İradenin Fonksiyonu
Biz, insan iradesine mevcud nazarıyla bakmıyoruz. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat dediğimiz ve Müslümanların, itikadî meselelerde ekseriyetini temsil eden görüşe göre bu böyledir.
Varlığımızı meydana getiren bütün uzuvları teker teker sayarak onların mevcud olduğunu ve Allah tarafından yaratılmış bulunduklarını kabul ederiz. Meselâ, benim bir başım vardır, bu bir mevcuddur ve Allah tarafından yaratılmıştır. Bir burnum var, o da Allah tarafından yaratılmıştır. Ayaklarım var, kollarım var, gözlerim var ve bütün bunlar Allah tarafından yaratılmıştır. Ancak irade için aynı cümleyi tekrar edemeyiz. İrademiz vardır; fakat hâricî bir vücudu olmadığı için yaratılmış değildir. Onun için biz irademize mevcud nazarıyla bakamayız. Mevcud olmayan şeyler yaratılmayan şeylerdir ama bütün bunlar da Allah tarafından bilinir. Yani ilmî plânda onların da bir vücudu vardır. Fakat onlara irade ve kudret taalluk etmemiştir. Eğer aksi bahis mevzûu olsaydı, yani irademiz de diğer uzviyatımız gibi haricî vücud noktasında var ve yaratılmış olsaydı işte o zaman araya cebir girerdi.
Nasıl Cenâb-ı Hak, bizi yaratırken cebrî olarak yarattı. Bizi bize sormadı. Onun gibi irademiz de böyle yaratılmış olsaydı, işlenenlerin hiçbirinden mes'ul olma gibi bir durum söz konusu edilemezdi.
Tabiî ki hiç kimse yaptığı hasenâta mukabil mükâfat da talep edemezdi. Çünkü ne iyiliği ne de kötülüğü yapan başka türlü yapmaya muktedir olamazdı. Halbuki burada durum böyle değildir. İnsan iradesi bizzat mevcud olarak yaratılmamıştır. Belki ona itibarî bir vücud verilmiştir. Hendesedeki itibarî ve farazî hatlar gibi, irade ve cüz'i ihtiyarînin de itibarî ve farazî bir vücudu vardır. Böyle bir varlığı ve böyle bir vücudu ise, herhangi bir tartı ve ölçü ile değerlendirmek mümkün değildir.
İşte irade, hiçbir ağırlığı olmayan böyle izafî bir vücuda sahiptir. Şu kadar var ki o, Cenâb-ı Hakk'ın icraat ve yaratmasına bir şart-ı âdîdir. Yani o kendine düşeni yaptığı zaman -ki bu ya meyelandır ya da meyelandaki tasarruftur- Cenâb-ı Hak onun istediği fiili yaratır. Demek oluyor ki, ister meyelan, isterse meyelandaki tasarruf, haddizâtında haricî bir vücuda sahip olmamakla beraber, yaratma işi bu meyelan veya meyelandaki tasarrufa bağlı kılındığı içindir ki, irade apayrı bir değer ve kıymet kazanmaktadır.
İsterseniz bunu da avamca bir misâlle müşahhaslaştıralım. Elimizdeki plân ve projenin, binanın yapılması adına hiçbir tesir ve müdâhalesi yoktur. Bu plân ve projeyi isterseniz hergün yanınızda taşıyın ve gözünüzü ondan hiç ayırmayın, binanın yapımı adına bir milim mesafe alamazsınız. Bu yönüyle plân ve projenin hiçbir değer ve kıymeti yoktur. Ama siz ne zaman binanın yapımı işine mübaşeret ederseniz, işte o zaman bu plân ve proje apayrı bir değer ve kıymet kazanacaktır. Çünkü o olmadan sizin böyle bir bina yapmanız mümkün değildir. İnsanın iradesi de böyle bir plân ve proje gibidir. Aynen o da farazî hatlardan ve çizgilerden ibarettir. 'Cüz'i ihtiyarî' veya 'irade-i cüz'iye' dediğimiz bu plânın ifade ettiği mânâyı vücuda getirecek ise Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasıdır. Fakat dikkat edilecek olursa, Allah'ın yaratması bu plâna göre olmaktadır. Zaten mes'ûliyetin kaynağı da iradeye ait bu fonksiyondur.
