Âfâkî ve enfüsî tefekkür
Soru: Bir yerde “Âfâkî tefekkürde derinleşme kesrette boğulmayı intaç eder.”[1] deniyor. Bu derinleşmenin anlamı ve sırrı ne olabilir. Âfâkî tefekkürün enfüsî tefekkürle mukayesesi nasıl olur?
Âfâk, ufkun; enfüs de nefsin çoğuludur. Ufuk, bize göre dağların zirveleri, güneşin doğup battığı yerlerdir. Diğer bir tabirle; zeminin, semanın etekleriyle birleştiği yere ufuk ve onun çoğuluna da âfâk denir. Dolayısıyla da bu sahadaki tefekküre âfâkî tefekkür diyoruz ki, bununla kastedilen de insanın dışındaki bütün dünya ve kâinatlardır.
Enfüs ise nefsin çoğulu olup, insanın mânâ ve maddesi demektir. Ayrıca, insanın özüne ve onun içinde şeytanın yaptıklarını yapana da nefis denir. Bir mânâda o, şehvet, gazap, hiddet, öfke, hırs, kapris ve inat gibi çeşitli duyguların bir araya gelmesiyle oluşan mekanizmanın başında bir santral memuru gibidir. İhtimal, şeytan onun vasıtasıyla bizimle münasebet kurup değişik tesvîlatta bulunur ve bize zarar vermek için bazen şehveti ve gazabı, bazen inat ve kini kullanır; hatta yerinde, vahyin ışığıyla aydınlanmamış ve terbiye görmemiş azgın aklı kullanır ve bunlarla da bizlere zarar verir.
Soruda bahsedilen nefsin bir diğer yorumu da mahiyet-i insaniyedir. Bu, وَلَا تَقْتُلُۤوا أَنْفُسَكُمْ “Kendi kendinizi öldürmeyiniz.” (Nisâ sûresi, 4/29) ile anlatılan nefistir, yani insanın zatıdır. Nefsin korunması usûl-ü hamseden (hukuken korunması gereken beş temel prensip) biridir. Burada kastedilen şey de işte budur ve bu sahadaki tefekküre enfüsî (nefisle alâkalı) tefekkür denmektedir.
Evet, insan böyle iki çeşit tefekkürle mükelleftir. Kur’ân’da bu iki tefekkür çok defa yan yana anlatılır. Mesela, bir âyette o, “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/190) der. Keza, “O kâfirler bakıp da düşünmezler mi: Deve nasıl yaratılmış? Gök nasıl kurulup uçsuz bucaksız yükseltilmiş? Dağlar nasıl da yeri tutup, dengeleyen direkler hâlinde dikilmiş. Yeryüzü nasıl yayılıp hayata elverişli kılınmış?” (Ğâşiye sûresi, 88/17-20) diyerek, insanları böyle kapsamlı bir tefekküre yöneltir. Benzeri âyetler çoğu zaman, “Hâlâ düşünmüyorlar mı? Hâlâ akıllarını kullanmıyorlar mı?” şeklinde de ifade edilir.
Kur’ân’da çok defa âfâkî tefekküre davetten sonra insan hemen enfüsî tefekküre yönlendirilir ve eliniz, ayağınız, renkleriniz, diliniz, lehçeleriniz, uzuvlarınızdan söz edilir. Böylece o, âfâkî tefekkürün hemen arkasından enfüsî tefekküre geçer. Geniş dairede kâinat kitabındaki tefekkürü müteakip zihnimiz dağılmasın diye daha küçük mikyasta karşımıza koyduğu küçük bir kitap sayılan; kâinat kitabının fihristi insanın iç dünyasında bizi mütalâaya sevk eder. Mesela, “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde düşünen insanlar için elbette birçok ibretler ve dersler vardır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/190) dedikten sonra hemen رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلًا “Ey büyük Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın…” (Âl-i İmrân sûresi, 3/191) ifadesiyle devam eder ki, bu bütünüyle bir âfâkî tefekkürdür. Bazen de وَفِۤي أَنْفُسِكُمْ “Bizzat kendi varlıklarınızda da böyle deliller vardır.” (Zâriyât sûresi, 51/21) deyiverir. Görüldüğü gibi burada Cenâb-ı Hak, semaları nazara verip, Allah’ın vaat ve vaîdlerinin oradan geleceğini, her şeyin oradan başladığını, insanların başına kıyametlerin oradan kopacağını söyledikten hemen sonra; “Nefislerinizde de basîretinizi açıp derinleşmek, im’ân-ı nazar etmek istemiyor musunuz hâlâ?” denilmektedir ki bu da âfâkî ve enfüsî tefekkürün ne kadar iç içe olduğunu gösterir.
