Âdemiyet Muamması (2)
Zirvedekiler her zaman “âdem-i nübüvvet”; zirdekiler ise, onlarla hemhâl olma sermestisiyle “fenâfillâh”, “bekabillâh” üveyikleri olarak dur-durak bilmeden onları izlemede; yürümüşler mahviyet-i tâmme içinde ebedî mihraplarına doğru. Önden gidenler karşısında kısmışlar seslerini; ılgıt ılgıt peşlerine takılıp sûrîlikten ruhîliğe yürüyenlere, yürüme istidadı gösterenlere karşı da güftesi öncülere ait en sûzişî nağmeleri seslendirmişler; büyülemişler kendilerine yönelenleri. Hedefin ulviyetini gönül safvetiyle selamlamış; zirvedekilerle aynı şeyleri soluklama azm u ikdamıyla meyân meyân üstüne en tiz perdeden denecekleri demiş; tedebbür, tezekkür ve tefekkür cümleleriyle öndekilerin varidât ve mevhibelerini paylaşma performansları sergileyerek sürekli “âdem-i insânî”ye yürümüşler; yürümüş ve zâhiren aramızda görünürken hakikatte hemen her zaman Hâle’dekilerin şehrâhında seyr ü sefer gayreti içinde olmuşlardır.
Peygamberân-ı izâmın temsil ve misyonları, gerçek “âdemî suret”in şule-feşân tezahürleri. Bu tezahür, Cenâb-ı Risâletpenâhi’de (aleyhissalâtü vesselam) bir “kamer-i münîr” şeklindedir. Sadakatle serfirâz O’nun arkadaşları ise, bir “Hâle” keyfiyet ve derinliğiyle müşârun bilbenân olmuşlardır. Onları takip edenlerde yer yer husuflar müşahede edilmiş ise de hiçbir zaman bitmez gibi görünen bir küsuf söz konusu olmamıştır; vüs’at-i rahmet sayesinde kıyamete kadar da olmayacaktır. Ondan sonra ise hikmet kapıları min veçhin kapanacak; ebvâb-ı kudret ve inâyet ardına kadar açılacak; hayatını “âdem-i insanî” çizgisinde sürdürenler yitirdikleri fâni şeylere bedel yitirilenlerin kat katı ilâhî eltâfla şâd u hurrem olacaklardır; hem de yitirdiklerini hatırlayamayacak şekilde çok buutlu bir şekilde...
“Âdem-i hayvânî” ve “âdem-i sûrî”ye gelince, bunlar da aynı tohumun başakları olmalarına rağmen, nefs-i emmârenin güdümünde, tamiri zor bir deformasyon yaşadıklarından, maddî anatomileri, şekil ve şemailleriyle birer insan görünümünde olsalar da, vicdan mekanizmaları, kalb, ruh ve sır sistemleriyle “ahsen-i takvîm” çizgisinin çok çok altında bir hayat tarzını intihap etmeleriyle manevî anatomilerini bütün bütün görmezlikten gelmişlerdir. Evet, ruh dünyalarında iç içe deformasyonlar yaşadıklarından mesâvî-i ahlak akıntılarına kapılarak âdemî simalarını karartıp adeta manevi bir meshle insanî çizginin altına düşüvermişlerdir. Görememişlerdir hilkatin gayesini ve ahsen-i takvîme mazhariyetin gereklerini.. anlayamamışlardır وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ “Ben ins ü cinni (Beni bilip) Bana kullukta bulunsunlar diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) ferman-ı sübhânıyla vurgulanan var oluşun gayesini.. hevâ-i nefse uyup şeytanın kancasına takılmış ve maddi simalarıyla olmasa da manevî anatomileri açısından, bilerek dünyayı ötelere tercih etmiş ve onca kazanma dinamiklerine rağmen iç içe haybetler yaşama zilletine maruz kalmışlardır.. dahası çoğu itibarıyla yiyip-içip geviş getiren canlılar seviyesine düşerek أُولٰئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar hayvan gibi, hatta ondan da bayağı, daha hor ve hakir bir durumdadırlar.” (A’râf, 7/179) beyan-ı sübhânıyla resmedilen bir ruh haleti sergilemişlerdir.
İlmi amelle, ameli marifetle, marifeti muhabbetle, onu da aşk u iştiyak-ı likâullah ile taçlandıramamış diplomalı cahiller, hedefleri “a’lâ-i illiyyîn-i kemâlât” olması gerekirken, كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا “Sırtında cilt cilt kitap taşıyan merkep gibidirler.” (Cuma, 62/5) fehvasınca bir cehl-i mük’ab tavrıyla “esfel-i sâfilîn”e sürüklenmişlerdir. Zayıf olduklarında el-ayak öpen, güç ve iktidarı elde edince de firavunlaşan ve “Hak kuvvete tabidir.” mülahazasıyla muhalif vehmettiklerini sürekli ısıran, herkese diş gösteren farklı bir deformasyon meczuplarına gelince, Kur’an’ın nezih beyanı onları, “Mukteza-i zahir budur.” dercesine, onları كَمَثَلِ الْكَلْبِ إِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ “Öyle birinin hali tıpkı bir köpeğe benzer ki üzerine varsan da dilini sarkıtıp durur, kendi haline bıraksan da aynı hali sürdürür.” (A’râf, 7/176) şeklinde resmeder ki, bunlar da ayine-i samedâniye kılınma mazhariyetinin farkında olmayan ayrı bir kısım bedbahtlar olarak anılagelmişlerdir.
Âdem-i hayvanî ve âdem-i sûrî adına hem âyât-ı beyyinât hem de Hazreti Saadet-meâb Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından serdedilen nice nice örnekleriyle, bu tür deformasyona uğramış tipler üzerinde durulur ki, böylelerini, emsâl-i kesîresiyle günümüzde her yerde görmek mümkündür. Zira iman, islam, ihlas, ihsan, sadakat, istikamet güzergâhından sapılınca ve marifet, muhabbet, aşk u iştiyak-ı likâullah da unutulunca, ruh dünyasının kirlenmesi, kalbî hayatın ölmesi, insanın nefis ve şeytan güdümüne girmesi de kaçınılmaz olur.
Çağın Allah bilmez, peygamber tanımaz, dini hevâ ve heveslerine göre yorumlayan; bilinecekleri bilinmesi gerektiği şekilde bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen ama kendini biliyor sanan bu mük’ab cahillerinin gerçek dinî düşünceye zararları firavunlarınkini aşmıştır. Hele bir de dinî argümanları kullanarak şuursuz yığınları da arkalarından sürüklemişlerse artık böylesi yıkım Deccâl’ın tahribatını geçmiş sayılır. Böylelerinin âdem-i hayvanîden çıkıp âdem-i insânîye ve âdem-i vilayete yönelmeleri bir başka bahara kalmış gözükmektedir.
اَللَّهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمِ، صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ، مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ. آمِينَ
- tarihinde hazırlandı.