Hazreti Yunus Aleyhisselâm’ın münâcâtı
Soru: لَۤا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ (Enbiyâ sûresi, 21/87) âyetindeki sırrı açıklar mısınız?
Hazreti Yunus İbn-i Metta (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm), Musul yakınlarında bulunan Ninova ahalisine gönderilmiş bir peygamberdi. O, putlara tapan Ninova halkını senelerce Allah’a imana ve ibadete davet etti. Kavmi ise ona iman etmedikleri gibi pek çok ezâ ve cefâda bulundular. Yıllar ve yıllar yılmadan, ümitsizliğe kapılmadan onları hak dine davet edip iman etmedikleri takdirde üzerlerine Allah’ın azabının gelebileceğini hatırlattı. O halk, bu uyarıya da kulak asmadı. Belânın gelebileceği işaretine binaen, ayrılmasıyla alâkalı açık bir emir gelmeden, üzüntüyle oradan ayrıldı. Aradan birkaç gün geçtikten sonra gökyüzü kararır, şehri simsiyah bir duman kaplar, Ninovalılar telaşlanır ve herkes bir korkuyla sarsılır. Allah’ın azabının üzerlerine geldiğini anlarlar ve pişmanlık duyarak tevbe ile Allah’a yönelirler. Cenâb-ı Erhamu’r-Râhimîn de onların tövbelerini kabul eder ve o azabı üzerlerinden kaldırır.
Bu arada şehirden ayrılan Hazreti Yunus (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) ise Dicle nehri kenarındayken yolcularla dolu bir gemiye biner ve gemi hareket edip kıyıdan uzaklaşır. Bir müddet gittikten sonra gemide bazı problemler belirir. Bunun üzerine kaptan veya başka biri: “Aramızda bulunan bir suçlu yüzünden başımıza bunlar geldi.” der ve bu suçlunun tesbiti için kur’a çekilir. Çekilen kur’alar her defasında Hazreti Yunus’u gösterir. Bunun üzerine onu denize atarlar. Denize atılan Yunus aleyhisselâm’ı Cenâb-ı Hakk’ın emriyle bir balık yutar. Balığın karnında Hazreti Yunus, لَۤا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ ifadeleriyle Allah’ı (celle celâluhu) tesbih u takdisde bulunur. Bu dua ve tesbih, onun kurtuluşuna vesile olur.
Esasen bir insanın ülkesinden ayrılıp bir yere gitmesi günah değildir. Ancak Hazreti Yunus, bir peygamberdir ve mukarrabîndendir. Allah’a yakın olan insanlar, yakınlığın gereği –tabir-i caizse– başlarını kaşımak isterken bile bunu izinle yapmalıdırlar. Aslında bu, yakınlığın bir gereğidir. Uzakta bulunanlar için böyle bir şey bahis mevzuu olmasa da merkezi teşkil edenlerin her mevzuda bu kadar hassas olmaları icab eder. Bu sebeple Hazreti Yunus’un bu hareketi, “hasenâtu’l-ebrâr seyyiâtü’l-mukarrabîn” düsturundan hareketle, mukarrabîn zellesi sayılır.
İşte bu zelleden dolayıdır ki Cenâb-ı Hak onu tebcil edalı tedip etmiştir. Onun yaşadığı yerden ayrılıp deniz kenarına gelmesi, orada bir gemiye binmesi, gemiye binmesiyle orada olağanüstü şeylerin olması, kur’a çekilmesi, kur’anın her defasında ona çıkması, bunun neticesinde denize atılması, denizde bir balık tarafından yutulması ve bununla birlikte balığın karnında yaşaması… bütün bunlar asla bir tesadüf değildir. İşte bütün bunların farkında olan Hazreti Yunus (aleyhisselâm) balığın karnında لَۤا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ demiştir ki, bu ifade bir mânâda şu anlama gelmektedir: Ey Mâbud-u Mutlak ve Maksud-u bi’l-İstihkak! Sen’den başka ilâh, hâkim, hükmü nâfiz ve hâmi yoktur. Seni tesbih u takdis ediyorum. Sen, noksan sıfatlardan münezzeh ve müberrasın. Şu an içinde bulunduğum durumda bana tabiatın ve esbabın herhangi bir tesiri ve yardımı olamaz. Bu denizin dalgalarına kimse hükmedemez; balığa kimse sözünü geçiremez; şu karanlıktan kimse beni kurtaramaz. Bütün bu esbaba hükmedecek yalnız Sensin. Bu itibarla esbaba tesir-i hakikî vermeyerek yalnız Seni tenzîh edip Sana sığınıyorum. Müsebbibü’l-Esbap Sensin; ben nefsime ve kendi kendime zulmettim…
Esasen “Ben nefsime zulmettim.” cümlesi, her büyük mü’minin duasını noktaladığı bir ifadedir. Hazreti Âdem, kâkülünün dağıldığı ve Rabbisinin yüzüne bakamaz hâle geldiği zaman رَبَّنَا ظَلَمْنَۤا أَنْفُسَنَا “Rabbimiz nefsimize zulmettik.” (A’râf sûresi, 7/23), Hazreti Musa (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) kıptinin ağzına yumruğu vurup onu yere serdiğinde رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي “Rabbim kendime zulmettim, beni mağfiret et.” (Kasas sûresi, 28/16) demişti. Evet, hemen her büyük kâmet-i bâlânın böyle bir sürçme karşısında “nefsime zulmettim, haksızlık yaptım, yanlış adım attım” anlamındaki ifadelerle Allah’a yalvardıklarını görürüz.
