Gönüllüler Hareketi
Adanmışlık ruhu
Adanmışlık ruhu adına bir ölçü vermek istiyorum sizlere; insanların birçoğu mesela öğle vaktinde, yiyeceği akşam yemeğinin sevincini yaşar. Bazı insanlar da vardır ki, dünyada iken yoluna girdiği ve bir gün mutlaka ulaşacağına inandığı Firdevs cenneti’nin sevinci ile yaşar. O sevinç âdeta hayat verir ona. İnsanların belki de yüzde sekseni birinci, çok azı müstesna geriye kalanı da ikinci kategoriye dahildir. Ama adanmışlık bunların ikisi de değildir. Adanmış odur ki; cennete gireceği ümidini sürekli gönlünde, kafasında, vicdanında canlı tutar; ama onun bir tek gayesi vardır bu dünyada: İslâm’ın ismetini sıyanet etmek. Zira yeryüzünde bugün Müslümanlık adına yapılacak tek iş budur. Bu da yaşama zevkini yaşatma zevki adına terk eden diğergam kişilerle olur.
“Büyük Türkiye” hayali
Ülkem ve onun geleceği adına çok ciddî endişelerim var; ama ümidimde hiçbir eksiklik yok. Endişelerim hemen herkesin gözü önünde cereyan eden hâdiselerden kaynaklanıyor. Bu milletin istikrarına birileri sürekli çomak sokuyor; sokuyor çünkü siyasî, ekonomik, kültürel alanlarda istikrara kavuşmuş güçlü bir ülke olmamızı istemiyorlar.
Bunun yanında bir de doğrudan dine düşmanlık yapanlar var. Dindar insanların ülkeleri ve ülkelerinin geleceği adına gösterdikleri bütün gayretleri, yaptıkları bütün faaliyetleri baltalamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Kötülüğe mahkûm olmuşlar âdeta. Kötülükten başka hiçbir şey düşünemiyorlar. Kötülüğe öylesine kilitlenmişler ki alıp onları cennete koysanız “Sizin elinizle cennete girmeyiz” diyecek kadar şartlılar dindar insanlara ve yaptıklarına. Bununla beraber inanan insanlar bu ülkede her şeye rağmen olumlu düşünmek, müsbet hareket etmek ve sabırla mukabelede bulunmak mecburiyetindedir. Büyük Türkiye’ye giden yol buradan geçer.
Evet, bu millet tarih boyunca özellikle kendi coğrafyasında cereyan eden olaylar karşısında hiç bu kadar zaaf ve acz yaşamamış, tarihin hiçbir döneminde bu kadar devre dışında bırakılmamıştır. Bu onur kırıcı durum bazılarının hiç umurunda değil; değil zira tek amaçları kendi statüleri, maddî ve mânevî çıkarları.
Şanlı mazimizde ihraz ettiğimiz konumu tekrar elde etmek zaman ister, sabır ister, azim ve gayret ister, çatlayıncaya kadar doğru yolda, doğru metodlarla koşmak ister. Onun için kötülükten başka bir şey düşünmeyenlere bile “Büyük Türkiye” olmanın hatırına ve milletimizin indirildiği tahtın hatırına sabırlı olup katlanmasını bilmek lâzım.
Türkiye sevdalıları
Bizler Türkiye sevdalılarıyız. Ülkemizi, vatanımızı, milletimizi, devletimizi, dinimizi seviyoruz. El âlemin bizi anlamaması, muarız olması bizi doğru bildiğimiz yolda yürümekten engellememeli. Kaç defa dedim, bir kez daha diyeyim: Eğer ben ülkeme, vatanıma, milletime, din ve diyanetime, kültürüme hizmet edemeyeceksem yaşamayı abes sayıyorum. “Bu gayeler uğrunda yaşıyorsam yaşamamın bir mânâsı var, yoksa yâ Rab, abes yaşamaktan, bu dünyada boşuna yer işgal etmekten sana sığınırım!” diye her gün dua dua yalvarıyorum Rabb’ime.
Bu ruhu, bu duygu ve düşünceyi, bu ideali anlamayan insanların varlığı, aleyhte kampanyalar düzenlemeleri benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Bu ifadeler “Onlar Türkiye’yi sevmiyor” anlamına da gelmez. Belki ciddî bir yanlış anlama ve bundan kaynaklanan bir hazımsızlık var. Veya şöyle ya da böyle bir despotizma var ortada. Bütün bu olanlar anti-demokratik karakterlerin şe’nidir.
Dünyanın dört bir yanında, ancak nice fedakârlıklarla yapılabilen eğitim faaliyetleri ortada. Hiç unutamadığım bir hatıram var: Moskova’da yapılan mezuniyet töreninde bir Rus öğrenciye sordular: “İlerisi için idealin nedir, gelecekte ne yapmak istersin?” Öğrencinin verdiği cevap şu oldu: “Başta Türklerle iyi bir münasebete geçmek isterim.” Ağladım bu tablo karşısında ben. Hafife almayın bu manzarayı. Bugün dünyanın dört bir yanında pek çok kardeş ve dostumuz var. Bunun yanında mütereddit; ama karar aşamasında tercihini bu ülke ile, bu ülke insanı ile dostluk ve işbirliği istikametinde kullanacak birçok insan var. Bunlar, geleceğin dünyasında, geleceğin Türkiyesi için çok önemli kaideler, yani yapı taşlarıdır.
Unutmayın, artık dünyadan tecrit edilmiş bir Türkiye’nin istikbal vaadetmesi, hatta varlığını sürdürmesi mümkün değildir. İşte bu eğitim faaliyetleri bu mânâda Türkiye’nin geleceğini teminat altına almaktadır. Kim bilir bu vesile ile kazanılan nice dostlar, gelecekte çok güçlü lobiler oluşturacak. Katolik, Ortodoks, Protestan, Budist, Hindu, kadın-erkek, zenci-beyaz, fakir-zengin, entelektüel-halk her seviyede sizin için fahrî çalışan dostlarınız olacak. Şimdi birileri bu yakın gelecekteki şu manzarayı göremiyorsa, Allah idrak ufuklarını açsın demekten başka ne yapabilirim ki? Onlar anlamıyor diye doğru bildiğimiz bu yolda duracak değiliz ki? Onun için dedim, o insanların aleyhteki faaliyetleri benim için bir şey ifade etmiyor diye.
Öte yandan tevhid anlayışımız gereği bizler şöyle düşünüyoruz: Bizler bilerek veya bilmeyerek bu işin içine itildik. Bilerek deyişim milyonda bir dahi olsa iradenin daha doğrusu iradedeki meyelân-ı hayr ve şerrin hakkını vermek içindir. Yoksa bugün gelinen nokta karşısında biz irademizin hissesini biliyoruz. Kendi kabiliyetlerimizin farkındayız. Eğitim seviyemiz, idrak ufkumuz hepsi meydanda. Meseleye bir de bu açıdan bakınca, bizim irademizin hiç dahli yok bu işlerde desek sezâdır. Şimdi öyle ya da böyle artık belli bir noktaya varıldı. Bundan sonra bunu bir emanet gibi sırtımızda hissetmeli ve her şeye rağmen taşımaya devam etmeliyiz.
