İnançta değişik faktörler
Soru: Müslümanlığın yaşanmadığı yerlerde doğan ve yetişen kimseler daha ziyade gayrimüslim olarak yaşıyor ve öylece ölüyorlar. İslâmiyet’in anlatıldığı ve yaşandığı yerlerde doğan ve yetişen kimseler çoğunlukla mü’min olarak yaşıyor, mü’min olarak ölüyor ve Cennet’e hak kazanıyorlar. İnsanların doğduğu yer kendi iradesi dışında olduğuna göre bu büyük mükâfat ve cezayla karşılaşılması zâhiren adaletsizlik gibi görünüyor. Bunu izah eder misiniz?
Benzer bir soruyu daha evvel izah etmeye çalışmıştım. [1] Şimdi kısaca tekrar onu hatırlatmaya çalışayım: Sorunun iki yönü var. Birincisi, diyâr-ı küfürde doğan çocuklar yetiştikleri muhitin tesirinde kalarak ekseriyet itibarıyla kâfir; İslâmî muhitte doğan çocukların da ekseriyet itibarıyla mü’min olmaları. İkincisi, Cenâb-ı Hakk’ın bu icraatında bir adaletsizlik varmış gibi görülmesi. Esasen bu husus şimdiye kadar çok sorulan ve çoğu kimsenin aklına gelen bir vesvesedir. Meselenin pek çok şekilde izahı olmakla beraber biz şimdilik bunlardan bazılarıyla alâkalı düşüncelerimizi arz etmeye çalışalım.
Birincisi, “Hiç kimse Cenâb-ı Hakk’a karşı adaletsizlik ve haksızlık isnadında bulunamaz.” ifadesini bir kanun olarak kabullenmemiz lâzımdır. Bu arada adalet konusunun doğru anlaşılması da çok önemlidir. İsterseniz konuyu şöyle açabiliriz. Mesela, bir işçi, patronunun yanında çalışır ve dolayısıyla da belli bir hakka sahip olur. Patron, işçinin elde ettiği o hakkı ona vermezse adaletsizlik etmiş olur. Ama bir kişi hiç çalıştırmadığı kimselere bahşiş olarak bir şeyler takdir buyursa; bazılarına az, bazılarına da biraz daha fazla verse, kimsenin bu kişiye “Adaletsizlik yaptın!” demeye hakkı yoktur. Çünkü kendilerine bahşiş verilenler bunlara istihkak kazanmamışlardır. O zat bunu lütuf, merhamet ve ihsan olarak yapıyor demektir. Binaenaleyh Allah’a adaletsizlik isnat eden kimseler evvelâ Cenâb-ı Hakk’a ne verdiklerini ve hangi amelle Allah’ın lütuflarına mukabele ettiklerini düşünmelidirler. Zannediyorum bunun sonucunda kendilerine bir kısım az takdirlerden ötürü “Bana az verildi.” iddiasıyla, Allah’a adaletsizlik isnat etmekten utanacaklardır.
Adalet, “adl” kökünden gelir. Adl ise terazinin iki kefesinin birbirine denk olması veya atın üzerine konan yükün iki tarafının birbirine eşit olması demektir. Adaletin sözünün edildiği her zaman zannediyorum insanın gözünün önünde hemen bir terazi tecessüm eder. Onun için adliyede de terazi bir simge olarak kullanılagelmiştir.Terazide bir kefe değil, iki kefe vardır. Bir kefeye kilo, diğerine de mal konulur. O kilonun karşılığında para verilir ve malın bulunduğu kefenin içindeki şeyler satın alınır. Bu verip-alma bir muvazene ve muadeleden ibarettir ki işte adalet de budur.
Şimdi bu adalet tarifinden hareketle düşünelim: İnsanlar karşılık olarak Cenâb-ı Hakk’a ne vermişlerdir ki, kalkmış adaletsizlikten bahsedebiliyorlar. Allah, insanı mutlak yokluktan varlığa çıkarmıştır ki o, yokluktan çıkarılıp bir taş olsaydı bile bu yine büyük bir lütuftu. Allah onu cansız da bırakmamış, cemâdât mertebesinden canlılar mertebesine yükseltmiştir ki o, insan olmayıp bir ağaç da olabilirdi. Ama Allah lütfetti, onu hayatla şereflendirdi. Canlılar arasından seçip, akıl, şuur, iz’an ve idrak vererek insanlıkla taçlandırdı. Zira o, herhangi bir hayvan seviyesinde de kalabilirdi. Bunların her birisi birbirinden üstün nimetlerdir. Ne var ki, insan bu mertebeleri geçerken bunların karşılığı olarak Allah’a hiç de bir şey vermemiştir. Allah insanı âdeta her basamağında ayrı bir lütuf ve ihsanda bulunduğu bir minarenin başına çıkarmış gibi onu lütuflandırmış, yokluktan varlık âlemine, ondan canlı seviyesine ve daha ötesine yükseltmiştir. Şimdi bu suretle minarenin en yüksek basamağına çıkan bir insan kalkıp da Allah’a karşı “Niçin beni daha yukarıya çıkarmadı? Çıkarmadığı için adaletsizlik etti.” diyebilir mi.? Derse, büyük bir yanlışlık yapmış olmaz mı..? Binaenaleyh, hiçbir zaman “Allah adaletsizlik yaptı.” denmemelidir. Zira O, “Mâlikü’l-mülk”tür. Mülk sahibi ise mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunur ve O’na kimse karışamaz. Çünkü insanda, insanın kendine ait hiçbir şeyi yoktur. Her şey Allah’tandır. O da mâliki bulunduğu şeylerde istediği gibi tasarrufta bulunabilir.
