Mûsıkî üzerine düşünceler
İster sanat, isterse halk müziği olsun, söylenen şarkı ve türkülerde, mânânın güçlü olmasına dikkat edilmesi çok önemlidir. Dolayısıyla o şarkı veya türkünün icrası ânında bir taraftan his tufanı yaşanırken, diğer taraftan mânânın güçlülüğü, düşündürücülüğü ile insanın bir şeyler duyması, anlaması mümkün olacaktır. Yani mûsıkînin esas unsurları olan ses, enstrüman ve söz (tema) bir bütün hâlinde olunca insan üzerinde tam müessir olsa da, tema‑ses‑saz bütünlüğü sağlanamadığı takdirde, insan his dünyasında boşluklardan kurtulamaz. Öyle ki bazen birtakım eserlerde söz âhenge, muhteva ritme isyan eder. Hâlbuki, mutlaka âhenk bütünlüğünü sağlayabilecek, muhteva derinliğini aksettirecek sözler bulunmalı ve sözler, sebep‑sonuç münasebeti içinde bir tamamiyet arz etmelidir. Bir mısra birinden, bir mısra başkasından alınarak yapılmış güftelerde ise bunu sağlamak çok zor olsa gerek.
* * *
Mûsıkî de bir yol, bir sanat ve bir ihtiyaçtır. Bediüzzaman Hazretleri bir yerde radyo programları içinde ona, beşte birlik bir yer veriyor.[1] Bunu başka mânâlarının yanı sıra toplumun en az beşte biri dinler şeklinde de anlayabiliriz. Hâlbuki şimdilerde toplumun onda dokuzu müzikle içli‑dışlı. Öyleyse ihtiyaç diye nitelendirdiğimiz ve zaten toplumun, içinde sürüklenip gittiği bu saha kendi düşünce çizgimiz içinde ele alınmalı ve kat’iyen ihmal edilmemelidir. Bunun için mesaj yüklü, mânâ yüklü, hisleriyle, düşünceleriyle insanı zenginleştiren eserler bestelenmeli ve yine Üstad’ın mahzursuz dediği, insanı maâliyâta götüren, iştiyakını coşturan eserler meydana getirilmelidir.[2]
Bu konuda ölçü nedir denecek olursa, meselâ, dinlediğiniz bir eser, sizde Kur’ân okuma, Kur’ân dinleme iştiyakını coşturuyor, Allah’a karşı vuslat arzusunu köpürtüyor.. sizi Emrah gibi bağrı yanık hâle getirip secdeye zorluyor, millî, dinî değerlerinize karşı alâkalarınızı kanatlandırıyor.. size kendi romantizminizi fısıldıyor, bunları yaparken de, müstehcenliğe, bâtılı tasvire vs. kapalı kalınabiliyorsa.. evet, işte bu eser gayet güzeldir. Bünyesinde gıybeti barındıran, fuhşu tasvir eden, şehevanî hisleri tahrik eden, insanın yeis yani ümitsizlik duygularını kabartan eserlere gelince, onların caiz olduğunu, olabileceğini söylemek mümkün değildir.
* * *
Bizim bazı şarkı ve türkülerimiz Allah’a iman, ahirete iman, kadere iman ile telif edilemeyecek sözlerle dopdoludur. Meselâ, gelin gencecik yaşında ölmüş, tipide birisi kaybolmuş, kurt dağın başında bir çocuğu öldürmüş vs. Hemen oturup bir destan yazmış ve bir ağıt kesmişizdir. Şimdi eğer, her felâket karşısında, felâket dellallarının yaptığı gibi ağıtlar dizecek olursak Allah’tan şikâyet adına destanlar tanzim etmiş oluruz. Aslında, böyle bir duygunun kaynağı, insanın zayıf yanlarının bulunuşu, Allah’a, ahirete, kadere imanının olmayışıdır. Hâlbuki bu zaaf noktalarının mutlaka imanın unsurları ile yok edilmesi ve çeşitli hâdiseler münasebetiyle de olsa yeniden hortlamaması için devamlı imanın takviye edilmesi ve payandalanması şarttır, elzemdir.