Bir başka hatıra Balkanlar’da yaşayan bir Gagavuz profösöre ait: Şarkiyat eğitimi yapmış, Türkçe de bilen birisi bu. O Osmanlılarla günümüzdeki eğitim faaliyetlerini mukayese etmiş ve demiş ki, “Osmanlılar devşirme usulüyle bizim çocuklarımızı aldı, kendi kültürleriyle onları yetiştirdi ve nihayet onlarla bizi vurdular. Bizim ülkemizi bizim çocuklarımızla fethettiler. Size gelince, sizler bizim çocuklarımıza yine bizim adımıza günümüzün yükselen değerlerini talim ediyor ve onlara seviye kazandırıyorsunuz.” Bu zâtın Osmanlı’nın devşirme sistemi hakkında yaptığı yorumlar belki uzmanlarınca tartışılabilir bir konudur; ama günümüz adına söylediği şeyler aklı başında her insanın bir gün mutlaka kavrayacağı bir farklılıktır.
Evet, artık maddî kılıç kınına girmiştir. Medenîlere galebe ikna iledir. Güç ve kuvvet ile insanları bir yere yönlendiremezsiniz. Süper gücünüzle gider bir yeri işgal eder, yakar yıkar, insanları öldürürsünüz; ama bütün dünyanın tepkisini alırsınız. Öte yandan akıl, mantık, muhakeme ile, evrensel insanî değerlerle girerseniz, gönüllere sultan olursunuz Allah’ın inayetiyle.
Bazıları diyor ki: “Bu büyük bir proje. Bir cami hocasının –alaya almak, tahkir etmek için böyle diyorlar- kafasından çıkmış olamaz bu işler.” Doğru. Ben hayatımın hiçbir döneminde bu faaliyetlerin benim projem olduğunu, benim kafamdan çıktığını iddia etmedim ki. Allah’a sığınırım bu türlü iddialardan. Bu her şeyden önce Allah’a karşı bir küstahlık ve saygısızlıktır. Bunların hepsi Cenâb-ı Hakk’ın lütfudur, ihsanıdır. O muhit ilmin, muhteşem kudretin, baş döndüren iradenin sahibi bizleri istihdam ediyor. Bizim mânâ köklerimiz ve mânevî beslenme kaynaklarımız da bu tip düşünceler içine girmemize mânidir.
Bu söz bana bir şeyi hatırlattı: Hz. Ömer, Yermük gibi çok ciddî bir savaşta ordu kumandanı Hz. Halid’i vazifeden alıyor. Çok muazzam bir savaş, düşman kuvvetler Müslümanların en az on katı. İslâm ordusunda şehit sayısı oldukça fazla. Önemli simalar da var bunlar arasında. Mesela Ebû Cehl’in Müslüman olmuş oğlu İkrime ve Amr b. As’ın baba bir kardeşi Hişam da şehid. Ve işte böyle bir savaşta Hz. Ömer, Halid b. Velid’i azlediyor. Koca Halid sarığı boynunda halifenin karşısına çıkıyor. Halid gibi bir insan: İki devletin başına balyoz gibi inmiş, yerle bir etmiş, tarihte eşini göstermenin zor olduğu müthiş bir erkân-ı harp; ama sarığı boynunda, kumandanlıktan azl edilmiş, sıradan bir nefer, “Halife-yi Rû-yi zemin”in önünde. Diyor ki Hz. Ömer -ruhum ona feda olsun- “Halid! Biliyorsun seni çok severim. Fakat halk elde edilen zaferleri senin şahsından biliyor. Hâlbuki ben biliyorum ki bunları bize ihsan eden Allah’tır. Senin bir mit haline gelmenden, putlaştırılmandan endişe duyuyorum. Azlediş nedenim bu...” Ve Koca Halid, o güne kadar emrinde çalıştırdığı bir adamın, Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın emrine giriyor; giriyor ve hayatının sonuna kadar savaşıyor. Evet Halid, gerçek bir mefkûre insanıydı ve “Âşe hamîden, mâte fakîden. (Hep övgüye değer bir insan olarak yaşadı, İslâm’ın yitiği olarak da yürüdü öbür âleme.)” Vefat etti; bir atı kaldı, bir kalkanı, bir de kılıcı. İki devleti yerle bir etmiş adamın arkada bıraktığı mirası işte buydu.
Şimdi biz bu tarihî hâdisenin arkasında yatan düşünce, inanç, bakış açısı -ne derseniz deyin- işte ona bağlıyız. Mânâ kökümüz bizim bu. Bundan farklı ne düşünürüz ne de hareket edebiliriz. Onun için bazılarının kendi persektiflerinden, kendi değer ölçülerine bağlı olarak söyledikleri şeyler benim için bir mânâ ifade etmiyor.
Evet, günümüzün mefkûre insanları konumlarının farkındalar. Nerede, nasıl davranacaklarını bilirler. O davranışların sebeplerine de vâkıftırlar. Şuurluca yaparlar yaptıkları şeyleri. Maddî mukavemet yok artık günümüzde; kavga yok, silah yok. Sevgi var, anlaşma var, uzlaşma, başkalarına iyi örnek teşkil etme var. Herkesin konumuna saygı, hoşgörü ve diyalog var. Erzurumluların deyimi ile “Ruh-u dil yılanı deliğinden çıkarır” felsefesine göre hareket etme var. Geleceğin Türkiyesi’nin bu ruha, bu anlayışa ihtiyacı her zamankinden daha fazla. Birileri istemese de bu ülke bizim ülkemiz. Bu ülke benim ülkem. Türkiye’nin elli yerinden gelmiş toprak var benim odamda, değişik değişik kutular içinde. Kimi Kars’tan, kimi İstanbul’dan, kimi Korucuk Köyü’nden. Hasretimi onlarla gideriyorum ben.
Hoşgörü sürecinin tahlili
1990’lı yılların ortalarından itibaren girilen hoşgörü ve diyalog sürecinin dinî temelleri adına bazı şeylerin yerli yerine oturmadığını görüyorum. Gerek bu sürece can-ı gönülden destek veren dost ve taraftar çevre, gerekse bunun İslâmî nasslarla çerçevelenen esaslara aykırı olduğunu iddia eden Müslüman çevrenin gözden kaçırdığı esaslar bunlar. Birinciler, bu sürecin yeniden başlamasına –dikkat edin yeniden diyorum– vesile olan kişi/kişiler veya kurumları ön plana çıkartırken; ikinciler, nassları siyak-sibak bütünlüğünü kopararak yaptıkları yorumlarla bu sürece öncülük edenlere “bid’atkâr”dan “kâfir”e uzanan çizgide ithamlarda bulundular/bulunuyorlar.
Hoşgörü, diyalog veya bizim vazettiğimiz ıstılah ile herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikali İslâm tarihinde bizimle ortaya çıkmış bir şey değildir. Sadece Medine Vesikası’nı bu gözle incelemeye alın; insanın hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının olduğunu “İnsanlığın İftihar Tablosu” o mübarek sesini yükselterek âleme duyuruyor mu duyurmuyor mu? Bu hakların dokunulmaz ve aynı zamanda mukaddes olduğu Vesika’da var mı yok mu? Aynı hakikatler başka bir dille, başka bir anlatma üslubu ve edası ile Veda Hutbesi’nde tekrar ediliyor mu edilmiyor mu? Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl var. Demek bu on yılda bir çizgi değişikliği yok; aksine tahşidat var, tahkim var.