Bizim irademiz zâtında kıymet ve ağırlığı olmayan birşey olsa bile, işlerimizi yaratacak olan Allah, bu plân üzerine yaratacağı için, biz bu yaratılacak şeye sebebiyet vermekteyiz. Yaratılmasına sebep olduğumuz 'hasenât' ise mükafât kazanırız; yok eğer 'seyyiât' ise cezaya çarptırılırız. Görülüyor ki, çok mühim ve büyük neticeler hep bu farazî, nazarî ve şart-ı âdî olan irade üzerinde dönüp durmaktadır. Öyle ise mutlak cebir yoktur; ancak şartlı cebir vardır. Yaratan Allah'tır; ama insanın iradesini kendi yaratmasına âdî bir şart yapmıştır. İnsan bu noktada iyi düşünmeli ve kader ile irade arasındaki dengeyi korumalıdır. Esasen kader mevzûunun en mu'dil mes'elelerinden birine girmiş olduk. Onun için mevzûu birkaç misâlle anlatmaya çalışalım:
Siz büyük bir elektrik mekanizmasının düğmesine dokunuyorsunuz. Halbuki bu büyük mekanizmayı hazırlayan başkasıdır. O, öyle bir sistem kurmuştur ki, siz düğmeye dokunur dokunmaz âdeta bütün cihanı ışığa boğuyorsunuz. Yaptığınız bu küçük işle meydana gelen bu büyük netice arasında ma'kul bir münasebet görülmüyor. Sebep ve netice arasında hiçbir tenasüp ve uygunluk yok. Bu bir bakıma peygamberin mucizeleri gibi...
Diğer taraftan fizik dünyamızla alâkalı olan işlere de bunu kıyas edebiliriz. İşte, size yediğiniz bir lokmanın serencamesi: Siz diyorsunuz ki 'Yemek yedik.' Ben de diyorum ki 'Hayır, yemek yemedik. Allah bize yemek yedirdi.' Belki benim bu sözümü siz, evvela, bir saygı ifadesi olarak kabulleneceksiniz. Fakat mes'elenin tetkikini yaptığınızda göreceksiniz ki, esas doğru olan benim söylediğimmiş. Nasıl mı? İşte bakın:
Lokmayı ağzımıza götürüyoruz. O lokmayı bize kim verdi? O lokma o hâle gelinceye kadar hangi devrelerden geçti? Güneş ona nasıl ocaklık yaptı? Zemin onu hangi şartlarda yetiştirdi? Kimin suyu ile suladınız ve ona kimin havasını teneffüs ettirdiniz?
Daha sonra ağzınıza götürdüğünüz o lokmayı başka bir mekanizma devralır. Ondan sonra olup bitenlerden ise, ne bir haberiniz ne de müdâhaleniz olur. Yemek yemeyi ve yenileni hazmetmeyi kendi iradenizle yapmaya çalışsanız, bazen dilinizi çiğnersiniz, bazen mideyi çalıştırmayı unutursunuz, bazen de mideyi çalıştırmaktan usanır ve bağırsaklara öğütülmemiş şeyler gönderirsiniz. Halbuki lokma ağzımıza girdiği anda, hatta bazen onu sadece görmekle ağzımız sulanmaya başlar. Ağzımıza aldığımız lokmanın çeşidine göre bir kısım asitler ifraz edilir. İfraz edilen asidin miktarı ağzımızdaki lokmanın durumuna göre değişir. Miktar ve çeşit ne olursa olsun aynı asitler salgılanacak olsaydı hiçbir zaman istenen netice hâsıl olmazdı. Demek ki salgı bezleri faaliyete geçerken ağzımıza aldığımız lokmanın hazmının güçlük veya kolaylığına göre bir fonksiyon icra ediyor.
Midenin faaliyeti çok daha komplekstir. O da vazifesini en küçük teferruatına kadar yerine getirir. Sonra on iki parmak bağırsağı ve karaciğer de kendilerine ait vazifeyi yerine getirirler. Karaciğer ki üçyüze yakın iş görmektedir. Fakat harıl harıl çalışan içimizdeki bu fabrikadan hiçbirimizin haberi yoktur. Orada her şey alabildiğine sessizdir. Daha sonra bağırsaklar faaliyete geçer. Kılcalları vasıtasıyla besinleri emmek ve damarlara aktarmak bağırsakların vazifeleri arasındadır. Böbrekte süzülme olur. Zararlı maddelerin idrar yollarını tıkamasına meydan verilmez. Böbrek faaliyetini sürdürürken, çalıştırdığı işçilerin yarısına iş gördürür, diğer yarısını ise ihtiyat kuvveti olarak yedekte bekletir. Sonra da ifrazat anındaki kolaylıkları hasıl edecek faaliyet seyri içine girilir. Şimdi lokmayı ağzımıza koyduk, bu andan son neticeye kadar bütün olup bitenleri, birer malumat olarak bilsek bile, faaliyette hiçbir dahlimiz ve müdâhalemiz olmaz. Bütün bu faaliyetleri yaratan doğrudan doğruya Allah'tır. Öyleyse mes'eleyi tekrar edelim, 'yemek yedim' demek mi doğrudur yoksa 'Allah yedirdi' demek mi? Ama biz mecâzî bir ifade yolunu seçiyor ve 'Yemek yedik' diyoruz. Kelimeyi hakiki mânâsında kullanmamız gerekirse 'Allah yedirdi' dememiz icap eder.
