Habis Ruhların ve Cinlerin Şerrinden Korunmak İçin Ne Yapılmalı ve Ne Okunmalıdır?
a. Evvelâ, Allah (celle celâluhu) ve Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile iyi münasebet kurup, İslâm'ın prensiplerine uyulmalıdır.
Bu işin birinci ve en sağlam yolu, Allah (celle celâluhu) ve Resûlü'yle (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok iyi münasebet kurmak, din-i mübin-i İslâm'ın prensiplerini hayatımıza hayat yapmak, gönülde derinleşmek ve tertemiz havamızla kendi âlemimizi yaşamaktır. Bir yandan bunları yaparken, bir yandan da habis ruhların sızabileceği hiçbir boşluk ve günah penceresi bırakmamak gerekir. Ruhta açılacak bir gedik, onların sızmasına zemin hazırlayabilir.
b. Fiilî ve kavlî dua ile Cenâb-ı Hakk'a (celle celâluhu) ilticâ edilmelidir.
Cinlerin ve habis ruhların şerlerinden korunmada ikinci önemli bir unsur, hususiyetle duanın kulluğumuzun bir parçası ve silahımız olarak dilimizden düşmemesidir. Evet, korunmamız, hâl-kâl, iç-dış, fiil-dil bütünlüğü ve birliği içinde olmalıdır.
Dua, fiilî ve kavlî olmak üzere iki şekildedir. Çiftçinin tarlayı sürmesi, tımar etmesi, ekmesi, sulaması fiilî dua; sonra da el açıp, "Yâ Rabbi, bereket ihsan eyle, rahmetini bol bol ver." diye yalvarması da kavlî duadır. Birinci dua olmaksızın ikincinin yapılması, insana herhangi bir şey kazandırmayacaktır. Buna karşılık, sadece fiilî dua ile yetinilmesi ise, yümün ve bereketi, hele hele kulluğu eksik bırakacak ve bütün yaptığı, başında bir olmayan sıfır yığınından ibaret kalacaktır.
Diyelim ki bir mü'min, "Yâ Rabbi, mü'minleri muzaffer eyle." diye dua eder; bu güzeldir ama, kâfi değildir. Çünkü, tek kanatla kuş uçmaz. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Bedir Savaşı öncesi eksiksiz hazırlık yapması ve sonra da bütün benliğiyle Allah'a yönelerek dua etmesi gösteriyor ki, fiilî dua yapılacak, yani, sebepler dairesinde yapılması gerekli olanlar yapılacak ve elden geldiğince sebeplere riayet edilecek, sonra da kavlî dua için eller açılacaktır.
Bunun gibi, vücudumuzda bir rahatsızlık ve hastalık hissettiğimizde hekime gitmemiz, ilaç kullanmamız birer fiilî duadır. Arkasından, şifayı verecek olan Cenâb-ı Hakk'a el açıp, şifa dilememiz de kavlî duadır. Bazen yalnız Allah'a teveccüh ve kavlî dua ile hastalıklarımız, baş ve diş ağrılarımız geçebilir ama, bazen de murad-ı ilâhî başka olur ve hekime müracaatımız istenir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Allah her derdin devasını yaratmıştır, tedavi olunuz."[1] buyurmakla, bu fiilî duaya bizi teşvik etmektedir. Şu kadar ki, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, şifayı Allah'tan (celle celâluhu) bilerek ve bir kulluk vazifesi olarak kavlî duamızı her hâlükârda yaparız.
