Tabiatı koruma bir vecibedir
İnsanoğlu, mebdei itibarıyla Cennet’te yaratılmış, sonra ilâhî emre uymama (oradaki umumî âhenge de denebilir) sebebiyle Cennet’ten çıkarılmış ve bu yeni âleme gönderilmiştir.[1] Bu itibarla da o, dünyada yaşadığı sürece, hep çıkarılmış olduğu Cennet’i arzu etmiş ve edecektir.
Evet, âyet ve hadislerde bin bir güzelliğiyle tasvir edilen bu yer, sürekli insanların rüyalarına girmiş, hülyalarını süslemiş, destanlarına konu olmuş ve hep ulaşılması gerekli bir hedef gibi resmedilmiştir. O kadar ki bizler çoğu zaman, müşâhede ettiğimiz güzel bir yerin tasavvurlar üstü güzelliğine dikkat çekmek için, “Cennet gibi” tabirini kullanarak, bu iç tutkumuzu vurgulamaya çalışırız.
Aslında insanoğlunun üzerinde neş’et edip hayata uyandığı yer de, işte böyle “Cennet” gibi bir yerdir. Kim bilir belki de onun izdüşümüdür. Ama ne acıdır ki, bilerek veya bilmeyerek tali’siz bir devreden sonra insanoğlu, içinde yaşadığı bu cenneti kendi elleriyle tahrip etmiş, içinde yaşanılmaz hâle getirmiş ve şimdilerde “Yitirilmiş Cennet” tasvirleri yaparak yeni bir arayışa girmiştir.
Türkiye, içinde bulunduğumuz bu zaman diliminde bahsettiğimiz tali’sizliği yaşamıştır. Bugün sadece Türkiye değil, onunla beraber aynı kaderi paylaşan bütün batı–doğu ülkeleri aynı hicran ve aynı arayış içindeler.
Şimdi de dinî değerlerimiz açısından tabiatın tahribi ya da korunmasına yönelik esaslara bir göz atalım:
Öncelikle Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyayı teşrif buyurduğu mekân, çöllerle kaplı bir alandı. Allah Resûlü çölle çevrili olan bu mekânı dünyevî anlamda bir cennete çevirmek için, Kur’ân’ın işârî ve sarih beyanlarının yanında birçok fiilleri, sözleri ve takrirleriyle ısrarla üzerinde durmuş ve sık sık onu vurgulamıştır. O’nun tabiatı koruma adına göstermiş olduğu bu hassasiyet, bugün ekolojik dengeyi korumak isteyen vakıf, dernek ve kuruluşların hassasiyetinden çok çok ileridedir. Meselâ, Nebiler Serveri, sıtma ve verem hastalıklarının kol gezdiği, belli ölçüde yeşillik olsa da, tam dengenin olmadığı Medine’ye hicret eder etmez, “Allahım! Hazreti İbrahim, Mekke’yi harem bölge ilan etmişti. Ben de Medine’yi harem bölge ilan ediyorum.”[2] buyurmuştur. Harem’i, bugünün anlayışıyle izah edecek olursak, ona geniş alanlı “millî park” denebilir. Zira Allah Resûlü bunu izah ve şerh eden beyanlarında “Otları koparılmaz, ağaçları kesilmez, hayvanları öldürülmez.”[3] buyurmuşlardır. Hatta sahabe‑i kiramdan bazıları kuyumcu ve demircilerin kullandığı, mezar ve çatılarda da ona ihtiyaç duyulan “İzhir otu ne olacak?” diye sorduklarında, Allah Resûlü önce duraklamış, sonra da “İzhir bu hükümden istisna.”[4] buyurmuşlardır.
Yine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hayber savaşında, daha önceki dönemler itibarıyla Müslümanlara her türlü kötülüğü yapmış olan Yahudilerle muharebe ederken, mancınıklarla kale içini dövmekten başka çarenin kalmadığı bir anda, ağaçların kesilmesi ve kütükler hâlinde kaleye atılması noktasında yine beklentiye girmiş ve tereddüt geçirmiştir.[5] Aynı endişeyi Nebiler Serveri, ekinlerin yakılması hususunda da göstermiştir.[6] Hâlbuki, bugün galibiyet ya da mağlûbiyetin bahis mevzuu olduğu böyle bir yerde ekinlerin yakılması da, ağaçların kesilmesi de tereddütsüz tecviz ediliyor. Ayrıca hac veya umre için ihrama giren kimselerin, Harem dahilinde hayvan öldürmesi, ağaçları kesmesi, otları koparması yasak edilmiştir.[7] Bu yasak fiillerin İslâm hukukundaki adı cinayettir.[8] Bu cinayetleri işleyen insanlar, mutlaka günahlarının affı için Rabbilerine yalvarıp yakarmak zorundadırlar. Tevbe, bu günahın affedilmesi için asıl şart iken, bundan başka bir de insanın sadaka vermesi dinî bir hükme bağlanmıştır. Sadakanın sınırı ise, fidye miktarından, koyun kurban etmeye ya da telef edilen şeyin kıymetini vermeye kadar geniştir.[9]
Buna göre, eğer Allah Resûlü, o dönemde çölün merkezi olan Yemen’de bulunsaydı, orayı da yeşillendirmek ve Cennet hâline getirmek için gerekli olan her şeyi yapacaktı. İşte şu beyan O’na aittir: “Kimin elinde bir fide varsa, kıyamet kopacak da olsa, onu dikmeye gücü yeterse mutlak diksin!”[10]
Bir dönemde bu hususları nazara alan bizim insanımız dünyalarını cennetlere çevirmişti. Hatta İsmail Hâmi Danişmend, biraz mübalağalı da olsa bir eserinde, “Medine’den San’a’ya, oradan Hadramevt’e kadar, seyahat eden bir insan, başına güneş değmeden, gölgelikler arasında seyahat edebiliyordu.” der.
Hâsılı, tabiatı koruma, onu muhafaza etme düşüncesinin topluma mâl olması çok önemlidir. Böylece, işe sahip çıkan insanların çokluğu nispetinde, neticeye daha çabuk gidilebilir. Ve kim bilir belki de işte o zaman insanoğlu “Yitirilmiş Cennetlere” tekrar kavuşabilir.
[2] Buhârî, cihâd 74; Müslim, hac 475.
[3] Buhârî, hac 43, cezâü’s-sayd 8, 10, lukata 6, cizye 22; Müslim, imâret 85.
[4] Buhârî, cenâiz 77, cezâü’s-sayd 9, lukata 6, meğâzî 53; Müslim, hac 445.
[5] Bkz.: el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 4/225-226; el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 2/744.
[6] eş-Şâfiî, el-Ümm 4/287.
[7] Buhârî, hac 43, cezâü’s-sayd 8, 10, lukata 6, cizye 22; Müslim, imâret 85.
[8] Bkz.: Aliyyülkârî, Fethu bâbi’l-inâye 1/688.
[9] Bkz.: Aliyyülkârî, Fethu bâbi’l-inâye 1/688-725.
[10] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/191.
- tarihinde hazırlandı.