Nefs-i levvâme nedir?
Soru: Nefs-i levvâme nedir? İnsanın devamlı kendisine kötü birisi olduğunu telkin etmesi doğru mudur?
Her şeyden evvel insanın kendi nefsini sorgulaması, nefs-i levvâme sırrının zuhurudur. Ehlullah, Kur’ân’ın bazı âyetlerinden istinbat ederek nefse bir kısım mertebeler takdir etmişler. Bu mertebeler Kur’ân-ı Kerim’de mücmel olarak zikredilmektedir. Şimdi kısa bir bilgi verme açısından bu mertebeleri izah etmeye çalışalım:
Nefs-i emmâre: Nefis mertebelerinin ilki nefs-i emmâredir. Buna nefs-i hayvanî de denilmektedir. Nefs-i emmâre, devamlı surette fenalığı isteyen ve insanı kötülüğe sevk eden nefistir. Bu nefis mertebesindeki insan, sadece hayvanî ve cismânî arzularını tatmin peşinde koşar ve günahlara karşı açık yaşar.
Nefs-i levvâme: Levvâme, levm eden, kınayan nefis demektir. Bu mertebedeki insan ise, işlediği günahlar karşısında, iç dünyası itibariyle devamlı kendini sorgulama içindedir. Bu itibarla da, düşer-kalkar ama yerinde tevbe eder ve nefsine karşı metafizik gerilime geçmeye çalışır.
Nefs-i mülhime: İlham veren, ilham vesilesi olan demektir ki, bu seviyeye ulaşan bir insan, günahlara karşı net bir tavır alır ve yüzünü devamlı surette Cenâb-ı Hakk’a çevirir. Cenâb-ı Hak da kulunun bu samimiyetine ve safvetine binaen ona bazı mazhariyetler ve ilhamlar lütfeder.
Nefs-i mutmainne: Oturaklaşmış ve itminana ermiş nefis demek olan bu yüksek pâyeyi ihraz eden biri, Rabbi ile münasebeti açısından vicdanı tam olarak oturaklaşmış sayılır. Nefs-i mutmainne mertebesinde insan, meseleyi sadece O’nunla münasebet çerçevesinde ele alır ve böyle biri, ihlâs-ı etemm ve ubûdiyet-i kâmileye ulaştığı için belâ da gelse, lütuf da gelse hepsini hoş karşılar.
Nefs-i râziye: “Rabbimden razıyım.” deme mertebesidir ki, bu mertebede insan, Rabbinden hoşnut olmayı tabiî derinliği şeklinde duyar ve artık o, kendi murâdâtından vazgeçip Hakk’ın muradının itirazsız mümessili hâline gelir.
Nefs-i marziye: Hak rızasına mazhariyet zirvesidir ki bu mertebede insan, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kendine has emâreleriyle duyup hisseder de âdeta mest ü mahmur yaşamaya durur.
Bunların ötesinde, bir de “nefs-i kâmile” veya “nefs-i sâfiye” denilen tabakalardan söz edilmektedir ki, bu nefis, enbiya-i izâma has, doğrudan doğruya Hakk’ı aksettiren, Hakk’ı gösteren ve Hakk’a götüren nefistir. Bu seviyedeki nefsi Kur’ân-ı Kerim’de açık bir şekilde görmesek de, zannediyorum Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu ifadelerle bize bu nefsi anlatmaktadır: “Herkesin bir nefsi vardır. Benim de bir nefsim var; ancak benim nefsim bana inkıyad etmiştir.” veya “Benim nefsim bana teslim olmuştur.”[1]
Şimdi bu mertebelerden her birerlerinin tahlilini salahiyetli kimselerin izahına havale ederek, biraz da soruda bahis mevzuu edilen insanın kendi kendini kınaması, levmetmesi mertebesiyle alâkalı nefs-i levvâme üzerinde duralım.
Nefs-i levvâmeden önceki nefis tabakası olan nefs-i emmâre, insanın boynuna taktığı gemle onu hep haram olan yerlerde gezdirir, varılması caiz olmayan eğri-büğrü yollara sevk eder, söylenmemesi gerekli olan şeyleri söylettirir, dinlenmemesi gerekli olan şeyleri dinlettirir, uzanmaması gerekli olan hususlara el uzattırır, düşünülmesi memnu olan, en azından hayalin fıskına vesile olabilecek noktalarda insanı olumsuz düşüncelere sevk edip onun hayalini fıskla kirletir. Sonra devamla hayalin fıskı, ruhun fıskına inklâp eder ve sonuç itibariyle de insan bir fâsık olup çıkar.