İşte mes'eleye bu noktadan baktığımızda, irademizle yaptığımız işlerde de durumun çok farklı olmadığını görürüz. Onun için bir teşbihle mes'eleyi mucizeye benzetmiş olduk. Bu benzetişteki ortak benzerlik (vech-i şebeh) her ikisinde de tenâsüb-ü illiyet prensibinin olmayışıdır. Bu şuna benzer: Koskocaman bir saray düşünün ki yanında bir karınca duruyor. Kalkıp da biri: 'Bu sarayı bu karınca yaptı' derse, işte bu söz tenasüb-ü illiyet prensibine göre inandırıcı olmaz. Peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de böyledir. Onun içindir ki bu mucizeler peygamberin peygamberliğine delil oluyor. Yani, biz bir beşerin elinden böyle hârikulâde eşyanın zuhurunu imkânsız gördüğümüz için mecburen diyoruz ki, -aslında öyledir de- bu mûcizeler o peygambere Allah tarafından veriliyor. İşte, bu hususlara binâen, bizim farazî bir hattan ibaret olan cüz'î iradelerimize bina edilmiş fiillerde de durum aynıdır.
Meselâ, Efendimiz eliyle işaret ediyor ve ay iki parça oluyor.(1) Aynı elin parmakları bir başka zaman on musluklu çeşme hâline geliyor.(2) Meydana gelen bu neticeleri, zahiren sebep gibi görünen eşyaya bina etmek mümkün olmadığı gibi, iradelerimize bina edilen bütün fiilleri de kendimize isnad etmemiz mümkün değildir. Her ikisini de yaratan Allah'tır.وَاللهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ âyeti, 'Sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı' (Sâffât, 37/96) diyerek bize bu hakikati ihtar ediyor. Bu mes'eleyi kabullenmek dinî bir zarurettir.
Peygamber Efendimiz bu zarurete işaret buyurmuş ve itizâlî düşüncelere düşenleri bu ümmetin Mecûsîleri olarak vasıflandırmış ve 'Her ümmetin, Mecûsileri vardır. Bu ümmetin Mecûsileri ise 'kader yoktur' diyenlerdir'(3) bu-yurmuştur. Zira onlar hayır ve şerri Allah'a vermemekte ve kulu kendi fiilinin yaratıcısı kabul etmektedirler. Önceleri 'Kaderiye' ismi cebre kail olanlara verilmişti. Ancak daha sonra hadîsin mânâsına uygun olarak bu isim kaderi inkâr edenlere verildi ve böylece isim hakiki sahibini bulmuş oldu. Günümüzde 'Kaderiye' yine Mu'tezile mezhebine denir ki, az farklılıkla eski mevcudiyetini muhafaza etmektedir.
İnsanın yaptığı işlerde kendine ait hiçbir fonksiyon yoktur düşüncesi de Cebriye mezhebine aittir. Halbuki yukarıda da ısrarla üzerinde durduğumuz gibi, bu görüş de doğru değildir. Ehl-i Sünnet mezhebi ise her ikisinden aldığı hakikatla orta yolu temsil eder. Bu yol ifrat ve tefritten korunmuş yoldur. Fiilimizi yaratan Allah'tır, fakat isteyen, talep eden bizleriz. Öyle ise mes'uliyet bize aittir. İşte Ehl-i Sünnet görüşü de budur..!
[1] Müslim, Münafikun, 43-47; Buharî, Menakıb, 27
[2] Buharî, Vudû, 46, 32; Menâkıb, 25, Eşribe 31; Müslim, Zühd, 74, Fedâil, 4-6
[3] İbn-i Mâce, Mukaddime, 10; Müsned, II/86, 125, V/407
- tarihinde hazırlandı.