Bu kabuller ne Medine Vesikası’nda, ne de Veda Hutbesi’nde zikredilmekle kalmamış. Edebiyat tarihine edebi bir risale olarak tevdi edilmemiş. Ağızdan çıkan bu hakikatler aynı zamanda hayat olmuş. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bunları bizzat yaşadığı gibi takip eden dönemlerde Raşit Halifeler yaşamış, tâbiîn yaşamış, tebe-i tâbiîn yaşamış. Bakın fetih dönemlerine, Müslümanlar nerede kilise ve havraları yıkmışlar? Nerede azınlıkların haklarına dokunmuşlar? Nerede vicdan hürriyetine kısıtlama getirmişler? Ve nerede düşünce hürriyetini tahdit etmişler? Tarihte Müslümanların vesayeti altında yaşayan azınlıklar kendilerine tanınan bu hakların başka işgal güçleri tarafından ellerinden alındıkları zaman ancak anlamışlar Müslümanların kendilerine neler bahşettiklerini. Demek bizim mazimizin özü, üsâresi bu. Bizimle başlayan bir süreç değil.
Fakat şunu da kabullenmek gerekir ki bu hakikatler on beş asırlık İslâm tarihinde her zaman Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem) ve “Raşid Halifeler”in gözettiği hassasiyet içinde uygulanmamış. Uygulanmamış, çünkü işin özünü hazmedemeyen, içine sindiremeyen insanlar üst makamları tutmuş. İslâm ile bağdaştıramayacağımız dünyevî düşünceler ön plana çıkmış. Makam sevdası, menfaat duygusu, kabile taassubu ve benzeri nice menfilikler ortaya çıkmış. Buna bağlı olarak gün gelmiş nasslar farklı yorumlamalara konu olmuş. Gün gelmiş bu farklı yorumlar pratiğe yansımış. Dolayısıyla halk tabiriyle ifade edelim, İslâm adına nice kabalıklar yapılmış. Ama bunlar esasında İslâm’ın değil, Müslümanlığı hazmedememiş insanların tavırlarına ait kabalıklardır.
Meseleye bu zaviyeden bakınca biz hoşgörü, diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabullenme diyorsak Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) “Medine Vesikası”nı seslendiriyoruz. Veda Hutbesi’nde beyan buyurduğu hakikatleri haykırıyoruz. Böylece vazifemizi ve vecibemizi yapıyoruz. Bizden öncekiler bu noktada kusur yapmış olabilirler. Dahilî veya haricî sebeplerle, haklı ya da haksız nedenlerle farklı bir yolda yürümüş olabilirler. Bunlar bizi alâkadar etmiyor, biz yapabilirsek, yapabiliyorsak vazifemizi yapıyoruz.
Dikkat edin vazife ve vecibe diyorum. Dolayısıyla bunu bir fazilet saymayın. Fazilete terettüp eden şeyleri beklemeyin. Hiç mi kıymeti yok diye aklınızdan geçirebilirsiniz. Evet, sizin öncülüğünü yaptığınız bu süreç belki bir kıymet ifade ediyor olabilir; ama bu kıymet, çokları bu düşünceye uyanmadığı ya da yapmadığı içindir. Yani nedretten dolayı bir kıymet-i harbiyesi vardır. Yoksa vazifenin zâti değerinden dolayı değil. Bir başka ifadeyle; nasıl piyasada nedret olduğu zaman birdenbire emtianın değeri yükseliverir, bu da öyle. Hoşgörü diyen, diyalog diyen bu insanlara “faziletli”, “erdemli” denmesi, el üstünde tutulması, barış kahramanları gibi isimlerle anılması hep bu sebepledir.
Burada bir başka hususa işaret edeyim: Bana kalırsa bu süreci isimlendirmemek en iyisi. Hoşgörü süreci, diyalog süreci gibi şeyler de demeyelim. Neticesi henüz belirlenmemiş, nereye varacağı henüz kestirilememiş bir meseleye ad koymayalım. Bırakalım onu zaman koysun veya biz zamanı gelince koyalım. Kim bilir bu süreçte daha nice yumuşak ve kucaklayıcı mülâhazalar olacak. Bu mülâhazalar herkesi umudumuzun üstünde yumuşatacak. O zaman hoşgörü, diyalog kavramları bile mevcud durumu tarif etmek için yetmeyecek. Kim bilir?
Evet, demek girilen bu süreci bütünüyle bizim temel kaynaklarımıza bağlayabiliriz, onlardan akıp geldiğini söyleyebiliriz. Ben bu konuda çok ısrarlıyım. Çünkü bu mesele falanın-filanın iç inceliğinin ifadesi değildir. “Böyle davranırsam kendi düşüncem, kendi gayem adına yol alırım, mesafe katederim” mülâhazasına bağlı bir tavır da değildir. Böyle olmadığı için dünya elli defa hallaç olsa, yüz defa değişse biz hep aynı düşünceleri ifade edeceğiz; edeceğiz zira temel kaynaklarımız farklı düşünmeye müsaade etmiyor.
Öte yandan, kaynaklarımız bunun böyle olmasını söylüyorsa, bunu bir vazife ve vecibe olarak müntesiplerinin omuzlarına yüklüyorsa bu süreci biz kendimize mal edemeyiz. Hiç kimse de edemez. O sizin şefkatinizin, merhametinizin ürünü değildir. Aksine İslâm’ın şefkati, merhametidir.
Yalnız her meselede olduğu gibi bu süreçte de bazen olur ki konjonktürün gerektirdiği bazı farklılıklar zuhur edebilir. Mesela, şartlar öyle gerektirir ve bir devlet sizin devletinize savaş açar. Sizin küçük çapta ve aksi istikametteki irade ve gayretleriniz buna engel olamamıştır. O zaman siz yine dinininizin belirlediği şekilde, savaş hukuku adına ortaya koyduğu disiplinlere göre hareket edersiniz. Hareket etmek mecburiyetindesiniz daha doğrusu. Bu o dönemin yükümlülüğüdür. Fakat şunu unutmamak lâzım, savaş kişilerin ve kurumların değil ancak devletin/devletlerin karar vereceği bir hâdisedir.
Bir diğer önemli konu da; bir gerçeği ortaya koyma, hakkını teslim etme mevzuunda siz ve sizin dışınızda birileri bu süreçte rol alanlara bir isim koyuyorsa mübalâğa etmemeliler. Bahsi edilen sürece öncülük yapanlara “fikir mimarlarımız, geleceğin fikir işçileri, barış kahramanları” vs. gibi şeyler denirken mübalâğa edilmemesi lâzım.