* * *
Kur’ân‑ı Kerim okuma meselesini Türkiye’de, Mısır’da, Suud’da veya bir başka yerde daha güzel okunuyor... gibi yaklaşımlarla ele almak doğru değildir. Doğru olan, Kur’ân’ın muhtevasını kavrayabilme ve onu seslendirebilmedir. Zaten Kur’ân bütünüyle müzikaldir. Önemli olan, muhtevadan hareketle ondaki her bir kelimenin istediği seslendirmeyi, konumuna uygun olarak verebilmektir. Meselâ, Kur’ân’da kâfirin konuşması, mağrur, mütekebbir, mütecebbir bir eda ile ve elini kalçasının üzerine koyarak, caka satan bir insan imasıyla verilir. Meselâ, Hazreti Yusuf karşısında konuşan Zeliha. Onun Hazreti Yusuf’a “Haydi gel!”[3] deyişini okurken kırıta kırıta, şuh bir edayla konuşan bir kadını görür gibi oluruz. Bu fettan teklife iltifat etmeyip ondan kaçan Hazreti Yusuf ise olabildiğine kararlı, ürperti içinde ve tok sesli birisi olarak karşımıza çıkar. Ve daha yüzlerce misal... İşte âyet‑i kerimeleri okurken, sesiyle bu muhtevaları aksettirebilme önemli bir esastır.
Mustafa İsmail dinî hayatı ve yaşantısı itibarıyla çok dikkatli birisi olmayabilir ama, bu mânâda Kur’ân okumada çok başarılı birisiydi. Abdülbâsıt çok güzel okuduğu yerler vardır ama, arz ettiğimiz anlamda Kur’ân okumada nadiren başarılıdır. Mustafa İsmail söylenildiğine göre, Kur’ân okumadan önce, okuyacağı yeri piyano ile notalara vurarak kafasında iyice resmedermiş. Bunun –şer’î yanı mahfuz– mutlaka gerekli olduğuna kâni değilim.
Şimdilerde her yerde bu çerçevede Kur’ân’ın okunduğu söylenemez. Ses ve nağme ile beraber muhtevanın hakkını yemeden, onu olduğu gibi ortaya koyma, maalesef yok denecek kadar az. Hele, ihlâsla onu soluklamak ender‑i nadirattan.
* * *
Bugün Türkiye’de, değişik alanlarda kendi çizgimize dönüşün yaşandığı gibi, mûsıkîde de böyle bir dönüşün yaşanması üzerinde mutlaka durulmalıdır. Üzerinde durulmak bir yana, bu mevzuda olabildiğine ısrarlı olunması gerekir. Pop müziğinin gençler arasında çok yaygın olması ve medyanın sürekli ona destek vermesi, stadyumların popla inim inim inlemesi, onun Michael Jackson gibi şarkıcılarla daha büyülü bir hâl alması vs. gibi oldukça yoğun ve organizeli faaliyetler yanında, mûsıkîmize sahip çıkmanın zorluğu meydandadır. Ama bütün bu zorluklara göğüs gererek bu uğurda mutlaka olağanüstü bir gayret gösterilmelidir.
Öyle inanıyorum ki, yakın bir gelecekte bu ülkede, genç‑ihtiyar bizim insanımız, mutlaka kendi mûsıkî anlayışımız, mûsıkî zevkimizle bütünleşecek ve kendi mûsıkî deryamız içinde eriyip gidecektir, eriyip gidecektir ama, bizim sistemli gayretlerimizle… İhtimal işte o zaman, ülkemiz bu alandaki işgalden kurtulmuş olacak ve tekrar Itrî, Dede Efendi, Hacı Ârif Bey, Sadettin Kaynak, Münir Nurettin Selçuk gibi dâhi mûsıkîşinaslara kavuşacaktır.
Unutmayalım, bu bir ihtiyaçtır. Ve siz bunu meşrû bir çizgi içinde ele alıp düzenlemez iseniz, millet gider gayrimeşru bir çizgiye kayar.. kayar ve müzik diyerek çılgınlıklara ve hezeyanlara girer. Aslında böyle bir anlayışın psikiyatri açısından tahlilinin yapılması yararlı olur zannediyorum. Zira, böylesi çılgın şeylere müzik deyip, onunla tatmin olan, olabilen veya olduğunu zanneden insanların tavır ve davranışlarını normal kabul etmek oldukça zordur.
