Geçim standardı
Televizyon haberlerinde dönem dönem dört kişilik ailenin aylık geçim standardı adına rakamlar veriliyor. Esas alınan ölçüler nelerdir tam bilmiyorum; ama verilen rakamlara bakınca görülüyor ki bu standartları, hele bizim ülkemizdeki insanların yakalaması çok zor. Bununla beraber bu rakamların sürekli tekrarı, haberdeki üslûbun tam olarak ayarlanamaması insanları şükürsüzlüğe, kanaatsizliğe itiyor. Ben hatırlıyorum çocukluğumda insanlar sadece yoğurtla kahvaltı yapıyorlar; ama tarlada, bağda, bahçede hamarat bir şekilde de çalışıyorlardı. İnanın, hiç mübalâğa etmiyorum; çünkü ben de onlardan biriydim. Yoğurtla kahvaltı ediyor, akşama kadar hayvanları güdüyordum. Sabun bulamıyorlardı insanlar, kil ile çamaşırlarını yıkıyorlardı. Bit salgınından kırılıyordu millet. Veba salgını geldiğinde yediden yetmişe birçok insan ölüyordu. Çokları bir öğün yemek yiyordu. Evet –Allah o günleri bir daha yaşatmasın– şartlar çok zordu; ama hiç kimse de halinden şikayet etmiyordu.
Hayır hayır, yanlış yaptığımız kanaatindeyim. Bu haberlerle, daha doğrusu bu yaklaşımla milleti şükürsüzlüğe sevkediyoruz. Allah’a karşı şikâyete yönlendiriyoruz. Yeni bir üslup bulmalıyız haberlerin veriliş tarzında. Hem yalan olmamalı, gerçekleri yansıtmalı, halkı doğru bilgilendirmeli hem de bulduğuna kanaat etmeli, nankörlüğe girmemeli insanlar. Aksi takdirde ne verirseniz verin, isterseniz iki üç milyar verin doyuramazsınız siz onları.
İsraf... Bütün insanlığın iktisadî anlamda belini büken bir kanser o. Geçenlerde sordum arkadaşlara banyolarda kullandığımız kâğıt havluların fiyatlarını. Bir rakam söylediler, ucuz veya pahalı önemli değil, önemli olan onun tam tekmil kullanılması, israf edilmemesi. Bilmem medâr-ı fahr olur mu; ama örnek olması açısından söylemekte mahzur görmüyorum; burada mecburiyetten dolayı kullandığımız kâğıt havluların her bir parçasını üç dört kere kullanıyorum ben. Önce elimi yüzümü siliyorum, sonra ayaklarımı kuruluyorum, sonra da banyo tabanını siliyor, ondan sonra atıyorum. İsraf olur, diye lüzumsuz yanan ışıkları hemen söndürüyorum. Ama aynı hassasiyeti her yerde göremiyorum. Yemeden içmeden tutun, giyinmeye kadar her şeyde israf hâkim hayatımıza.
Bediüzzaman Hazretlerinin İktisat Risalesi’nde ortaya koyduğu düsturlara bakın. Hapishanelerde işkenceler, sıkıntılar, açlıklar, susuzluklar ve bunların karşısında sarsılmaz bir iman, ahirete bakış, kadere rıza... Ve sonra bakıyorsunuz, o sıkıntılara maruz kalan insan sürekli şükürle, Allah’a hamd-u senayla dimdik ayakta. Bizim de aklı başında, iyi yetişmiş, maksadını güzel ve takılmadan ifade eden insanlara ihtiyacımız var. Ta ki çıksınlar televizyon programlarına bu örnekleri dile getirsinler, girsinler halkın içine mazhar olduğumuz Allah’ın lütuflarını nazara versinler, insanları nankörlükten kurtarsınlar, onun bize olan lütuf ve ihsanları karşısında tam bir kulluk sergilememiz gerektiğini anlatsınlar.
Bazıları benim Amerika’da dört senedir sürgün olduğumu söylüyor. Ne sürgünü Allah aşkına?! Asıl inançsızlık hesabına hareket eden insanlar yapayalnız, tecrid-i mutlak yaşıyorlar ya da yaşamışlar. Mesela; Troçki’yi düşünün. Meksika’da tecrid-i mutlak içinde, bahçeli büyük bir villanın arkasındaki kulübecikte yaşamış yıllarca. Stalin’in korkusundan dışarı çıkamamış. Fakat kaderin garip tecellisi, o kulübecikte de bulmuşlar ve öldürmüşler adamı.
Evet, Allah bir gurbet yaşatıyor burada bize, size ve hepimize; ama bu gurbet ahirette bir kurbet (yakınlık) vesilesi olabilir. Öyleyse niye şikâyet edeceksin ki? İnsanî hisler, vatan, memleket, eş dost, akraba diyorsanız, elbette… İnsanın bunları özlemesi kadar tabiî bir şey olamaz. Ama bunları özlerken Allah’ın sağnak sağnak üzerimize gönderdiği lütuf ve ihsanlara karşı nankörlük yapmamamız lâzım. Biz hiçbir zaman mahrumiyet denilen şeyi kâmil mânâda yaşamadık. Mesela Bediüzzaman Hazretlerinin çektiğinin onda birini ne ben çektim ne de siz. Baksanıza şu ifadelere; “Yirmi sekiz sene çekmediğim eza, görmediğim cefa kalmadı. Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum” diyor; deyip vak’ayı rapor ediyor; ama halinden hiç şikâyetçi değil. “Huz mâ safâ da’ mâ keder. (Safâ vereni al, keder vereni bırak.)” diyerek her şeyin iyi ve güzel yanını görüyor. Bardağın boş değil, dolu tarafına bakıyor.
Hâsılı, Allah’ın nimet ve ihsanlarına karşı şükürle mukabelede bulunmak zorundayız. Elimizdeki bütün imkânları hep onu anlatmaya, onu sevdirmeye, onu takdir etme ve ettirmeye matuf kullanmak mecburiyetindeyiz. İnsanların içlerinde herhâlukârda memnun olma duygusu uyarmalıyız. Hastalık-sıhhat, ıstırap-rahat, zenginlik-fakirlik... Her hâlukârda... İşin özü; insanların iniltilerinde bile şükür nağmesi, şükür terennümü duyulmalı.
- tarihinde hazırlandı.