Değişimin ardındaki mesaj
Soru: Kâinat, ilk yaratılışında böyle tagayyürlü, inkılâplı, mâil-i inhidam bir surette yaratılacağına, ebede elverişli olarak sabit bir şekilde yaratılsaydı; bu, tahripten sonra ebediyete kâbil, sağlam bir şekilde yapılmasından daha iyi olmaz mıydı? Kâinatın değişmelere açık yaratılmasının hikmetini açıklar mısınız?
İsterseniz önce soruyu biraz daha açalım. Biz, tagayyür ve tebeddül eden, eczası, efradı ve mürekkebâtıyla her an değişen, eskilerin “mütehavvil” dedikleri bir kâinatta, kâinatın bir parçası olan yerküre üzerinde yaşıyoruz. Yapısı gereği yeryüzünde her an çeşitli olmalar, solmalar, ölmeler ve yok olmalar birbirini takip edip durmaktadır. Bizler, kâinatı, devamlı bir surette yıkılan, yok olan bir sinema şeridi gibi seyretmekteyiz. Sonunda birgün dünya tamamen harap olacak, her şey değişecek, “yer başka bir yere, gökler de başka türlü göklere çevrilecek. Ve bütün insanlar kabirlerinden kalkıp tek hâkim olan Allah’ın huzuruna çıkarılacaktır.” (İbrahim sûresi, 14/48) Evet, yer değişecek, gökler de değişecek; bugünkünden başka bir hâl ve başka bir vaziyet alacaklardır. Kâinat, varabileceği noktaya vararak safileşip her şey huzur ve sükûnet kazandığı zaman da insanlar Allah’ın huzuruna çıkacaklardır.
Zannediyorum soruda, “Cenâb-ı Hakk’ın kâinatı baştan böyle değişmelere göre yaratmasının hikmeti nedir?” diye soruluyor. Esasen buna itiraz edilemez; sadece hikmeti sorulabilir. Zira O (celle celaluhu), İbrahim Hakkı’nın ifadeleriyle:
Her işte hikmeti vardır,
Abes iş işlemez Allah.
O’na bir kimse cebrile
Bir iş işletemez asla.
Ne kim Kendi murad eder,
Vücuda ol gelir billah.
olan bir Zât’tır. Evet O, Hâkim-i Mutlak, فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ1, يَفْعَلُ مَا يَشَاءُ2 “Murad ettiğini, dilediğini yapar.” evsafı ile vasıflandırılan bir Zât-ı Ecell-i Âlâ’dır. Neyi diler, neyi murad ederse, o olur ve olanda ne derin hikmetler vardır.
Bu hususu tespit ettikten sonra diyebiliriz ki, kâinatın böyle değişime açık yaratılmasının pek çok hikmeti vardır. Bunlardan bazıları şunlar olabilir:
Muhtelif yerlerde ifade ettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hak kevn ü fesad içinde olan bütün mekânı, şe’n-i rubûbiyetini başka başka aynalarda görmek ve göstermek için yaratmıştır. Esmâ-i ilâhiyesini ve sıfât-ı sübhaniyesini moleküllerin ve onlardan meydana gelen mürekkebâtın farklı aynalarında Zât’ını müşâhede etmek için yaratmıştır. Bu arada insan da, Sâni-i Âzam olan O muhteşem Yaratıcı’nın şe’n-i rubûbiyetini gösteren harika bir model ve aynadır. Zât-ı Bârî hakkında kullanmaktan çekindiğimiz, O’nun “şe’n” hakikatini, Türkçemizde tam olarak karşılamasa da, “istidat” ve “kabiliyet” kelimeleriyle ifade edecek olursak, O’ndaki “şe’n”, bizde “kabiliyet” ve “istidat” hâlinde tecellî etmiştir. Tabir caizse, Sanatkâr-ı Âzam, münezzeh kabiliyet ve istidadını –doğru ifadesiyle– “şe’n-i rubûbiyet”ini göstermek için bu kâinatı yaratmıştır denebilir.