Evet, isterseniz tekrar başa dönelim ve tekrarlayalım; artık bu sürecin kuralları ortaya konmuş ve yaklaşık on yıldır işlene işlene bir yere gelmiştir. Bu bir ibdâ (öncesi olmadan yeni ortaya konmuş bir şey) değil, ihyadır. Sıfırdan inşa değil kullanılmaya kullanılmaya körelmiş kuyulardaki suyu tekrar gün yüzüne çıkartma gibi, kullanılmaya kullanılmaya bize yabancı olmuş, hakkında “yok” hükmü verilmiş; ama aslında zâtında mevcut olan bir şeyleri yeniden ortaya çıkarmadır. Diyorsunuz ki, “İnsan hayvan değildir. O ne bir hayvan-ı nâtıktır (konuşan hayvan), ne bir hayvan-ı hassas (hisseden), ne hayvan-ı mâşî (yürüyen), ne de hayvan-ı müteharriktir (hareket eden). O insandır. Konuşan, duyan ve hisseden, yürüyen, hareket eden ve her şeyin şuurunda olan, aklıyla muhakeme yapan, bugünü yarınla beraber mukayese eden, kendini yarınlara göre hazırlayan, çok geniş ve engin ufuklu hatta ufku kâinatları da aşıp nâmütenâhîye ulaşan, fiziğin, kimyanın kurallarının geçmediği yerlerde dolaşan, ta Allah’a, ‘Esmâ-i İlâhiye’ye, ‘sıfât-ı Sübhaniye’ye kadar varan, ulaşan bir varlıktır. Öyleyse buna göre davranışımız farklı bir çizgide olmalı, farklı kıstaslar ihtiva etmelidir. İnsanlarla olan münasebetlerimiz de elbette insan olma esprisine bağlı cereyan edecektir.”
Pekâlâ, hiç mi yoktu sizden evvel bunları telaffuz edenler? Elbette vardı; vardı ama bugün olduğu kadar yaygınlaşmamıştı. Fikir planında ortaya konan, kitap sayfaları arasında kalan, geniş uygulama alanı bulamayan düşüncelerdi onlar. Bilemem belki bu yüzden yakın ve uzak dost çevrelerden bunu anlamayan, anlamamakta ısrar eden kişiler oldu. Belki hasetten, kıskançlıktan, kendileri bu işe öncülük yapmadığı için olumsuz mülâhazalar ile yaklaşanlar oldu, hâlâ da var. “Gâvurlaşma” saydılar bu girilen süreci.
Fakat her şeye rağmen girilen bu yolda veya yukarıdaki yaklaşımımız içinde neticede alacağı veya bizim vereceğimiz isim, unvan ne ise işte onda mesafenin yarısı katedilmiştir. Motor çalışmış, araç harekete geçmiştir, geriye dönülmesi artık mümkün değildir. Sadece şartlara, konjonktüre göre bir kısım koordinatların değiştirilmesi olabilir. Bunda da biraz sabırlı olmak ve beklemesini bilmek gerek. Elektrikle işleyen aletlerde veya elektronik sistemlerin harekete geçmesinde bile bir bekleme süresi var. Burada da bekleme süresine ihtiyaç duyulması gayet tabiîdir.
Yolun yarısı alınmıştır dedik; ama bu iş bundan sonra ters yüz edilemez, dağıtılamaz, kimse bozamaz iddiasında da değiliz. Her şeyden evvel biz Allah’ın inayetiyle kendimizi böyle bir tabiyede bulduk. Allah’ın inayetiyle geç kalmış olsak bile durumu iyi okuma, imkânları değerlendirme zemini bulduk. Ümidimiz yine Allah’ın inayetiyle bunun devam edeceğidir. Tek taraflı yani bizim canibimizden bir ahdi bozma olmazsa bu iş devam eder. Ama bizden bir ihanet olursa, Allah’a karşı münasebetlerimiz bozulursa, o da muamelesini değiştirir. Bir başka tabirle muhlisînden (ihlâslı kullardan) olmazsak Allah bugüne kadar meccanen (karşılıksız) verdiği lütufları çeker alır elimizden. Dua edelim, bizi ihlâstan ayırmasın, verdiği lütufları elimizden almasın. Çünkü dünyanın esasen bu türlü bir anlayışa, bu türlü bir mülâhazaya, eskilerin ifadesiyle, eşedd-i ihtiyaç ile ihtiyacı var.
Sözün başında iki çevreden bahsettim. Bunların ikisi de dost çevredendi. Bir de düşmanlar var. Düşman demek de istemiyorum; istemiyorum çünkü Allah tanımaz, Peygamber kabul etmez, mânevî veya kudsî kavramı içine girecek her şeye kapalı bir çevrenin dahi bu süreçte bir yeri var. Tıpkı Efendimizin (aleyhissalâtü vesselâm) müşriklerle münasebetlerinde olduğu gibi. Ama onlar bu sürece karşı almış oldukları tavırlarla o ismi kendilerine kendileri veriyor ve “Düşmanız biz!” diyorlar. Sizden gelecek her türlü hayra ve iyiliğe “Hayır” diyorlar. Alabildiğine mütemerrid, kendi menfaatlerinin ötesinde ne milleti, ne devleti, ne de insanlığı düşünmeyen paranoyak bir çevredir bu.
Evet, bizim bunlara karşı bir yaptırım gücümüz yok; ama Allah’ımız var. “Hasbünallâhu ve ni’me’l-vekîl. Ni’me’l-Mevlâ ve ni’me’n-Nasîr”imiz var. “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” gibi bir hazinemiz var. Dopdolu, hiç bitmeyen, kullandıkça artan bir hazine. Korkmayın, Allah yanınızda ise size kimse bir şey yapamaz. “Asrın Beyin Yapıcısı”nın sık sık vurguladığı gibi; “Endişe etmeyin kardeşlerim! Biz inayet altındayız.”
Bir serçe bir kartalı
Salladı vurdu yere
Yalan değil doğrudur
Ben de gördüm tozunu.
diyor ya Yunus. Öyle de gün gelecek kartal yuvarlanacak, serçe de gülecek. Çünkü küçüğe büyük şeyler yaptıran Allah’tır. Ye’se düşmeyin. Yeis “mâni-i her kemâldir”. Bir bataktır o. Akif’in ifadesi ile düşerseniz boğulursunuz. Azminize sımsıkı sarılın; sarılın çünkü önünüzde katedeceğiniz yol daha çok uzun. Geçilmesi gereken derin sular var. Yine Yunusça diyelim:
Bu yol uzaktır
Menzili çoktur
Geçidi yoktur
Derin sular var.
Fakat o sulardan boğulmadan geçen, öteki vadiyi, öteki kıyıyı kendilerine yurt edinmiş, halden sıyrılmış, sahib-i makam olmuş o kadar çok insan var ki. Siz niçin bunlardan birisi olmayasınız?
Çatlayan rüya
Yıllar önce yazdığım bir yazıda, insanlık adına sadece Allah’ın rıza ve rıdvanını gözeterek yapılan faaliyetlere karşı gösterilen tavırların hâsıl ettiği neticeye “Çatlayan Rüya” demiştim; demiştim ama şimdilerde böyle düşünmediğimi rahatlıkla ifade edebilirim.
