Müslümanca Yaşama (1)
Her beşerî sistem ve beşerî düşünce tarzı, ne kadar uzun ömürlü olursa olsun, zamanla eskir, bayatlar, câzibe ve güzelliğini yitirir ve bıkkınlık hasıl eder; ama, Müslümanca yaşama ve Müslümanca düşünce tarzı öyle değildir. İnsan onda, eğer ruhunu tam hazırlayabilmişse, alışılmış şekil ve formüllerin ötesinde, tıpkı baharlarda, tabiat kitabının çehresinde parıldayan bir güzellik ve câzibe ruhunu, çağlayanlarla fışkıran sonsuzluk düşüncesini, semaların mavi derinliklerinde tütüp duran ebediyyet duygusunu bulur ve başı cennetlere ulaşmış gibi olur.
Müslüman olarak doğup büyümek ve ruhuyla onun husûsî şivesini duyup tatmak bir tâli' eseri ve bir bahtiyarlıktır. Onun yumuşak, aydın ve feyizli iklimini tanıma fırsatını bulamayanlar, bütün bir hayat boyu sevgilisinden mahrum kalmış birinin yalnızlığı içinde, "Bu sahra benim, şu sahra senin" der koşar.. "Dîde giryân, sîne püryân, akıl hayrân", "Şirin" der sızlar, "Leylâ" der göz yaşı döker.. gözlerinin feri biter, dizlerinin dermanı tükenir; ama neticede, bir çuvaldız boyu dahi yol almadığını görür.. başı açık, ayağı yalın hayâlleri ile olduğu yerde saydığına muttali olur ve hasretle inler.
Bazen hiç bir şey bilmeden yola çıkıpta, belli bir süre sonra fıtrat ve tabiatın rehberliğinde kendi ham hayallerinden kurtularak, fıtrat yolu İslâm'la tanışanlar da çıkabilir ki, bir bakıma bunun da kendine göre bir güzellik ve bir câzibesi vardır. Hatta ülfet ve ünsiyet gölgesi henüz üzerlerine düşmemesi bakımından, böylelerinin Müslümanlığında ayrı bir tad, ayrı bir tazelik ve ayrı bir tarâvet te olabilir. Ancak, böylesi çok ve yaygın değildir. Umumiyetle, ondan uzak yerlerde neş'et edenler, onu kendi özüyle, kendi şivesiyle bilemez ve kendi orjini, kendi hususiyetleri ile tanıyamazlar. Zaten başından bu yana belli yanlarıyla "âbâ emced" hep vicâhî intikal eden bir kültür başka türlü de olamazdı.
O, lâhûtî soluklarını duyurabildiği dünyanın ve o dünya insanının cenneti gibidir. Onu şuurlarıyla tartıp tanıyanlar, onda, başka hiç bir şeyde rast gelemeyecekleri hârikalar bulur ve hârikalar tanırlar. Bu şuurla onun ışıktan ikliminde dolaşanlar, geçtikleri her yerde yol boyu sihirli çeşmelerin aktığını görür.. suların, rüzgârların, dağların, ovaların dile gelip; onunla konuştuklarını duyar ve bütün şanlı geçmişi onun ruhuna sinmiş bir ses, bir mûsikî gibi hisseder.. geçen günleri, değişen renkleri, hiç geçmemiş, hiç değişmemiş gibi, onun aydınlık atmosferinde tekrar ber tekrar yaşarlar.. ve âdeta her fâni ruh onda ölümsüzlüğün bir buudunu bulur ve ötelerdeki ebediyyetine menfezler açmış olur...
Şurada-burada serseri gezen ruhlar, ne zaman onun ünsiyet esintili sînesine dönseler, kendi kendilerine: İşte rüya ve hülyalarımızda aradığımız dünya (!) der, düşünce ve ihsaslarını onun baharlar gibi engin, canlı ve renkli iklimine salar, fâniliğe rağmen ölümsüzlüğe uyanırlar.
Onun yâkuttan havası, ışığı ve sihirli atmosferine girenler, çok defa: Neden insanların çoğu bu cennetâsâ dünyaya karşı lâkayd kalıyor? ve nasıl olur da insanlık, onun iliklerine kadar işleyen onun bu diriltici soluklarını duymuyor..? demeden kendilerini alamazlar. Evet, o, böyle derinden derine ruhun bütün ihtiyaçlarını söylerken, en derin, en hüzünlü bir ses olarak gaflet ve dalgınlıklarımızı delerken, nasıl oluyor da bu büyülü sese, bu coşturan soluğa karşı alâkasız kalabiliyoruz! Nasıl oluyor da hayatı, idrak ettiğimiz günden bu yana, onun gözümüzün önünde ördüğü, parlattığı, o hoş ve gönülleri hoplatan güzellikler şiirine karşı duyarsız olabiliyoruz!
Şurada-burada serseri gezen ruhlar, ne zaman onun ünsiyet esintili sînesine dönseler, kendi kendilerine: İşte rüya ve hülyalarımızda aradığımız dünya (!) der, düşünce ve ihsaslarını onun baharlar gibi engin, canlı ve renkli iklimine salar, fâniliğe rağmen ölümsüzlüğe uyanırlar.
Onun yâkuttan havası, ışığı ve sihirli atmosferine girenler, çok defa: Neden insanların çoğu bu cennetâsâ dünyaya karşı lâkayd kalıyor? ve nasıl olur da insanlık, onun iliklerine kadar işleyen onun bu diriltici soluklarını duymuyor..? demeden kendilerini alamazlar. Evet, o, böyle derinden derine ruhun bütün ihtiyaçlarını söylerken, en derin, en hüzünlü bir ses olarak gaflet ve dalgınlıklarımızı delerken, nasıl oluyor da bu büyülü sese, bu coşturan soluğa karşı alâkasız kalabiliyoruz! Nasıl oluyor da hayatı, idrak ettiğimiz günden bu yana, onun gözümüzün önünde ördüğü, parlattığı, o hoş ve gönülleri hoplatan güzellikler şiirine karşı duyarsız olabiliyoruz!
Onun dünyasında herşey bir aşk büyüsü ile sihirli gibidir. Gündüzler, bu masmavi âlemin büyüsü içinde doğar, aydınlanır ve sînelere bir bir boyasını çalar, öyle gider.. geceler insanın derinliklerine matkaplar salıyor gibi en düşündürücü duygularla gelir, gönüllere bir avuç kor atar-geçer.. sabahlar insanı en tatlı ses, rayiha ve esintilerle kucaklar.. bağ ve bahçelerden yükselen çiçeklerin kokuları, damla damla sağdan soldan dökülüp gelen kuşların cıvıltıları ve yer yer gölgeler gibi bir belirip bir kaybolmaları.. zaman zaman gerçeklerin gölgelere karışması, vakit vakit de gölgelerin gerçekleşmesi, evet, bütün bunlar âdetâ bir hayret ve ürpertinin besteleri gibidirler.
Düşünce dünyasıyla bu seviyeyi yakalayabilenler, kendilerini cennet yamaçlarında seyr ve tenezzühe çıkmış gibi hisseder, gönüllerinde ebedî var olma ve aşkın nefeslerini duyar, sonsuzluk için yaratılmış olmanın hazları ile büyülenir giderler.
Sızıntı, Haziran 1990, Cilt 12, Sayı 137
- tarihinde hazırlandı.