Yalnız şimdilerde bu düşünce birdenbire hüsnükabul görmeyebilir. Ama unutmayalım; her yeni düşüncenin topluma mâl edilmesinde böyle bir süreç yaşanmıştır. Dün bu ülkede ilim ve irfan yuvaları açan, ehl‑i himmet, ehl‑i gayret insanlar, senelerce bir iki insanla teselli olmuşlardır. Kimse yanlarına uğramamış; hiç kimse onları kabullenememiş. Ne var ki onlar, yılmadan, usanmadan doğru bildikleri yoldan ayrılmamışlar; Allah da onlara sadakatlerinin mükâfatını vermiştir. Aynen bunun gibi, mûsıkî adına kendimiz olma yolunda yapacağımız düzenlemeler de birdenbire bir patlamanın, toplumca ona sahip çıkılmasının ve milletçe desteklenmesinin beklenmesi, acelecilik olsa gerek. Evet, bize, doğru bildiğimiz yolda yürümek düşer. Alınmadan, fedakârca doğru bildiğimiz yolda ilerleyerek, yapmamız gerekli olan şeyleri yaparak yürümek.
* * *
TV ve radyo programlarında bugün dinlenilen, kabul edilen müzik türlerine yer vermede toplumun bütününü objektif olarak düşünme ve değerlendirme mecburiyetindesiniz. Ne TV’leri, ne radyoları bu işten tecrit edemezsiniz. Aksine davranacak olursanız kendinizi toplumdan tecrit etmiş ve sadece sizin gibi düşünen üç‑beş insanla baş başa kalmış olursunuz. Onun için toplumun kabul ettiği müzik türlerinden zararsız olan veya daha az zararlı eserleri icra ederek, onların ihtiyacını karşılayacak ve böylece, bu alanda da mesajınızı vermiş olacaksınız. Unutmayalım, bu sahada emin eller toplumun bu ihtiyacını karşılamazsa, emin olmayan ellerde toplum dejenerasyona uğrar.
Toplumun bütün kesimlerinin veya milletin her ferdinin sizin gibi olmasını bekleyemezsiniz. Kur’ân dinlemekle tatmin olan, ilâhilerle bu ihtiyacını karşılayanlar olduğu gibi, daha farklı mülâhazaları paylaşanlar da vardır. Öyleyse, kendi öz mûsıkîmizle değişik sapıklıklar içinde çırpınan ve tatmin peşinde koşan gençlerimizin imdadına yetişme mecburiyetindeyiz.
Evet, mûsıkî dinleme, şehvet, hırs, nefret, kin vs. gibi insan tabiatında var olan bir şeydir.. ve hilkat itibarıyla da güzeldir. Çirkin olan, insanın zaaflarıyla onları yanlış yere yönlendirmesidir. İradesiyle, kemalâtına medar olabilecek iyi şeyler yapma yerine onlarla kötü şeyler peşinde koşmasıdır.
* * *
Müziğe yakın olan bir dimağ dünyada her şeye yatkın olur. Zira müzik incelik ister, esneklik ister, duyarlılık ve mükemmel bir his yapısı ister. Bu açıdan herkesin yapabileceği bir şey değildir o. Hatta diyebilirim o, heykeltıraşlıktan, ressamlıktan çok çok ileridir. Onun için sanat kabiliyeti olmayan bir insanın müziğe uyum sağlayabilmesi, müzik yapabilmesi âdeta imkânsızdır. Bu tespite bağlı olarak denilebilir ki, kadının fıtraten duyarlı, hassas olması mûsıkî adına bir avantajdır. Belki bu sebeple bayanlarda müzik kabiliyet oranı erkeklerden daha fazladır.