Evet, bu yolda canhıraşane gayret gösteren insanların rüyasıydı, devlet-millet bütünlüğü içinde, el ele, geleceğimize emin adımlarla yürümek. Asırlardır izmihlal üstüne izmihlal yaşamış insanımıza nefes aldırmak. Ülkemizin, milletimizin, devletimizin bayrağını hemen her sahada şerefle göndere çekmek.
Fakat bunu anlamayan ve bir türlü anlamak istemeyen kişilerin plânlı ve organize karşı çıkışları ile bu rüya çatladı. Karşı taraf –kaç defa dedim bu tabiri kullanmak istemiyorum diye, çünkü bizim bakış açımız ve inancımıza göre yüzlerce binlerce ortak paydamızın bulunduğu kişilere, gruplara karşı taraf demek her şeyden önce işin tabiatına ters, ama onlar almış oldukları tavırlarla hatta açıktan sözleri ile bu tabiri hak ediyorlar– musallah, doludizgin, bütün hazırlıklarıyla üzerimize geldi. Ezip geçme niyetiyle çarptılar bize. Fakat bu çarpmalar hiç beklemedikleri, arzu etmedikleri istikamette yeni genişlemelere, yeni ilerlemelere vesile oldu.
Gerçekten güçlü ve kuvvetlilerdi. Ellerinde her türlü maddî imkânları vardı. Birtakım ulusal ve uluslararası güç odakları arkalarındaydı. Ama Allah’ın inayeti, lütfu ve keremi ile o güne kadar bu harekete destek verenlerin yerinde sabit kadem duruşları oyunu bozdu. Belki birkaç dost tereddüt etti, geri durdu; hepsi o kadar. Bu kadar geniş bir dairede birkaç kişinin farklı istikamette hareket etmesini bence tabiî karşılamak lâzım.
İşin aslına bakarsanız bizim böyle bir imtihana ihtiyacımız da vardı. Muafiyet kazanmamız içindi bu imtihan. Hani muafiyet sistemi tam anlamıyla çalışmayan insanlar minicik mikrop ile yatağa düşer. Muafiyet sistemi çalışanlar ise daha zararlı mikropları ayaklarının altına alıp, âdeta üzerlerinde dans ederler. Aynen öyle de şimdi veya gelecekte karşılaşılması muhtemel sıkıntılar adına böyle bir imtihana ihtiyaç vardı.
Fakat, “Çatlayan Rüya”da da ifade etmiştim, benim bu süreçte “kayıp” diyebileceğim şeyler oldu. Farklı dünya görüşlerine sahip nice kesimlere elimizi uzatıyorduk. Onlar da mukabelede bulunuyordu. Herkes inancından, ideolojisinden taviz vermeden ortak paydalar etrafında buluşabiliyor ve bu milletin geleceği adına nice faaliyetlere imza atıyorlardı. Ama bazı kimseler bir aralık yerlerini kaybettiler. Tıpkı top güllesinin bir yere düşmesi karşısında durdukları yerden ayrılıp sağa sola dağılan, sonra da nerede durması gerektiğini bilemeyen, o yeri bulmakta zorlanan insanlar gibi.
Bu arada bir de fırsat kollayan insanlar vardı; içlerinde çekememezlik, haset, kıskançlık ve bağy olanlar. Birileri ile doğrudan temasa geçtiler bunlar, gammazlamaya başladılar. Mektuplaşmalar, haberleşmeler, gizli gizli buluşmalar hepsi oldu bunların.
Her neyse, rüya bunlarla sadece “çatlamıştı”. Ya bütün bütün dağılsaydı! O gün bugün devam eden çatlağı yapıştırma gayretleri müsbet neticeler veriyor. Eski dostlar dostluklarını bir kere daha gösteriyor. Yeni kazanılan dostlar da yürekten destek veriyor ve sanki hiçbir şey olmamış gibi kervan yoluna devam ediyor.
Ne zülfüyâre ne de ağyâre dokunan bir şey yok zannediyorum bu dediklerimde. Tarihe not düşme açısından bu “çatlamış rüya” hakkındaki eski-yeni mütalâalarımın “kırılmış bir testi”nin içine konulmasının yararlı olacağını düşünüyorum.
Hicretin dünü ve bugünü
Sahabe-i kiram hazretlerinin önce Mekke’den Medine’ye daha sonra da dünyanın dört bir tarafına yaptıkları hicretleri hakkında öteden bu yana çok çeşitli şeyler söylenmiştir. Ben bunlara yeni bir şey ilave edecek değilim; ama bunlar arasında önemli gördüğüm bir iki hususun dün ve bugün perspektifinde yeniden değerlendirilmesinin yerinde olduğunu düşünüyorum.
Sahabe-i kiram, her şeyden önce Mekke’de dinî hayatlarını yaşama imkânı ve ölümüne deyip girdikleri o kudsî hakikatleri muhtaç gönüllere duyurma zemini bulamadıkları için hicret ettiler. Buraya bir şey ilave edebilirim: Bunun yanı sıra, bana göre onlar hicrete alışmak için hicret ettiler, gitmeye alışmak için gittiler. Çünkü Medine’ye yaptıkları bu hicret ve bu gitme, bir ilk olsa da son olmayacaktı.
Tabakat kitapları -ihtilaflı da olsa- Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde yüz bin sahabe olduğunu kaydediyorlar. İbn-i Hacer El-İsabe isimli eserinde on bin insandan bahsediyor; ama o günkü toplum telakkileri açısından kadın ve çocukların pek çoğunun bu rakama dahil edilmemiş olacağını hesaba katmak lâzım. Kaldı ki o günkü toplumda kadınların sayısı erkeklerden az değildi, belki daha da çoktu. Çünkü savaşlarda büyük ölçüde ölenler erkeklerdi. Bugün yine tarihçilerin tesbitlerine göre Medine mezarlarında on bin insan bulunuyor. Bu demektir ki yaklaşık doksan bin insan dünyanın değişik yerlerine Din-i mübin-i İslâm’ı anlatmak üzere çıkmış ve bir daha geri dönmemiş.
Müthiş bir ruh, heyecan ve inancın göstergesi bu: Doksan bin insan ve dini i’lâ adına hicret... Bakın ülkemizin şanlı misafiri Ebâ Eyyûb el-Ensari Hazretlerine. Yezid döneminde, yetmiş yaşını aşmış iken, at sırtında Medine’den İstanbul önlerine gelmiş. Hayatı boyunca o cepheden bu cepheye koşmuş, memalik-i hârrede (sıcak memleketlerde) pişmiş bu insan o uzun yola çocuklarının itirazına rağmen seve seve çıkıyor. İhtimal bu uzun yolculukta hastalanıyor ve İstanbul surları önünde vefat ediyor; ediyor; ama vefatı öncesi tabakat kitaplarının kayıtlarına göre; “Beni elinizden geldiğince İstanbul içlerine doğru götürün. Götüremediğiniz yerde beni gömün. Ben Allah Resûlü’nden buranın mutlaka bir gün fethedileceğini duydum. İşte onun haber verdiği kahramanların, yiğitlerin kılıç seslerini, at kişnemelerini duymak istiyorum!” diyor.