İkincisi, “Gayrimüslim bir ülkede doğan çocuk, gayrimüslim, Müslümanların yaşadığı coğrafyada doğanlar ise Müslüman oluyor.” deniliyor ki, esasen bu tamamen doğru değildir. Mesela, şimdi yabancı ülkelerde doğup Müslüman olan çok kimse olduğu gibi yabancı ülkelerde de bir hayli Müslüman olan vardır. Bir dönemde Arap yarımadasında doğanların İslâm’ın beşiği olmasından dolayı Müslüman olduğu aynı dönemde, İslâm’ın o zamana kadar hiç ulaşmadığı Orta Asya’da, atalarımız birdenbire büyük topluluklar hâlinde Müslüman olmuşlardı. Evet, bir dönemde göçebe Türkler Müslüman oluyor ve bir medeniyet kurmaya namzet hâle geliyorlardı. Bundan anlaşılıyor ki, neşet edilen yerin Müslüman olma veya olmamadaki tesiri mutlak ve kat’i değildir.
Bugün camileri, minareleri ve mektepleri ile Müslüman ülkelerde Müslümanların yanında yığın yığın kâfirin yaşadığı da bir gerçektir. Bu ülkelerde her gün temerrüt ederek din, diyanet ve mukaddesata saygısızlıkta bulunan, minaredeki ezana ve onu okuyan müezzine, babası bile olsa, küfreden bir sürü gözü dönmüş mülhit vardır. Demek ki, bir dini yaşama ve seçmede en önemli nokta insanın doğduğu yer değildir. Bugün İslâm ülkelerinde doğup sonra kâfir olan çok sayıda insan vardır. Yüzde doksan dokuzu Müslüman denilse bile İslâm ülkelerinde “Ben din kabul etmiyorum.” diyen bir sürü mülhit göstermek mümkündür. İnsanın inanç ve tavırlarında çevrenin bir tesiri olduğu doğrudur ama bu, sınırsız bir tesir demek değildir. Evet, biz biliyoruz ki, kişinin dinî durumu üzerinde çevrenin tesiri olsa bile bunun diğer müessirler arasında yeri küçüktür, tesiri de azdır.
Üçüncüsü, mesele değerlendirilirken Allah’ın ilminin de hesaba katılması lâzımdır. Allah, olmadan evvel her şeyin nasıl olacağını bilir. Allah, Alîm-i Mutlak’tır ve bütün eşyayı ilmiyle ihâta etmiştir; O, olmuş ve olacak her şeyi bilir. Binaenaleyh, O’nun ezelî bir ilmi vardır. Buna göre dinsiz olacak bir kişiyi Allah öyle bir muhitte yaratır. Başka birisi iradesini kullanarak Yahudi veya Hıristiyan olacaksa onu da bu dinlerin sâliklerinin yaşadığı bir muhitte var eder. Başka birisi, irade ve istidadını kullanarak Müslüman olacaksa, onu da İslâm’ın intişar edebileceği bir muhitte vücutla şereflendirir. Bu insan, nerede olursa olsun, irade ve istidadını kullanarak Allah’ı ve İslâm dinini bulabilir. Ancak, böyle büyük bir istidadın inkişaf etmesi için bir kısım materyale sahip olması gerekir. Allah da onu o şekilde yaratır. Onun için Allah’ın muhît olan ilmini hesaba katmadan yapılan hesaplarda her zaman yanılmalar olabilir. Ama meseleyi bütün eşyayı, manzar-ı âlâdan müşâhede eden Allah’ın ilmi açısından ele alacak olursanız, dünyanın neresinde olursa olsun bir insan henüz dünyaya gelmeden milyonlarca sene evvel Allah onu ve irade alanını bildiği için bunları yerli yerine yerleştirir. Ara sıra, aldanmayalım ve iradesinin tam şâmil ve hâkim olduğunu görelim diye de bazen o muhitlere zıt nesiller de var edebilir...
Her şeyi en iyi bilen O’dur.
[1] M. F. Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler 2/72.
- tarihinde hazırlandı.