* * *
Klasik Türk sanat mûsıkîsinin insanlara belli bir seviye kazandırdığı çoklarının kabul ettiği gerçeklerdendir. İcra edilen mûsıkînin derinliklerine inebilen, ondaki incelikleri kavrayabilen şahıs, bir müddet sonra belli bir inceliğe ulaşabilir ve üzerindeki bedevîliklerden uzaklaşabilir. Ve bana göre bu ikisi arasında telâzum vardır. Yani mûsıkî inceliği, zerafeti hatta estetiği.. bu hususlar da mûsıkîyi gerektirir. Ruh inceliğinden mahrum kaba hislerin bahsimizden hariç olduğu bilinmelidir. Neticede ruh bütünüyle nezaket, nezahet ve zarafet kesilir. Yalnız bu neticeye ulaşabilmek, ruh‑efzâ mûsıkîyle çok uğraşmaya ve hakikî mûsıkîşinaslarla oturup kalkmaya, sözden‑sazdan ziyade ruha, mânâya yönelmeye bağlıdır.
Klasik Türk sanat mûsıkîsinin bu ruhu insana kazandırdığı her zaman söylenebilir. Ancak şu da unutulmamalı ki, bu işin kaynağı tekye ve zaviyelerdi. Bu müesseseler gerçek misyonlarından uzaklaşıp, miskinler otağı hâline gelince, sanat müziği çok önemli bir kaynağını kaybetmiş oldu. Bundan sonra da millet, tekrar bedevîliğe dönerek davul‑zurnadan zevk almaya başladı. Bir diğer ifadeyle davul‑zurnanın temsil ettiği ruh hâlini yaşayan insanlar etrafı doldurdu. Davul‑zurna ile kaba duyguların gürültülü dünyalarını kastediyorum. Şimdilerde de aynı şey söz konusu ama, ben şahsen bütün bütün ümitsiz değilim.
Mûsıkîdeki bu keyfiyet bunalımının, bir gün mutlaka sona ereceğine inanıyorum. Zira sosyolojik ve tarihî bir gerçektir ki, başta İslâm ve daha sonraki dönemlerde Osmanlı olmak üzere, dünyanın kaderinde hâkim olmuş bütün milletler böyle bir bunalımın peşi sıra doğmuştur. Tıpkı karanlığın son perdesinin aydınlığa menfez teşkil etmesi gibi. Meselâ, Osmanlı’nın bidayetinde, herkes muhtaç olduğu ruh ve mânânın Osmanlılar tarafından temsil edildiğini görünce, ona sahip çıkmış ve onun etrafında halkalanmıştır. Böyle bir halkaya katılmayanlar ise, kemmiyetin bunaltıcı atmosferi içinde eriyip gitmişlerdir.
Şu anda, birçok medeniyete beşiklik yapmış Anadolu topraklarında, hızla öze dönüşün yaşandığı yeni bir diriliş döneminde sayılırız. Bu diriliş, toplumun bütün ünitelerinde birlikte yürüyor. Mûsıkînin de bundan nasibini aldığı ve alacağı muhakkaktır. Nitekim sanat müziği alanında yapılan çalışmalar da bunun bir göstergesidir. İnşâallah buna, bugünkünden daha fazla seviye kazandıracağımız günler de gelir ve bizim olan bu mûsikî ile akıl, kalb, ruh geliştirilir.. iç ve dış derinliğine ulaşmış seviyeli insanlar yetiştirilir.. dünya ve ukbâyı denge içinde yürüten alperenler de bu sahanın temsilcisi olur.. ve yeniden Dede Efendiler, Itrîler ufkumuzda arz‑ı didar eder. Fakat bu arada yukarıda bir cümle ile temas ettiğim şu husus da kat’iyen unutulmamalıdır. Osmanlı döneminde bunun kaynağı tekye ve zaviyelerdi. Dolayısıyla şimdi de tekye ve zaviyelerin misyonlarını üstlenecek ve mûsıkînin şekillendireceği insanlara kaynaklık edecek kuruluşların olması şarttır. Sadece sokaktaki insanlarla, yukarıda arz etmeye çalıştığımız hususların gerçekleşmeyeceği herhâlde izahtan vârestedir.
- tarihinde hazırlandı.