Binlercesi içinden sadece bir örnek bu. Benim inancıma göre hakikî mânâda hicreti, hicret derken kasdettiğimiz o ulvî ve yüksek değeri gerçek hayatta temsil eden, canlandıran sahabe-i kiram olmuştur. Hatta bu hicret düşüncesi, inancı ve heyecanı onların içinde öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki hicret ettikleri yerden geriye dönmeyi ihanet saymışlardır. Sadece ziyaret için ülkelerine, vatanlarına, memleketlerine döndükleri zaman orada ölmeye hicretlerini iptal edecek endişesi ile yaklaşmışlardır. Tarihte örneği var bunun. Mekke’den Medine’ye hicret eden ve Veda Haccı sırasında Mekke’de vefat eden Sa’d b. Havle’nin kaderi başkaları için hep endişe kaynağı olmuştur. Aynı hac esnasında ciddî şekilde rahatsızlanan Hz. Sa’d b. Ebi Vakkas bu endişesini kendisini ziyarete gelen Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) bildirince Efendimiz, ona ihbar-ı gayb nev’inden; “Sen daha yaşayacaksın. Allah senin elinle bazılarını aziz, bazılarını zelil yapacak” buyurmuş ve Hz. Sa’d’ın endişesi izale olmuştu.
Sahabe sonrasına gelince; o günden bu yana farklı seviyelerde ve şekillerde de olsa hicret hiç kesintiye uğramamıştır. Gerçi Efendimiz (sallâhu aleyhi vesellem) Mekke fethinden dönerken; “Lâ hicrate ba’de-l fethi velâkin cihâdün ve niyyetün. (Mekke fethedildikten sonra hicret yoktur; fakat cihat ve niyet vardır.)” buyurmuştur. Ama bu o ilk kutluların gerçekleştirdiği Mekke’den Medine’ye olan hicrettir. Dolayısıyla yukarıda belirttiğimiz gibi farklı şekil ve seviyelerde hicret hiç durmadan devam etmiştir. Zaten bu hicretler olmasaydı İslâm’in dünyanın dört bir yanına ulaşması mümkün olur muydu? Demek tarih boyunca Müslümanlar Peygamberlerinden tevarüs ettikleri o hicret düşüncesini koruma, yaşama ve yaşatmada fevkalâde hassas hareket etmişler.
Ben zannediyorum ki aynı duygu ve düşünce bir yönüyle günümüzde de yaşanıyor ve yaşatılıyor. Benim birçok yerde kudsîler kadrosu dediğim bu insanlar dünyanın dört bir yanına arkalarına dönmeden gidiyorlar. Pekâlâ, gayeleri ne? Mensup oldukları milletin, devletin, kültürün ve dinin değerlerini muhtaç gönüllere duyurmak. Evet, bu gaye uğrunda dünyevî nice imkânları terk eden ve tıpkı sahabe misali bir daha geriye dönmeyi düşünmeyen, geriye dönmeyi döneklik sayan sayıları meçhul nice insanlar var bugün.
Fakat hiç kimse bunu kendinden bimemeli. Kendinden bilme, her şeyden önde Allah’a karşı ciddî bir saygısızlıktır. Zira akılları bu istikamette ikna eden o, gönülleri bu ruh ve heyecanla dolduran o. Eğer onun ilkâ buyurduğu bu inanç, bu duygu, bu düşünce olmasaydı; bir his ve heyecan tufanı halinde onların gönüllerinde esmeseydi bu tablo gerçekleşir miydi? Bizler bu inanç ve heyecanı onların gönüllerinde hâsıl edebilir miydik? Rica ederim, siz böyle küllî bir hâdiseyi falanın-filanın konuşmasına, onun-bunun yönlendirmesine bağlayabilir misiniz? Kendi nefsini ikna edemeyen insanın/insanların başkalarını ikna etmesi mümkün mü? Kendi kaprisleri, arzuları, his ve hevesleri karşısında günde birkaç defa kalıp ezilen, âdeta preslenen insanların yol göstericiliği ile olur mu bu iş?
Demek ortada bir sevk-i ilâhî var, sevk-i ilâhînin insiyakları var ve gidenler, dönmemek üzere gidenler, sahabenin anladığı ve yaşadığı mânâda hicret edenler, işte bu sevk-i ilâhîye mazharlar. Keşke ben de defalarca iç geçirdiğim, sürekli hayalini kurduğum, zaman zaman sözünü ettiğim, hatta söz verdiğim hicreti yapabilseydim! Mesela çok çetin bir yer olan Pekin’e gitseydim; gitseydim de öteler ötesinde, muhtemel “Sen bu muhacirlerle beraber olamazsın. Çünkü sen hicret etmedin!” cümlesine muhatap olma endişesinden kurtulabilseydim. Keşke!...
Keşke diyoruz; ama kader cebr-i lütfi ile bizi başka yerlere getirdi. Hastalıktı, havalar şiddetliydi derken kaldık buralarda. Babamın şiirinde dediği gibi “ecelde müddet var” demek. Babam bunu Erzurum zelzelesinde söylerdi de benim hafızamda sadece bir kıtası kalmış. Soğuk bir kış mevsiminde binalar sürekli sarsılıyor. İçeriye giriyoruz evler vahşî vahşî bakıyor bize, dışarıya çıkıyoruz siddetli kış ve insan boyu kar. Manzum cümlelerle Cenâb-ı Hakk’a tazarruda bulunuyordu babam:
Dışarıya çıkarız şitâ şiddetli
İçeri gireriz evler hiddetli
Eceller gelmiş, vâde müddetli
Sabırlar buyur, Gufrana bağışla bizi.
Her neyse, biz hicret edemedik; ama hicret edenlerin duygu, düşünce, hissiyatlarını paylaşıyor, onlarla beraber oturup kalkıyoruz. Hadiste ifade buyurulduğu gibi “Lâ yeşkâ bihim celisühüm. (Onlarla beraber olan şaki olmaz.)” İnancım o ki bahsi geçen hicret ufkunu yakalamış, onu hayata geçirmiş kişilerle bu dünyada beraber olan bir insan, öbür tarafta bahtsız olmaz. “Haydi, sen de geç!” derler ona da.
Evet, keşke dünyanın dört bir yanında idbarımızın ikbale dönmesi için hicret edilse! Keşke bu uğurda anne ve babalar ikna edilebilse! Keşke hicret edilen yerlerde kültürümüze, milletimize, ülkemize hizmet edilebilse! Keşke bin bir gadre uğramış o güzelim dilimiz dünya dili haline getirilebilse!
Şimdilerde yaptıkları eğitim faaliyetleri ile milletimizin adını duyurmaya çalışanların tutuşturdukları meşaleler etrafı aydınlatmaya başladı. Gönüllüler kadrosunun gerçekleştirdiği, değişik yerlerdeki, bu büyük-küçük hizmetlerin hüsn-ü kabul görmesi, bana milletimize ait çok derinlerden gelen bir kısım hususiyetlerin bulunduğunun göstergesi gibi geliyor. Gerçi “O mâhiler ki deryadadırlar, deryayı bilmezler” fehvasınca belki bizler farkında değiliz, kendimize ait kültürümüzün rengini, tadını, şivesini tam bilemiyoruz, farklılığı kavrayamıyoruz; fakat başkaları bunun farkında, o farkı görebiliyor. Komşuluk münasebetlerini, aile yapısındaki rasâneti, sosyal münasebetlerdeki yumuşaklığı ve sıcaklığı kavrayabiliyor. Eğitim alanındaki fedakârca çalışmaları görüyor ve takdir ediyorlar. Kaldı ki bunlar bizim kendimizi ifade yollarımız.