Bu nefisten bir derece üstte, soruda da bahsi edilen nefis tabakası, yani nefs-i levvâme vardır. Bu nefis mertebesinde insan, en küçük fenalıklardan dahi tedirgin ve rahatsız olabiliyorsa ki bunun en aşağı mertebesi, insanın, işlediği günahlar karşısında rahatsızlık duymasıdır. Nefs-i levvâmeye gelince, bu mertebede insan, harama nazar ettiği zaman akrep sokmuş gibi hemen serumun yanına koşar, namazında bir kusur yaptığı zaman, “Miracımı berbat ettim!” diyerek kendiyle yüzleşir. O, öncelikle böyle büyük şeylerden başlayarak daha sonra kendi içinden geçen hususlardan dolayı dahi kendini levmetmeye başlar. Bu makamın beyanını şu hadisin içinde bulmak mümkündür: “Mü’min, tıpkı ekin gibidir. Yatar fakat yine doğrulur ve kalkar.”[2]
Bu tabakadaki insan, bütün bir hayat boyu kendi iç kavgasıyla hayatını devam ettirir. Devam ettirirken de Allah’ın inayetiyle ye’se ve ümitsizliğe düşüp boğulmaz. Her defasında kendisini yenilemesini bilir. Olabildiğine bir canlılık ve neşat içinde, düştüğü gibi doğrulur, Allah (celle celâluhu) korkusuyla tir tir titrer ve hep Allah’ın rahmetini umar. Bu ise nefs-i levvâmenin en âli mertebesidir. Aynı zamanda nefs-i râziyeye geçmenin de ilk basamağıdır.
Pek çok mü’minin, hayatının belli dönemlerinde, küçüğünden büyüğüne işlemiş olduğu günahlardan ciddi şekilde rahatsız olduğu söylenebilir. İşte bu nefs-i levvâme mertebesine ait bir hususiyettir. Ve bunu hissetmeyen bir nefis de, hâlâ emmârededir. Aslında işlemiş olduğu kötülüklerden dolayı rahatsız olmayan bir insanın geleceğinden endişe edilir. İç dünyasında veya davranışlarında Allah’ın hoşuna gitmeyecek hareketleri yapan bir insan, edip eylediği kötülüklerden rahatsızlık duymuyorsa, o insan, her an yıkılabilecek şekilde tehlikeli bir durumda bulunuyor demektir. Bu itibarla, günah işleyen bir mü’min, vakit fevt etmeden hemen tevbe edip dergâh-ı nezd-i ulûhiyet ve ehadiyette kemerbeste-i ubûdiyet içinde âh u vâh edip inlemelidir. Dahası bu günahının keffareti için etrafına sadaka dağıtmalıdır. Nitekim Efendimiz (sallâllahu aleyhi vesellem) de bir beyanlarında bu hakikati ifade etmektedir.[3]
Yukarıda da ifade edildiği gibi nefs-i levvâme sırrına ulaşamayan bir insan, nefs-i emmâre dairesi içinde geziyor demektir ve o her zaman tehlikededir. Vâkıa, bazı ehlullah, hatta Hazreti Yusuf gibi bazı peygamberler bile nefs-i emmâreden şikâyet etmişlerdir.[4] Ama bu farklı bir mülâhazadır. Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şöyle izah eder:
“Bir zaman, evliya-i azîmeden, hem de nefs-i emmâreden kurtulanlardan bazı zevâtın, şiddetli mücahede-i nefsiye ve nefs-i emmâreden şekvâlarını gördüm. Çok hayret ettim. Hayli zaman sonra, nefs-i emmârenin kendi desâisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden/ettiren heves, damar, âsab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmârenin son tahassungâhı bulunan, bulunup nefs-i emmâreyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevî nefs-i emmâreyi gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zatlar, hakiki nefs-i emmâreden değil, belki mecazi bir nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbânî dahi bu mecazi nefs-i emmâreden haber veriyor.”[5]