Şimdi isterseniz, لَۤا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ ifadesini biraz daha açalım. Üstad’ın da dediği gibi لَۤا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ cümlesiyle istikbale bakılmaktadır.[1] Bu ifade, “Senden başka Mâbud-u bi’l-Hak, Maksud-u bi’l-İstihkak yoktur. Geleceği hakkımızda aydınlatacak Sensin yalnız. Nur, Münevviru’n-nur ve Musavviru’n-nur.! Ben halkımın kalbine Senin envâr-ı mârifetini koymaya çalıştım. Ancak onlar bunu almamak için direndiler. Aslında bu hakikati onların kafalarına yerleştirecek olan Sendin ve beni yalnız bir sebep kılmıştın.” Bu dua öyle tesirli olmuştu ki Hazreti Yunus, memleketi Ninova’ya döndükten sonra yüz bin insan birden ona iman etmişti ki bunu da yine Kur’ân ifade etmektedir.[2]
Evet, “Kalbleri tenvir edecek, aydınlatacak olan O’dur. Her şeyin zimamı ve anahtarı O’nun elindedir. O isterse her şey rahatlıkla olur. İstemezse, en rahat şeyler dahi çok çetinleşir.” Binaenaleyh bu ifade, Hazreti Yunus’un şahsında bizlere de bir şeyler söylemektedir. Günümüzde iç içe düşmanlar mü’minlerin etrafını çepeçevre sarmış; buna mukabil esbap bütün bütün sukût etmiş, inananlar ise âdeta eli kolu bağlı, mefluç durumda gibi bir hâlleri var. Bu açıdan onların dünya çapındaki düşmanları arasında kuvvet dengesi kat’iyen söz konusu değil.
İşte bütün bunlardan ötürü لَۤا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ ifadesi günümüzün mü’minine, “Allah’ım! Bu kadar ağır şartlar altında bütün zararlıları defetmek, bütün menfaatli şeyleri celbetmek Sana mahsustur. Aklı yukarılarda gezen, gözü istikbal ve ikbal hırsıyla dönen kimselere akıl vermek, Sana ait bir şeydir. Bu mevzuda bize de sabr-ı cemil ver.. إِنَّمَۤا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِۤي إِلَى اللهِ ‘Sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum.’ (Yûsuf sûresi, 12/86) sözü ve soluğuna ‘lebbeyk’ diyen Sensin.” beyanı bizlere bu duygu ve düşünceyi ilham etmektedir. Mü’min, لَۤا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ derken hem bu mânâyı hem de bu sözün Hazreti Yunus’un hayatında nasıl o müthiş harikalara vesile olduğunu düşünmeli ve kendi hayatında da -inşâallah- pek büyük hayırlara vesile olacağına inanmalıdır.
سُبْحَانَكَ kelimesi ise şu mânâya gelmektedir: Hazreti Yunus (aleyhisselâm) denize atıldığı anda deniz, balık, gecenin karanlığı, çeşit çeşit zulumât ve düşmanları âdeta onun aleyhinde ittifak etmiş gibi bir husus söz konusuydu. Bu durumda Hazreti Yunus’un öyle bir zâta teveccüh etmesi lâzımdı ki, o zâtın hem denize, hem balığa, hem de gecenin karanlığına hükmü geçsin. Bu da bi’l-külliye esbabı nefyedip ıztırar hâliyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmekle olacaktı. İşte tam da bu noktada Hazreti Yunus سُبْحَانَكَ demişti ki, bu söz, “Ben bütün esbabı, tesirden azlettim. Her şeyden sıyrılarak sadece ve sadece Sana döndüm. Sen tutarsan kurtulurum, Sen bırakırsan batarım.” anlamına gelmektedir.