Hâsılı; bizim dünyamızda sahabe ile başlayan hicret, onları takip eden kutlular tarafından devam ettiriliyor. Özü aynı. Fark sadece şekilde. Dolayısıyla bu ayrılıkta bir gayrılık olduğu söylenemez. Ne mutlu onlara!
Şartların hesaba alınması
Her dönemin mimar ve fikir işçileri gibi bizlerin de içinde bulunduğumuz dönemin şartları ve gereklerini iyice ihata etmemiz gerekir. Çok bilmemiz, çok okumamız, çok dolaşmamız; eğer içinde bulunduğumuz dünya şartlarını hesaba katmıyorsak, onları derin tetkik ve analizlere tâbi tutup hareket ölçülerimizi belirlemiyorsak bir anlam ifade etmez. Mesela her birimiz günümüzde Ebû Hanife dahi olsak, ama içinde bulunduğumuz şartları hesaba katmadan onun kendi döneminde hareket ettiği gibi hareket etsek, çalışmalarımızın falso ile neticeleneceği muhakkaktır.
Şimdi dünya küçüldü, moda tabirle “global bir köy” haline geldi. Eskiden ulaşım ve haberleşme vasıtaları bu ölçüde gelişmiş değildi. Âdeta bir adem-i merkeziyet hâkimdi. Tabir caizse, herkes ve her toplum belli bir stoplazma içindeydi. Ama şimdi öyle mi? Dünyanın bir yerinde olan bir hâdise başka yerlerde anında duyuluyor ve bazıları itibarıyla hâdise mahallindekinden daha fazla ses ve gürültü çıkartıyor, tesir icra ediyor. Mükebbiru’l-asvatlar (sesleri, gürültüleri çoğaltanlar) da var günümüzde. Geneli itibarıyla kimin amaçlarına hizmet ettiği malûm-u meçhul o medya, ister ideolojik isterse ekonomik çıkarlar istikametinde dünya kamuoyunu rahatlıkla yönlendirebiliyor.
Bu arada çeşitli zamanlarda ısrarla üzerinde durduğum bir husus var; dünyanın neredeyse tamamına yayılmış bir gönüllüler hareketi, bir eğitim ve öğretim seferberliği... Din, dil, ırk, yaş, cinsiyet ayırt etmeksizin akıllara durgunluk veren fedakârlıklarla çalışan bir kitle var ortada. Dünyanın bir yerinde elde ettiğiniz fevkalâde bir başarı, bunları çekemeyenlerin gıpta ve düşmanlık damarlarını tahrik edecekse, o başarı başka yerlerdeki hizmetler adına olumsuz tesir yapabilir, şartların aleyte ağırlaşmasının nedeni olabilir. Ortaya çıkacak olumsuz hava, yukarıda bahsini ettiğimiz medya aracılığı ile bütün dünyaya mâledilebilir. Onun için bütün zamanlardan daha fazla dikkatli olunması gerekir.
İş bu safhaya gelse elinizden bir şey gelir mi? Elbette hayır? Yapacağınız bir tek şey olur; müsbet harekete devam. Siz her zaman olduğu gibi numûne-i imtisal sayılacak müspet hareket örneklerini sergilemeye devam eder, onların bir kısır döngü içinde dönüp durduklarını anlayacakları, böylece yanlış davranışlarından vazgeçecekleri zamanı beklersiniz. Yani bir zaman kaybı olur. Belki çeyrek asır, belki de daha fazla.
Görüldüğü gibi bir taraftan kendimizi koruma, diğer taraftan insanlığa hizmet götürme oldukça zor. Onun için kendi içimizde sıkı durmamız, gevşemememiz, saflardan saf yaşayış şeklimizi devam ettirmemiz lâzım. Evet, hem kendi iç âlemimiz hem de şartların ve çevrenin getirdiği yenilikler karşısında hepimizin sürekli fikrî rehabilitasyona ihtiyacı var. Madde ile mânâyı aynı zaviyeden müşahede edebilecek, rehber bakışlara, rehber değerlendirmelere ihtiyacımız var. Aksi halde toplum, his ve heyecanları aklının ve mantığının önünde toy delikanlılarla maceraya sürüklenir. Böyle insanların yaptıkları şeyler güzel görünebilir, hüsn-ü niyetli de olabilir; ama çok defa bu türlü şeylerin içine riya, şöhret, fahr ve gurur karışır. Bunların olduğu yerde, karıştığı işlerde lâhutiyet mülâhazası yoktur. Dolayısıyla onların öncülük ettiği faaliyetler muvakkaten semere verse de, Allah alır daha sonra o semereleri. Ve işin en acı tarafı, kim bilir belki de hislerine kapılarak yapmış oldukları şeylerden dolayı, sorumlu bile tutabilir o insanları.
Peygamberâne azim
İçinde bulunmaya gayret ettiğiniz, yolunda yürümeye çalıştığınız yolda niyetinizde hep “O” olursa, masmavi renge bürünmüş cennete ait büyüleyici kokuları geçtiğiniz her güzergâha yayarsınız. Evet, mü’minin niyeti çok önemlidir. Niyet, sıradan işleri ibadet haline getirdiği gibi, o gerektiği gibi muhafaza edilmediği zaman ibadetler ibadet olmaktan çıkar. Bozuk bir niyetle namazın çehresini burada kirletirseniz, orada karşınıza hortlak gibi, gulyabânî gibi bir şey çıkar. Öte yandan Allah Resulü’nünkine (sallallahu aleyhi ve sellem) benzeyen yatış şeklinin bile ibadet olduğunu belirtmiyor mu İslâm uleması?
Niyet bu kadar önemli olunca, sürekli Allah’la, sürekli i’la-yı kelimetullahla oturup kalkmanız sizi çok aşkın kılar. İşin aslı, kendini ona, onun adının yüceltilmesine kilitleyenlerin belki de öyle çok derin mülâhazaları, derinlemesine bir ibadet u taatleri yoktur; ama sürekli bir teveccüh içinde bulunma niyet ve gayretleridir onları aşkın kılan. Bu öyle bir debi kazandırır ki onlara, artık kişi yerken, içerken, yatarken, kalkarken hep “Bu hakikatleri nasıl anlatırım?” ıstırabıyla yaşar. Bu da Cenâb-ı Hakk’a sunulan en büyük duadır.
Peygamberlerin peygamberliği malûm. Peygamberlik Allah’ın takdiri; ama neden bizler de onlar gibi olmayalım, onların yaptığını yapmayalım. Peygamberâne bir azimle peygamberce bir cehd içinde olabiliriz. Eğer ruhumuzdaki yabancı hülyaları ruhumuzdan söküp atabilirsek, bizler de peygamberane mülâhazalar içinde ıstırap insanı olabiliriz. İslâmî heyecanı hayatımızın her karesinde duyabiliriz. Böyle bir ıstırabı duymanın zor olmadığı kanaatindeyim.