Ne var ki, bazen münhasıran kavlî duanın yetmediği gibi, fiilî duanın yetmediği de olur. Ve Allah (celle celâluhu), şifayı bazen iki duaya birden, bazen de sadece birine bağlar. Her şey O'nun elindedir. Niceleri vardır ki, kavlî dua nedir bilmedikleri hâlde sıhhat içinde, zevk dolu bir hayat yaşarlar; buna karşılık, ilaç kullandıkları ve duayı da bir an için olsun ağızlarından düşürmedikleri hâlde, Allah'a (celle celâluhu) gönülden bağlı insanların hayatlarını dertlerle kıvrım kıvrım sürdürdükleri görülür. Böyle durumlarda biz, duamızın kabul olmadığını sanırız. Hâlbuki kabul etmek ayrı, cevap vermek ayrıdır. Her dua işitilir ve icabet edilir fakat bu icabet, istenilenin aynen verilmesi şeklinde olabileceği gibi, tehir edilip sonra verilmesi veya dünyada verilmeyip, ahirete bırakılması şekillerinde de olabilir; tamamen, Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine bağlıdır bu. Siz doktoru çağırdığınızda o, icabet eder gelir; fakat "Bana şu ilaçları ver." dediğiniz zaman, doktor o ilaçları size aynen vermeyebilir; neyi uygun görüyorsa onu verir ve uygun görmediğini de vermez ya da daha iyisini, daha faydalısını verir. Teşbihte hata olmasın, Cenâb-ı Hak da kulun dualarını her zaman duyar, duyduğunu duyurur ve onun kalbine huzur verir; çünkü O, insana şah damarından daha yakındır. Fakat hikmetinin muktezası olarak, kulunun her istediğini vermeyebilir; bu vermeyiş, bazen kulun yararına olacağı, bazen de ileride daha faydalı şekliyle vereceği içindir. Sonra, mülkün sahibi O'dur ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.. lütfu da hoştur, kahrı da. O, abes iş yapmaz; her yaptığında bir değil, bin hikmet vardır.
Ayrıca kat'iyen bilinmelidir ki, dua da namaz gibi bir kulluktur; sâfiyane, hâlisane, garazsız, ivazsız, karşılıksız ve dünyada peşin bir netice beklemeden yapılmalıdır. İnsan, saf ve dupduru bir gönülle O'na teveccüh edip, rızasını aramalıdır. Ama O, bazen lütuf ve keremiyle ihsanlarda bulunup kulunu hoşnut edebilir... Bu sebeple de, hemen neticesi alınsın ve çarçabuk hedefe nail olunsun diye yapılan dualar kabul görmeyebilir; hâlis ve safî olmadıkları için, kabul noktasına yükselmeleri mümkün olmayabilir...
Peşin ücretler için ısrarla dua edilmemeli ama, Hak kapısında devam ve sebatta mutlaka ısrarlı olunmalıdır. Rabbine ilticadan bir an dûr olmamak, daima hayırlı olanı istemek, günahların yaprak gibi döküldüğü, fazilet ve insanî değerlerin ziyadeleştiği o kapıda sadakatte bulunmak, sebat etmek ve imtihanda olduğumuzu unutmayarak neticeleri ahirette beklemek, samimî kul olmanın gereğidir.
c. Nezd-i Ulûhiyette makbul kimselerin duası alınmalıdır.
Nezd-i Ulûhiyette kıymet ifade eden duası makbul kimselere müracaat edip dua etmelerini istemek, çok önemli ve yararlıdır. Nitekim, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu şekil müracaatlar çok olurdu: Ahmed İbn Hanbel, Taberanî'nin rivayetlerinde Ümm-ü Hâni (radıyallâhu anha) naklediyor: "Allah'ın Resûlü'ne mecnun bir çocuk getirildi. Efendimiz ona dokunup, "Çık ey Allah'ın düşmanı!" buyurdu; sonra, çocuğun yüzünü yıkayıp dua etti ve çocukta hiçbir şey kalmadı."[2] Biz de, hüsnü zannımız olan böyle kimselere müracaat eder, onlardan dua dileriz. İnşâallah Cenâb-ı Hak da şifa ihsan eder.
Cinlere maruz kalındığında hemen cinlerle uğraşanlara gidecek olursak, bu bizde evhama yol açar ve kuvve-i mâneviyemizi kırabilir.. sonra, başkaları tarafından istismar da ediliriz. Ona gider iki muska, berikine gider iki muska alır ve zavallı hastayı muska hamalı hâline getiririz. Bu muskalardan bir tanesi kaybolacak olsa, hasta titremeye, korkmaya başlar ve ümitsizliğe düşer. Yani, şifa bulayım derken, daha fazla rahatsızlıklara düçar olur. Bu sebeple, dua ettirmek en iyisidir. Abdullah İbn Amr (radıyallâhu anh), çocuklarına dua öğretir, bilmeyenlerin de üzerine yazıp, kordu. Sonra, bu işe de çok bel bağlamamak lâzımdır. Zira, sahih hadis kaynaklarının rivayetine göre Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), 70 bin insanın sorgusuz-sualsiz Cennet'e gireceğini müjdelerken, bunları, pazubent bağlamayanlar, teşe'üm, tefe'ül ve muskaya itibar etmeyip Allah'a mütevekkil olanlar diye saymaktadır.[3] Onun için, hem duayı bırakmamak, hem de Allah'a (celle celâluhu) tevekkül etmek en iyisidir.
d. İnançlı psikiyatrist ve hekimlere gidilmelidir.