Ayrıca bu fizikî âlemin hilkati başladığı andan bugüne ve bugünden kıyamete kadar geçirdiği/geçireceği çeşitli safhalar vardır. Allah’ın bu kâinatı ilk yarattığı, güneşlerin kopup bugünkü şeklini aldığı zamandan, Allah’ın emri ve izniyle küre-i arzın şekillendirilmesi devresine, oradan karbon devrine ve bitkilerin göklere doğru boy atıp uzadıkları ve en son olarak da insanın yaratıldığı zamanı düşündüğümüzde, bütün bunların birbirini takip eden inkılâplar olduğunu görürüz. Mesela, tarlaya bir tohum atıyoruz. Bu tohum, toprağın altına giriyor ve tedricîlik içinde neşv ü nema buluyor. Evvelâ, tohum yerin altındaki sızıntılarla bir kontak kurduktan sonra havanın sıcaklığı, toprağın da nemi sırtını okşadığı zaman o da heyecana geliyor. Ve sonra ukde-i hayatiye olan çekirdekten bir filizcik başını dışarıya çıkarıyor. Çıkarırken de yaşamasına müsait bir hava ve Güneş’in baş okşayıcı ışınlarıyla karşı karşıya geliyor. Ve derken peşipeşine inkılâplar geçiriyor. Tohum çürüyüp gidiyor ama, yeni bir filiz çıkarıyor. Derken bir kök, bir dal meydana geliyor. Tahavvül ede ede başak verebilecek hâle geliyor.
İşte bu değişim ve dönüşümler en büyük âlemlerden en küçük âlemlere kadar her şeyde cereyan ediyor. Dahası, Kur’ân’ın ifadesiyle, anne karnındaki cenine kadar bu değişim her alanda cereyan ediyor. Küçük bir sperm anne karnında, rahimde, daha evvel kendisi için hazırlanmış, çeşitli gıda maddelerini hâvî cidarlarından birisine yapışıyor ve dönüşüm ve değişimini devam ettiriyor. Ondan sonra da çeşitli değişmelere maruz kalıyor. Değişe değişe nihayet insan şeklini kazanıyor ki, biz bunları Kur’ân-ı Kerim’in açık ifadelerinde görüyoruz.[3] Evet, işte bütün bunlarda, Cenâb-ı Hakk’ın, şe’n-i rubûbiyetini görmeyi ve göstermeyi murad ettiği hissediliyor.
Allah’ın yaratmasının değişik dairelerde muhtelif mertebeleri söz konusudur. Yüce Yaratıcı’ya ait “Hâlık” isminin en küçük dairede tecellîsi, yumurtanın içindeki tohumla, buğdayın ve arpanın içindeki çekirdekle, insanoğlunda da sperm ve yumurta perdesi arkasında meydana gelir. Âzam derecede bu tecellîyi görebilmek için, Hâlık isminin tecellî ettiği bütün safahatı görmek lâzımdır ki, insan ciddi bir fikre sahip olabilsin.
“Allah nasıl bir yaratıcıdır?” sualine karşı deriz ki: O, öyle bir hâlıktır ki, hiç yoktan gazları yaratır, varlığı üzerinde münakaşa yapılıp yeni fikirler ortaya atılan esiri (eter) var eder. Atomu, atomun partiküllerini O yaratır. Bunları varettiği gibi O, daha büyük şeyleri ve farklı mürekkepleri de yaratır. O Yüce Yaratıcı yarattıklarını bir gaz çorbası hâline getirip katar, karıştırır ve en küçüğünden en büyüğüne kadar yaratmanın çeşitli safhalarında “Hâlık”, “Bârî”, “Musavvir” isimleriyle her şeyi şekillendirir. Biz kat’iyen biliyoruz ki, bir nergise şekil verme işi başka, bir yasemine şekil verme işi başka, bir buğdaya şekil verme işi daha başkadır. Hâlbuki bu farklı şekil vermelerin hepsi, Allah’ın emir ve iradesiyle “Musavvir” ismine aittir. “Musavvir” ismi sadece tek dairede değil, belki tasvîrin söz konusu olduğu bütün dairelerde tecellî edecek ki, Allah’ın nasıl bir “Musavvir” olduğu görülsün.