Bir de Allah bazılarına “vüd” (sevgi) vaz’ediyor. Kime el atsa hemen kıvama eriyor. Bu, kim bilir belki de Allah’ın bize bir fırsat verdiğinin şahididir. Öyleyse vakit fevt etmeden bizden beklenen şeyleri yerine getirmeliyiz.
Bu yolda yürürken önümüze bazen engeller çıkabilir. Birileri önünüze çıkıp size zarar vermek isteyebilir; ama peygamberlere de birçok engeller çıkmamış mıdır? Öyleyse bunu hayatın ve bu yolun bir realitesi olarak kabullenmek lâzım.
Bir de toprağa atılan her tohum çıkmaz. Bazılarını kuşlar yer, bazıları çürür gider. Öyleyse himmetini âli tutup elindeki bütün tohumları bir an önce toprağa gömmeye bakmalısın. “Şöyle olsun, böyle olsun…” deyip gözünü neticeye dikme, Allah’la pazarlıktır ve yanlıştır. Vazifemizi yapıp neticeyi onun takdirine bırakmamız gerektir.
Işığın göründüğü ufuk
Bazen ışık görünür. Aradan on sene geçer, yirmi sene geçer, ışık hâlâ göründüğü ufukta durur, bir santim ilerleme kaydetmez. Neden? Çünkü insanların azmi, kasdı, kararlılıkları ve plânlarının ciddiyeti, uygulanabilir oluşu şart-ı âdî planında müessir şeylerdir. Eğer bunlarda bir eksiklik ve aksama söz konusu ise, ışık göründüğü yerde görünedurur; fakat siz yürümenize rağmen bir türlü tünelin öbür ucunu bulamazsınız. Bununla beraber, ışığın göründüğünü kabul etmelisiniz. O zaman ya “Ne yapalım! Işık biraz erken görünmüş” ya “Biz ışığa doğru yürürken âheste revlik ediyoruz” ya da “Atâ-i ilâhî burada ayrı bir cilve ortaya koyacak” diyeceksiniz.
Bu çerçevede bir hususu tekrar hatırlatmak isterim: Bazen dünyanın herhangi bir yerindeki muvaffakiyet, başka yerlerde muvaffakiyete giden yolu tıkayabilir ve sistemi felç edebilir. Cüz’î dairedeki tekevvün “hepten”in önünü kesebilir. Zira o muvaffakiyet başkalarının gıpta damarlarını harekete geçirmiş, haset duygularını kabartmış, düşmanlık yapmalarına zemin hazırlamıştır. Mesele, dininizi anlatma, hakkı başkalarına duyurmadır. Dinimizi anlatma istikametindeki bir başarı, başka bir yerde kendilerine rakip kabul etmeyenlerin harekete geçmesine sebebiyet verebilir. Öyleyse, bir yerde doğum yaptırtıp diğer yerlerde kısırlaşmaya, kısırlaştırmaya sebebiyet vermeyin. Unutmayın, hâmile olan bütün analar doğum yaptığı zaman başkalarının yapacağı bir şey kalmamış demektir.
Herkes tarafından sevilme
Soru: Herkes tarafından sevilme Cenâb-ı Hak tarafından sevilmenin de işareti olabilir mi?
Cevap: Hakikî mânâda inanmış, muhlis mü’minler tarafından sevilme, Allah tarafından sevilmenin emaresi sayılabilir. Bunun mânâsı, “İnnellezîne âmenû ve amilûs-sâlihâti seyec’alü lehümü’r-Rahmânu vüddâ” (Meryem, 96) âyetinin mantukunca onun için “vüdd” (sevgi) vaz’edilmiş demektir. Ama inkâr ehli tarafından beğenilmenin, sevilmenin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Onların bizi sevmesi, beğenmesi çok defa bizim temellüklerimizden, onlara karşı zilletlerimizden, kendi onur ve izzetimizi ortaya koyamamadan ötürü olmuştur. Onun için muhlis mü’minlerin sevmesine, Allah’ın mükerrem ibadının duyduğu alâkaya bakmak lâzım. Allah tarafından sevilmenin esası ve delilidir bu.
Yalnız insan buna aldanmamalı. Muhlislerin sevmesini istidraç saymalı. “Ben kendimi biliyorum, başkasının tarifine gerek yok” demeli. Onların sevmesini, takdir etmesini, kabulünü, teveccühünü Allah’ın mekri, istidracı olarak kabul etmeli. “Senestedricühüm min haysü lâ ya’lemûn” (A’raf, 182; Kalem, 44) sırrınca o teveccühlerin kendisini farkına varmadan baş aşağı bir çukura düşüreceği ihtimalini gözden uzak tutmamalıdır.
Fakat aynı şeyi dine hizmete kendisini adamışlar adına söyleyemem. “Benim ümmetim dalâlette ittifak etmez” fehvasınca, milyonlarca insan belli bir noktada birleşti, uzlaştı ve anlaştı ise, dünyanın dört bir yanında aynı gaye uğrunda bir araya geldiler, gelebildilerse onlar hakkında hüsn-ü zan etmeye binler defa mecburuz. Biraz önce “vüdd”den bahsettik. Kudsî bir hadiste Allah Teâlâ, Cibril’e buyuruyor ki; “Ben falanı seviyorum, sen de sev. O da gökte durup sema ehline sesleniyor: Allah falanı seviyor, ben de seviyorum, siz de sevin!” Bu bir ses değildir, bir söz de değildir; bu bir soluktur, bir esintidir, bir meltemdir. Ruhları saran lâhutî dalga boylu bir meltem. Kime ulaşırsa o meltem, içinde sevgi hâsıl olur. O sevgi evvelen ve bizzat o zâta aittir. Kaldı ki o zât kendini şahs-ı mânevî içinde erimiş, eriyik bir unsur haline gelmiş kabul ediyor. Sonra da şahs-ı manevîye aittir. Yani şahs-ı manevî’ye bir teveccühtür. Dolayısıyla şahs-ı manevîden kopan, kendi kendine bir şey yapmaya çalışan, kendine göre bir şey yapıyor gibi görünen insanlar, Allah’ın, Cibril’in, sema ve yer ehlinin bu teveccühünden mahrum kalırlar.
Hâsılı, Kur’ân’a hizmet mesleği içinde bulunanlar kendilerine çok dikkat etmeliler. Zira bu mesleğin esası “yok ve var” dır. Hem yok olmak hem var olmak... Hem kendini nefyedecek hem onu isbat edecek... Hem “Lâ” diyecek, hem “illâ”ya ulaşacak... İsbat-nefy tenakuzunu aynı anda yaşayacak. Hem konuşacak hem de “Konuşan yalnız hakikat ve hakâik-i Kur’âniye’dir!” diyecek. Hem yazacak hem de “Said yok, Said’in şahsiyeti de yok!” diyecek. Yani oldukça zor bir mesele.
Bunları söylemek bana düşmez; ama siz sorunca “düşmüş” zannediyorum ve konuşuyorum. Allah muinimiz ola!
- tarihinde hazırlandı.