Tekrar edelim, biz, kâinatın geniş kitabı hakkında düşünmeye âfâkî tefekkür diyoruz. Fiziğin, kimyanın, astronominin ışığı altında, onların açtığı yolda, Cenâb-ı Hakk’ın varlığına, birliğine, O’nun Zât, sıfât ve esmâsının delillerine, hatta daha da derinleşerek, sıfatlar ufkuna, dahası O’nun Zât’ını görme ve bilme arzusuna, düşünce mülâhazalarına girer, sonra yine döner kendi nefsimizde düşüncelere dalarız.
Mesela, gözlerimizi ele alalım; onları daha yakından gördüğümüz için tümsekliğini, adesesini, merceğini, kısacası onun her yanını tefekkür ederiz. Güneş’le gözümüz arasındaki münasebeti görmek için, görülebilen ışık dalga boylarının gözümüzün retinasındaki ışık alıcı hücreler tarafından emilecek ve hissedilecek mahiyette olmasını, insanın ancak milyonda dört-beş görme gibi dar dairede görme ile taltif edilmesini veya görebilecek mahiyette yaratılmasını düşünür ve bu müktesebatla daha uzakları doğru okumaya hazır hâle geliriz. Öyle ki artık bu temaşa, elimize verilen bir kitapta hakâiki takip gibi bir şey olur..
Sonra ellerimize bakarız. Gökteki yıldızlara âfâkî tefekkür adına baktığımız gibi, enfüsî tefekkür için de parmaklarımız, parmaklarımızın mafsalları, parmak arasındaki kuvvet dengesi, ellerimizin belli parçalardan meydana gelmesi ve âzamî tasarruf prensibiyle beş parmak tek bir el ayasıyla pek çok şeyler yapar durumda bulunması, bununla zevk alınacak şeylerden zevk ve lezzet alması, gerektiğinde hasımlarımıza karşı bir müdafaa âleti hâlini alması… vs. Evet, işte bütün bunları görüp düşündüğümüzde, “Allah bir alet yapmış ama onunla bin işi birden gördürüyor.” deriz. Böyle bin çeşit işi yaptırtmak için, bütün insanlar, şu andaki teknik imkânlarıyla seferber olsalar, yine de aynı şekilde başarılı olamazlar; olsalar bile çok komik ve estetik derinlikten mahrum, sevimsiz bir şey yapabilirler. Öyle olduğu da ayan-beyan meydanda. Ya o yüz şeyi birden yapan ellerimiz öyle mi..? İşte enfüste/içimizde bu şekilde düşündüğümüz zaman, سُبْحَانَ مَنْ خَلَقَ “Seni halkeden Allah mukaddes ve müberradır.” demekten kendimizi alamayız. Bunun gibi, ayağınızı, midenizi, kalbinizi ve tek tek bütün azalarınızı düşünün… Bunların her biri muhtevalı bir kitap gibi size neler ve neler anlatır.
Evet, kendi içimizde ve dış dünyada yaptığımız bu tefekküre, enfüsî ve âfâkî tefekkür diyoruz. Ne var ki insanlar tefekkür ederken, evvelâ enfüsî tefekkürle işe başlamalıdırlar. Bu bir bakıma, kitabın fihristinde, kitabın muhtevasını tanımadır ki, nerede hangi konu var bilinsin ve şaşkınlığa düşülmesin, yanlış sonuçlara varılmasın.