Bu mevzudaki diğer tavsiyemiz, materyalist ve inkârcı olmayan ve ruhlara, cinlere ve onların tesirlerine inanan ehil psikiyatrist ve hekimlerimize gidilmesidir. Fakat inanmayan ve kalb ve ruhun gıdasızlığından ve tatminsizlikten dolayı vicdan ve duyguları arasında muvazene kuramayıp düal yaşayan hekimler, habis ruhların hücumuna uğrayanları daha çok bataklığa teşvik edip, bunalımlı, stresli kimselere, "Git, kadınlarla münasebet kur, ye-iç, eğlen ve kötü düşüncelerini atmaya çalış." demektedirler. Böyle bir tavsiye, susuzluktan yanıp kavrulmuş birisine, "Biraz daha yan" diye deniz suyu vermek gibi bir şeydir. Zaten, hastayı hasta eden, kalbinin bağırsaklarına yedirilmesi, düşünce hayatının ölüp sönmesi ve habislerle düşüp kalkmasıydı. Evet, böyle düşünen tıp da, tabip de tek gözlü sayılır; kaybettiği diğer gözünü bulunca, o da ilerde müstakim görmeye başlayacaktır...
e. Âyetü'l-Kürsî, Muavvizeteyn vb. dualara müracaat edilmelidir.
Evvelâ, Allah'a (celle celâluhu) sığınma, O'na dehalet etme ve himayesine girme, bu mevzuda en önemli yeri olan bir husustur. Allahü Teâlâ'nın Kur'ân'da kullarına emrettiği de budur: "Sana şeytandan (şeytanî) bir dürtü olacak olursa, hemen Allah'a sığın."[4] yani "Eûzübillahimineşşeytânirracîm" de! Bu arada, Mü'minûn suresi 97. ve 98. âyetlerinin ezberlenip okunmasını da tavsiye edip geçelim.
Âyetü'l-Kürsî, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından bizzat tavsiye edilmiştir. Sahabi, zekât malına el uzatmak isteyen insan suretinde bir habis ruhu yakalamıştı. O habis ruh, kurtulmak için "Bırak beni, sana bizden kendini koruyacak dua öğreteyim: O, Âyetü'l-Kürsî'dir." demişti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, "O yalancıdır, fakat bu defa doğru söylemiş." şeklinde tenvirde bulunmuşlardı.[5]
Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) Yahudiler tarafından sihir yapıldığında Muavvizeteyn, yani Felak ve Nâs sûreleri okunarak sihir çözülmüştü.[6] Ayrıca Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Âişe Validemiz'in (radıyallâhu anhâ) beyanıyla, sabah-akşam "Üçer defa Felak ve Nâs sûrelerini okur, birbirine birleştirdiği avuçlarının içine üfler ve her defasında ellerini vücudunun erişebildiği yerlerine sürerdi."[7]
Yine, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sabah-akşam üçer defa بِسْمِ اللّٰهِ الَّذِي لَا يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ derdi ki -biiznillah- felce maruz kalmamanın teminatıdır.[8] Yine, أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللّٰهِ التَّامَّاتِ مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ وَمِنْ كُلِّ عَيْنٍ لاَمَّةٍ de, tavsiye[9] ve tecrübe edilen dualar arasındadır.
İmam Gazzâlî'nin bu husustaki tavsiyesi, 1 kere Bismillâhirrahmânirrahîm, 10 kere Allahü Ekber, 19 defa لاَ يُفْلِحُ السَّاحِرُ حَيْثُ أَتَى 10 ve مِنْ شَرِّ النَّفَاثَاتِ فِي الْعُقَدِ 11 okumaktır.
Bir başka zatın tavsiyesine göre, her defasında önce bir yudum su, çay, ya da çorba içip, arkadan bir defa yukarda geçen bu iki âyet okunmalı ve bu okuma bu şekilde 19 defa tekrarlanmalıdır.