Evet, her mü’min, bir yılan veya çıyan karşısında duruyor gibi nefsine karşı devamlı surette gerilim içinde olmalı ve nefsini kınamalıdır. Bu kınama işinin herkes için yapılmasının doğru olup olmayacağının münakaşası yapılabilir. Bu, tamamen her insanın vicdanına kalmış sübjektif bir meseledir. Ancak münakaşası yapılamayacak bir mesele vardır ki, o da insanın, hangi mertebede olursa olsun daima günahlarını hatırında tutmasıdır. İnsanın hâlihazırdaki ömrüne kadar geçmişini düşünüp, bugünden sonra, yarınla başlayan bütün ömrüyle ahirete çok iyi hazırlanması için sık sık geçmişin defterini okuması şarttır. Büyük muhasebe insanı Hasan Basrî Hazretleri, –ihtimal tahayyülâtıyla alâkalı– seyyiatını madde madde sayarak âdeta kendine şunlarla seslenmektedir: “Hani sen bir gün, falan çarşıdan geçerken, orada bir nâmahremin olduğunu gördüğün hâlde gözlerini kontrol etmedin. Biliyordun ki, gözüne bir nâmahrem ilişecek, yine de dikkatli olmadın. Sen bu hâlinle hâlâ velîlik mi iddia ediyorsun? Yine sen bir gün şurada duruyordun. Orada nefsini gemlemen mümkün iken, nefsini olabildiğine salıverdin. Serkeş bir at gibi nefsinin arkasından sürüklenip gittin!” … vs.. vs..
Hasan Basrî Hazretleri bunları Rabbisine hâl arzı esnasında söyler, O’nun huzurunda tahayyülat mülâhazalarını seslendirir. Maksadı nedir bilemiyoruz; ancak aklımıza ilk gelen şudur: İhtimal hazret, kendisinde zuhur eden hârikulade hâlleri kendine mâl etmemek için böyle bir nefis muhasebesine girmiş olabilir. Evet insan, bazı muvaffakiyetleri neticesinde; “Demek ki benim bu konuda bir liyakatim varmış.” diyerek yanlış ve fâsit bir düşünceye girebilir ki bu öldürücü bir husustur. Hasan Basrî Hazretleri işte bu hususları dile getirerek ruhunu nefsine karşı teminat altına almış bulunmaktadır.
Bu sebeple insan, yer yer nefsini kınamalı, kendini yeniden ayarlamalı, sık sık vaziyet değerlendirmesi yapmalı ve ileriye matuf bütün iş ve davranışlarını, geçmiş hayatını da nazara alarak ayarlamalıdır. Ayrıca bir kul, kendisine verilen lütuflar karşısında devamlı surette, Alvar İmamı’nın ifadesiyle; “Değildir bu bana lâyık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?” duygu ve düşüncesi içinde olmalıdır.
Evet insan, nefsini kınamalıdır; ancak bununla birlikte şu hususları da unutulmamalıdır:
1. Kınama, insanı ümitsizliğe götürecek, Allah’ın rahmetinden ümidini kestirecek ve muvazene bozukluğuna sevk edecek şekilde olmamalıdır.
2. İnsan, ellerini kaldırıp Rabbinden bir şey istediği zaman mümkün mertebe bu muhakemeyi (kendini levm edip kınamayı) yapmamalı, sadece O’nun rahmetine teveccüh edip rahmetini düşünerek istekte bulunmalıdır.
3. Bir hizmet kervanı içinde bulunan bir insan, kervandaki diğer yolcuların hareketlerini hüsnüzanna hamletmeli ve “Rabbim! Bu kadar insanın hepsi fâsık u fâcir olamaz. Nefsim hakkında ben böyle düşünsem de onların davranışlarını fena yöne hamledemem.” duygu ve düşüncesi içinde hareket etmelidir.
Hâsılı, nefsini kınama, tenkit etme ve daima onun kötülüğünü telkin etme hususu mutlaka böyle ayrı ayrı mülâhazalarla ele alınarak bir değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır.
Her şeyin en doğrusunu Allah (celle celâluhu) bilir.
[1] Müslim, sıfâtü’l-münâfikîn 70; Tirmizî, radâ 17; Nesâî, işretü’n-nisâ 4.
[2] Buhârî, merdâ 1, tevhid 31; Müslim, sıfâtü'l-münâfikîn 58-60.
[3] Müslim, imân 132; İbn Mâce, fiten 19.
[4] Yûsuf sûresi, 12/53
[5] Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası, s. 199.
- tarihinde hazırlandı.