Bir Hak dostu, konumuzla alâkalı başından geçen şöyle bir hâdise anlatmaktadır: Bu zat bir gün çarşıya indiğinde, orada kurulu panayırda bir ip cambazının ipin üzerinde yürüdüğünü ve ipin alt tarafında da bir palyaçonun etrafta toplanan halkı eğlendirdiğini görür. Tam bu sırada ip cambazının yapmış olduğu ters bir hareketten dolayı ayağı kayar ve düşmeye başlar. Bu noktada cambaz için esbap bi’l-külliye sukût etmiştir ve onun öyle birisine teveccüh etmesi lâzımdır ki orada onu muhafaza etsin. Ve öyle de olur. Yere düşmekte olan cambaz, bu sırada içinden gele gele ve dolu dolu öyle bir “Allah!” der ki, Cenâb-ı Hak yerdeki palyaçoyu vesile kılar ve cambaz, palyaçonun iri göbeğinin üzerine düşer. Bu arada palyaço ölür ve cambazsa kurtulur. Bu manzarayı Hak dostu şöyle değerlendirir: “Hayatımda bir kere böyle Allah deseydim, ben de kurtulurdum.”
Evet, esbap bi’l-külliye sukût edince O’na teveccüh edenlere Müsebbibü’l-Esbap bütün kudretiyle mütecellî olur. Mü’min, سُبْحَانَكَ sözüyle karaya, denize, havaya ve her şeye hükmü geçen, bütün kuvvetlere kuvveti yeten, bütün mücadelelerinde ona zahîr olan, onu bu yola sevk edip vazifelendiren, tavzif ettiği şeyi de yapmak Kendisine ait bulunan, kulluk yalnız Kendisine yapılan ve bu ağır mükellefiyet altında ezilmeden kurtulması da yine O’na ait olan Cenâb-ı Hakk’a, “Allah’ım! Seni tesbih u takdis ederim. Sen bütün noksanlıklardan münezzeh ve müberrasın.” demektedir.
إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ’e gelince; bu ifadeyle mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın, kendi nefislerine nazar-ı merhametini celb etme adına şöyle demektedir: “Yâ Rabbi! Biz, hemen çoğumuzu aldatan ve şaşırtan duygularla donatılmış varlıklarız. Yer yer şehvetimiz ve öfkemiz galebe çalabilir.. sabırsızlık bize hükmedebilir ve biz bütün bununla nefsimize zulmetmiş olabiliriz. Bu perişaniyetimizi Senin huzurunda dillendiriyor, takatsizliğimizi ve güçsüzlüğümüzü seslendiriyor, elimizden bir şey gelmedigini ifade ile Senin sonsuz kuvvetine sığınıyoruz. Nazar-ı merhametini bizlerden esirgeme! Senin gibi merhametli bir Zât, bizim gibi defalarca düşmüş-kalkmış kimselere imdat etmezse onları kimse kurtaramaz. İşte bizim bu hâlimizi, Senin de o mübarek, mukaddes, müberra, muallâ ve münezzeh hususiyetini Sana arz ediyor, hakkımızda nazar-ı merhametini diliyor ve dileniyoruz.” Evet, işte bu şekilde düşündüğümüz takdirde Cenâb-ı Hakk’ın nazar-ı merhametini celbetmiş oluruz.
Evet, Yunus İbn Metta üç tane mübarek kelime içinde, ancak her birerleri dünya ve ukba kapılarını açacak kelimelerle hissiyatını, bir nebiye yakışır şekilde, Rabbine takdim etmiş ve bu duayı okur okumaz sırlı bir elektrik düğmesine dokunur gibi balığın karnı onun için bir tahte’l-bahr (deniz altı) olmuş.. ve bu tahte’l-bahr onu sahil-i selâmete çıkarmış.. o sahilde şecere-i yaktîn, onu koruyan ve gölge edici bir ağaç hâline gelmiş.. daha sonra da Hazreti Yunus, ümitle dopdolu bir şekilde cemaatinin içine dönmüş ve onların irşadına vesile olmuştur. Bazı mânâ büyükleri لَۤا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ ifadesini akşam ile yatsı arasında otuz üç kere okumayı tavsiye edegelmişlerdir.[3]
Her şeyin en doğrusunu ancak Hazreti Allah (celle celalühü) bilir.
[1] Bkz.: Bediüzzaman, Lem'alar s.6 (Birinci Lem’a).
[2] Bkz.: Sâffât sûresi, 37/147-148.
[3] Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s. 3.
- tarihinde hazırlandı.