Bu mevzuda daha pek çok dualar vardır ki, hadis kitaplarına bakılmalı veya ehline sorulmalıdır. Ayrıca Ashab-ı Bedir, Cevşen ve Kaside-i Bür'e de tavsiye edilebilir.
f. Dualarla cinlerden ve habis ruhlardan kurtulanlara misaller:
1. Yakınlarımdan biri felç olduğunda, kendisine bir hafta Kaside-i Bür'e okunmuştu; Allah'ın (celle celâluhu) izniyle bir hafta sonra düzeldi.
2. Çok sevdiğim bir arkadaşımın hanımında evlenir evlenmez cinnet emareleri baş göstermişti. Kaskatı kesilip, gözleri dönüyor ve "Geldiler" diyordu. Gitmedikleri hekim kalmadı; Prof. Dr. Ayhan Songar da bir hayli meşgul oldu. Sonra, Allah (celle celâluhu) başka bir yerden kapı açtı ve böyle arızalı, malûl kimselere okuyan bir hocaefendi, bir ay gelip, bu kadına okudu ve biiznillah hasta belli ölçüde ifakat buldu. Bir defasında Ashab-ı Bedir'in isimlerini de yanıma alarak, hastanın beyi olan arkadaşımı ziyaret etmek istedim. Ben daha merdivenlerden çıkarken kadın, "Hoca geliyor, onun da iflahını keseceklermiş." diye bağırmaya başladı. Ben içeriye girmedim; Ashab-ı Bedir'in isimleri bulunan kâğıdı arkadaşa verdim ve o da götürüp onu kadının üzerine bırakıverdi. Sesi aşağıya kadar gelen hemşiremiz şöyle diyordu: "Niye kaçıyorsunuz? Hz. Hamza geldi diye mi?"
Bunu nasıl izah eder ve hangi maddî sebebe bağlarsınız, bilemeyeceğim..! O mübarek hemşiremiz, şu anda tamamen iyileşmiş durumdadır.
3. Şimdi de, bir arkadaşımızın birkaç müşâhedesini bizzat kendi ağzından nakledelim:
"İzmir-Balçova'da vazifeli iken, 18 yaşlarında, sosyeteye mensup oldukları belli iki genç yanıma geldi. Biz camiden çıkmıştık; onlar da dışarıda bekliyorlardı. Yüzlerinde bir korku ve telaş emaresi hissettim. Ürkek bir tavırla yanıma sokulup, "Biz falan semtte erkekli-kızlı ruh, cin çağırma seansları düzenliyorduk. Geliyor, fincanlarımızla oynuyor ve harflerle konuşuyorlardı; biz de eğleniyorduk. (Ruh çağırmaya zaten 'sosyete çerezi' dense yeridir.) Sonra bıraktık. Fakat, bu işe ara verdiğimizden bu yana ruhlar, gece gündüz peşimizi bırakmaz oldular; bilhassa geceleri çok rahatsız ediyorlar. Yataklarımızı hareket ettiriyor, dolaplarımızın kapaklarıyla oynuyorlar; perişan olduk. Ne yapacağımızı bilemediğimizden camiye geldik." dediler. -Ah, doğumlarda, düğünlerde, ölümlerde ve darda kalınınca akla gelen camiler ve neslimiz!- Sonra, birden dedi ki: "Biliyor musunuz, şu anda bile ileride şu ağacın altındaki taburenin üstünde bulunuyorlar." Ben "Gelin, camiye girelim." dedim. -Tek barınak, tek sığınak Allah'ın evleri...- Girdik ve uzun boylu konuştuk. Malumatım olduğu kadarıyla, bunun tehlikeli bir iş olduğunu, iman ve irfanla, ilmî ve dinî meselelerle meşgul olmakla bu rizikolu badirenin atlatılabileceğini söyledim ve bazı dualar yazıp verdim.
"Akşam evimde odama çekilmiş kitap okuyordum. Bir ara salonda birbiriyle oynaşıp duran oğullarım odama gelip, "Baba" dediler, "yan odada ışık yandı, duvarda dolaşanlar var."
Meseleyi anlamıştım. Gündüz, ellerinde oyuncak olmaktan kurtardığım gençlerin intikamı alınmak isteniyordu. Akılları sıra bana gözdağı vereceklerdi. Masamın üzerinde bulunan dua kitabını aldım ve Ashab-ı Bedir'in isimlerini okumaya başladım. Daha ben okurken ışıklar söndü ve duvarda dolaşanlar kayboldu. Belli ki, benden hoşlanmamışlardı."
