenin başıboş olmadığına inanır. Zamanla hissiyat onda, evliya ve asfiyaya ait kerametler gibi bir hâl alabilir; bu arada tabiî o da bu mevzuda gördüğü şeyleri, bir ikram-ı ilâhî ve firasete armağan olarak görmelidir. Nitekim Efendimiz (sallâllahu aleyhi vesellem) de bir hadisinde bunu ifade sadedinde: “Mü’minin firasetinden sakının, zira o, Allah’ın nuruyla bakar.”[2] buyururlar.
Ayrıca insan, geçmiş zamanı da, inkişaf etmiş o hissiyatıyla şimdiki zaman gibi görebilir. Mesela, baktığı zaman Malazgirt gözünün önünde canlanabileceği gibi, sahabî dönemi de basiretine tüllenebilir. Bunlar rüya değildir, böyle biri hakikat gibi kendisini onların içinde görür. Hatta böyleleri konuşma ve sohbetlerinde kendilerini onların içinde tasavvur ederek konuşur da kendini onların içinde hissederler. Böyleleri için mazi ve müstakbel yok olur; sadece hâl ve hazır zaman kalır; o da, hazır zamanın üstüne çıkar, geçmişi, hâli ve geleceği beraber müşâhede eder.
Ahlâk-ı ilâhîyeyi yaşama neticesinde böyle kişilerde, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine ihsan ettiği basîret müşâhedesi tecellî eder. Aslında zaman ve mekânın üstüne çıkma, geçmişi ve geleceği birden görme Allah’ın ilm-i ilâhîsine ait bir keyfiyettir. Allah geçmişi, hâl-i hazırı ve geleceği bir nokta gibi görür. O’nun için geçmiş ve gelecek bahis mevzuu değildir. Ahlâk-ı ilâhîye ile tahalluk etmek suretiyle hissiyat yönünden inkişaf eden bir insan, Allah ahlâkı sayesinde, zıllî ve izafî olarak Cenâb-ı Hakk’a ait bu hususiyete bir bakıma mazhar olur. Ne var ki, Zât-ı Ulûhiyet’e has kayıtsız bu keyfiyet, insanın mahlûk mahiyetinde, kayıtlı bir şekilde tecellî eder.
Burada hemen belirtilmesi gereken önemli bir mesele de şudur; nefsî tecrübesi olmayan bir kimsenin bu duyguları anlaması da çok zor, hatta imkânsızdır. Bunları anlamak ve yaşamak için Rabbim bizleri ahlâk-ı âliye-i ilâhîye ile serfiraz kılsın.
Evliyaullahın, hissiyatının inkişafını ve Cenâb-ı Hakk’ın onlara hususi bir makamda ihsan ve ikramlarını bu seviyeye gelmemiş âmi mü’minlerle karıştırmamak lâzımdır. Nasıl nebilerin kendilerine has, Allah ile kendi aralarındaki sır makamları, velîlerin aklının ulaşamayacağı bir pâyedir, aynı şekilde bizlerle evliyaullah arasındaki durum da aynı şekilde anlaşılmalıdır. Biz, onlarla Rabbileri arasında olan esrarı sezemeyiz; olsa olsa ruh dünyamızda ve his âlemimizdeki inkişâfât-ı zıllîyeyi birer adese ve birer mercek yaparak velînin hâlini anlamaya çalışabiliriz. Velî de kendi hâliyle nebinin ufkunu ve O’nun durumunu kavrama gayreti içinde olabilir. Bu, bir bakıma herkes için mirsad-ı tefekkür (düşünme noktası) sayılabilir. Bu açıdan bizler de bu noktadan onları anlamaya ve kavramaya çalışmalıyız.
İşin esası, bizim hâlimiz, velîlerin hâli olmadığı gibi velînin hâli de enbiyanın hâli gibi değildir. Enbiyanın –Efendimiz müstesna– ahvâli de, melâike-i kiramın hâli gibi değildir. Bir kere hiçbirimiz Zât-ı Ulûhiyet dairesine ait ciddi bir malumata sahip değiliz. Bunların kademe kademe bilinmesi O’nun inayetine bağlıdır. Her şeyin bir sırrı olduğu gibi Allah’ın da sırrı vardır. Allah, sırrını bir kısım melâike-i kiramın sinelerine tevdi buyurmuştur. Eğer melâikeye tevdi buyurduğu sırrı peygamber bilse, cayır cayır yanar, eğer enbiya-i izâmın sinesinin mazhar olduğu sırrı evliya bilse, onlar da yanar ve kavrulur. Bu açıdan gerçek velîlerin mazhar olduğu sırrı da biz asla bilemeyiz; bilsek de taşıyamayız.
Allah’ın lütfu olarak herkesin kabına göre bir kıvılcım, bir kor atılmıştır ki, yukarıdakiler alttakileri görürler de, alttakiler kat’iyen yukarıdakileri göremezler.
İşin doğrusunu yalnız Allah (celle celâluhu) bilir.
[1] Bediüzzaman, Mektubat, s. 52 (On Beşinci Mektup, Birinci Sual).
[2] Tirmizî, tefsîru sûre (15) 6; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/102.
- tarihinde hazırlandı.