Evet, insan evvelâ kendi enfüsünde tefekkür etmeli ve meselâ, “Bu simada, bir sûret-i Rahmâniyet var.. Bunu yaratan O… Bu letâifi onda aksettiren yine O… Şu kulak, ancak O Rahmân’ın eliyle oraya takılmış olmalı… Bu gözün O’nun eliyle oraya yerleştirildiği açık…” demelidir. Sonra bütün bu mânâlar birden nazara alınarak “vicdan musaddıkı”na emanet edilmeli; yani enfüsî tefekkürle oraya bir petek konarak, fikir arılarının getirdikleri çiçeklerin, peteğin gözlerinde bala dönüştürülmeleri sağlanmalıdır, aksine enfüsî tefekkürle bir petek oluşmamışsa, zihin arısı, âfâkî tefekkürle getirdiği balı koyacak petek bulamayacak, boşuna gel-git yaşayacaktır ki bu da dibi delik bir kovayla, dipsiz bir kuyudan su çekme gibi bir şey olacaktır. Öyle olunca da kat’iyen matlûba varılamayacak, netice elde edilemeyecek ve düşüncede gaye olan; bilginin, içimizde mârifet hüzmelerine dönüşmesi gerçekleşmeyecektir; enfüsî tefekkürledir ki her türlü bilgi sağlama bağlanmakta ve âfâkî tefekkür de bizim için mahz-ı mârifet olmaktadır.
Biz şimdi –inşâallah– içimizde mayaladığımız bu duygu ve düşünceyle, gözlerimizi semaya çevirip, onun berrak çehresinde, yıldızlarla yaldızlanmış simasını görecek ve şâirâne ilhamlarla coşup; “Gökyüzünü yıldızlarla yaldızlayan Allah’ım! Sen ne muteâlsin! Bunların verâsında Cehennem’i tutuşturan Sen ne âdilsin! Cennet’i nurunla aydınlatan Sen ne rahîmsin! Oraları meleklerin sekenesi yapan Sen ne kadîrsin!” deriz Bediüzzaman Hazretleri’nin yıldızları konuşturan Yıldızname’sinde dediği gibi:
İşittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,
Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz..
Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize müsebbihiz, zikrederiz âbidâne..
Kehkeşanın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz.[2]
der ve bu mülâhazalarla Rabbimiz’in karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde eğiliriz…
Bu bakımdandır ki ehl-i irfan, daha önce turuk-u âliye ile, daha sonra da bu yolla, evvelâ enfüsî tefekkürde derinleşmiş daha sonra da dıştan gelen âfâkî tefekkürle fikren şekillenmişlerdir.
Felsefeciler ise kâinatın ihata edilmez engin köşelerinden işe başlamış ve “karadelik” demiş, yıldızların mahiyetini hecelemiş ve hiçbir şeyi alıp sonuna kadar götürememişlerdir. Yer yer karadelikler gibi karanlık düşüncelerden bahsetmiş, insanın içinde bedbinlik ve karamsarlık hâsıl etmekten başka hiçbir şey yapamamışlardır. İşte felsefenin karanlık meseleleriyle bizim elimizdeki pürenvâr kitapların nurefşân meseleleri arasındaki fark da bundan neş’et etmektedir.
[1] Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye s. 133 (Habbe, Zeylü’z-Zeyl).
[2] Bediüzzaman, Sözler s.242 (On Sekizinci Söz, İkinci Makam); s. 657 (Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf); Mektubat s. 18 (Dördüncü Mektup); Asâ-yı Musa s. 147 (Hüccetullahi'l-Bâliğa Risalesi); Tarihçe-i Hayat s. 162 (Barla Hayatı).
- tarihinde hazırlandı.