Kâinattaki çeşitli varlıkları müşâhede ettiğimizde “Musavvir” ismi hakkında kat’i bir kanaat elde ederiz. Evet, Allah, falan ressam gibi sadece belli resimlere inhisar-ı fikir eden, sadece onları yapıp enzâr-ı âleme arz eden biri değil, O, bilakis yeryüzünde her baharda rengârenk sanatlarını insanların temaşasına arz eden bir “Musavvir”dir. Allah, “Rahmân’dır”; dolayısıyla “Rezzâk’tır” (“Rahmân”ın bir mânâsı da “Rezzâk”tır). O, nasıl rızık verir? Ağaca verdiği rızık insana verdiği rızıktan farklıdır. Ona ağız ve mide vermemiştir. İnsanla bitkiler arasındaki rızıklanma mevzuu tamamen terstir. Bitkiler, insanın attığı şeyi alır, onun muhtaç olduğu şeyi de dışarıya atarlar. Binaenaleyh ağaçta “Rezzâk” ismi, Allah’ın ona karbondioksit yudumlatmasıyla olur. Keza, “Rezzâk” isminin bir amipteki tecellîsiyle insandaki tecellîsi de tamamen birbirinden ayrıdır. Öyleyse bir mikroptan bir gergedana, yani en küçük varlıktan en büyüğüne kadar bütün mevcudatta “Rezzâk” isminin tecellî ettiğini görebilmek için hepsinin nasıl rızıklandırıldığını, rızkı nasıl hazmettiklerini, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmâniyet’inden nasıl istifade ettiklerini görmek gerekir ki, Allah hakkında bir fikre sahip olabilelim.
İşte bunun gibi, tâ bidayet-i âlemden (kâinatın yaratılışı) bugüne ne kadar tebeddül ve tagayyür varsa bunların hepsi esmâ-i ilâhiyenin bir mertebe ve bir derecedeki tecellîsinden ibarettir. Cenâb-ı Hak, kâinatı şe’n-i rubûbiyetini izhar için yaratıp bir kitap hâlinde bizim nazarımıza arz etmiştir. Bu muhteşem kitabın bir fihristi olarak da insanı yaratmıştır. Bu fihristte ve bu kitapta, bütün şe’n-i rubûbiyetini göstermesi, O’nun ilâh olmasının lâzımıdır. Biz de O’nu, işte kâinata serpiştirdiği bu işaretlerle tanıyoruz.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için avamca bir misalle bir tahşiyede bulunmak istiyorum: İyi inşaatçı, fevkalâde ressam, müthiş bir hattat, aynı zamanda marangoz ve fevkalâde avize yapan, bunların yanında mükemmel elektrik malzemesi döşeyen bir zat düşünelim. Bu kişi, bütün maharetlerini göstermek için bir bina yapmayı düşünüyor ve yapmaya başlıyor. Bu zat, önceki safhalarla alâkalı bize bilgi vermeden sadece en son şekliyle getirdiği avizelere bakarak, onun elinden nelerin gelebileceğini tam olarak bilemeyiz. Bize bütün maharetleriyle kendisini tanıttırması için, bütün maharetlerini ayrı ayrı şeritlerle bir sinema perdesinde nazarımıza arz etmesi, bizim için konuyu anlama adına çok önemlidir. İşte Cenâb-ı Hak da kâinata bu işaretleri koyarak onları bizim nazarımıza arz etmiştir. Çünkü kâinattaki her şey Allah’ı tanıtmaya matuftur.
Aslında biz bu dünyada bir talim ve terbiyeye tâbiyiz ve burada tahsilimizi ikmâl etmekle mükellefiz. Bu talim ve terbiye ile istidat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirip öbür âleme liyakat kazanacağız. Talim ve terbiyemiz de, mârifet-i ilâhî, muhabbet-i ilâhî ve şevk u cezbedir. Bunu kazanacağımız ana kadar Mevlâ gösterdiği her şeyi bu değişimler dünyasında bize gösterecektir. Öbür âlemde ise mârifet tamamlanmış, muhabbet doruk noktasına ulaşmış, insanlar aşk u vecd içinde kendilerinden geçmiş, Mevlâ-i Müteâl’in müşâhedesi ile mest ve sermest olacaklardır. Allahu a’lem.
[1] Hûd sûresi, 11/107; Bürûc sûresi, 85/16.
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/40; Hac sûresi, 22/18.
[3] Bkz.: Hac sûresi, 22/5; Mü’minûn sûresi, 23/14.
- tarihinde hazırlandı.