4. İzmir'in Altındağ semtinde cami görevlisi olarak vazife gören bir arkadaş da şunları anlatmıştı:
"Her minareye çıkışımda, arkamdan gelen takunya sesleri duyardım. Bilhassa akşamları daha sık oluyordu. Akşam ve yatsı namazlarından sonra cemaat dağılıp da cami boşaldığında, ışıkları söndürüp kapıyı kapamak üzere harekete geçerdim. Çok kere ben daha düğmeye dokunmadan ışıklar sönüverirdi. Bu o kadar uzun süre devam etti ki, dayanamadım, vazifemi başka bir camiye naklettirdim."
5. Havran'ın Çakırdere köyünden bir köylü de, başından geçen bir hâdiseyi şöyle nakletmişti:
"Bir yaz gecesi, tarlaları domuz sürülerinin zararından korumak gayesiyle, köyde âdet olduğu üzere tarladaki kulübemde kaldım. Yalnızdım. Yakınımda da kimsecikler yoktu. Yanımda tüfeğim olduğu hâlde yatağa uzanmış, duruyordum. Bir ara kapı açıldı. Gecenin yarısında kim gelmiş olabilir diye hayret ve şaşkınlık içinde kapıdan gelene bakarken, bir de ne göreyim: Gelen bizim hanım, elinde de fener. Bu kadar uzak mesafeden ve böyle geç vakitte hanımımın gelmesi mümkün değildi. Aklıma geldi ve bildiğim duaları okumaya başladım. Gelen, arkasına dönüp gitti. Giderken kapıyı kapatmayı da ihmal etmedi!"
6. "Bir türlü geçmek bilmiyordu..." diye başlıyor bir başkası.. ve devam ediyordu: "Her çareye başvurdum. Doktor doktor dolaştım. Yapılan müdahaleler geçici oluyor ve bir müddet sonra siğiller teker teker ellerimde belirmeye başlıyordu. Birisinin tavsiyesiyle -şimdi hatırlayamayacağım- bir dua okudum. Ertesi gün ellerim tertemiz hâle gelmişti. Hatta o sıralarda, aynı dertten rahatsız bir gence de o duayı tavsiye etmiştim. Birkaç gün sonra karşılaştığımızda ellerini göstermiş ve "İşte, hepsi geçti." demişti."
Bu ve bunlara benzer yüzlerce hâdise vardır ki, hiçbirini madde ile izah mümkün değildir. İlim adamlarımıza düşen vazife, bunları toptan inkâr edip görmezlikten gelmek yerine, bu çeşit tedavilerin de kendi çapında bir ilim olabileceğini kabulle, meseleye bir de bu açıdan yaklaşmalarıdır. Vâkıaları görmezlikten gelmenin kimseye fayda getirmeyeceği ve böyle davranmanın ilim ve fenle uzaktan yakından bir alâkasının bulunmadığı, bilhassa günümüzde artık herkesin malumu olan bir husustur.
[1] Tirmizî, tıbb 2; İbn Mâce, tıbb 1; Ebû Dâvut, tıbb 1, 11; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 2/278.
[2] Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 4/171-172; et-Tabarânî, el-Mu'cemu'l-kebir, 5/275.
[3] Buhârî, rikâk 21, 50; tıb 17, 42; Müslim, iman 371, 372, 374.
[4] Fussilet sûresi, 41/36.
[5] Buhârî, vekâlet 10; Tirmizî, sevabu'l-Kur'ân, 3; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 5/423; 6/52.
[6] Buhârî, tıbb 47, 49, 50; bed'u'l-halk 11; cizye 14; edeb 56; daavât 58; Müslim, selâm 43; İbn Mâce, tıbb 45; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 6/57, 63-64, 96, 367.
[7] Buhârî, tıbb 39; daavât 12; Müslim, selâm 50; Ebû Dâvut, edeb 98.
[8] Ebû Dâvut, edeb 101; İbn Mâce, dua 14; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned 1/62, 66, 72.
[9] Buhârî, enbiyâ 10; Ebû Dâvut, sünne 20; Tirmizî, tıbb 18.
[10] Tâhâ sûresi, 20/69; Nâs sûresi, 113/4.
[11] Felak sûresi, 113/4.
- tarihinde hazırlandı.