Kur’ân’ın zâhir ve bâtını
Soru: Hz. Peygamber’in, “Kim Kur’ân’ı kendi kafasına göre tefsir ederse kâfir olur, velev ki isabet etmiş olsun.”[1] hadisini söylediği rivayet edilip son asrın müçtehitlerinden bir muhterem zatın bu yola başvurduğu iddia edilerek hafife alınmak istenmektedir. Buna mesnet olarak da bir kısım âyetlere dair tefsirleri gösterilmektedir. Ayrıca cifir ve ebced hesabıyla yapılan tespitlerin İslâm’da bulunmadığı belirtilmektedir. İslâm’da ebcedin yeri nedir?
Evvelâ, soruda ifade edilen bu sözün hadis olup olmadığının münakaşası yapılabilir; zira bu mevcut şekliyle hadise benzememektedir. Sonundaki ilâve ise hevese göre ifade edilmiş gibidir. Bilinen hadis kitapları meydandadır. Onlarda bu tarzda bir söz yoktur. Bu itibarla da bu söz, hadis kriterleri açısından ele alınacak hüviyette değildir. Ancak Sünen-i Ebî Davud’da, مَنْ قَالَ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ بِرَأْيِه۪ فَأَصَابَ فَقَدْ أَخْطَأَ “Her kim, Allah’ın (azze ve celle) kitabı hakkında kendi reyiyle konuşursa, isabet etse de hata eder.”[2] şeklinde bir rivayet vardır.
Kur’ân’ı kendi reyine göre tefsir etme tehlikeli bir husustur ve aynı zamanda bu, tefsir usûlüne de aykırıdır. Âl-i İmrân sûresi’nin başında anlatıldığı üzere, Kur’ân’ın Ümmü’l-Kitap diye adlandırılan muhkemat âyetleri vardır. “O Allah ki bir kısım muhkem âyetler inzal buyurmuştur. Bunlar ‘Ümmü’l-Kitap – Kitabın esası’dır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/7) Bunun mânâsı, Kur’ân-ı Kerim’de Ümmü’l-Kitab’ın dışındaki hafî, mücmel, müşkil, müteşâbih, kinâye, mecaz… gibi lafızların Ümmü’l-Kitab’a irca edilmek suretiyle tefsir edilmesidir. Ümmü’l-Kitap, tefsir yapabilmek için, tutunup öbür tarafa geçmemize yardım eden bir ip gibidir. Tefsir yaparken dil, gramer, gibi hususların yanında her şeyi bunlarla test eder ve tefsirde ya da tevilde bunlarla mütenakız düşmemeye çalışırız. Başka bir tabirle, müfessirin elinde Ümmü’l-Kitab bir temel disiplinler mecmuası, terminoloji gibidir. Tevil bunlara uyuyorsa doğrudur, uymuyorsa değildir.. ve uymayan tefsirler de reddedilir. Kitaptaki ana meselelerin, açık mânâları vardır ki, bunları başka türlü anlamaya imkân yoktur. Ancak şu kadar var ki, bir mesele bunlara ve dinin ruhuna ters olmamak kaydıyla ilhama dayalı tefsir ve tevil de yapılabilir.
Usûlde bir prensip vardır: Nasları zâhirine hamletmek mümkün olduğu müddetçe onlara zıt bir mânâ vermek uygun değildir.[3] Meselâ, Kur’ân’daki, وَأَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ “Namazı dosdoğru kılın!”[4] sözünden, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) talim buyurduğu gibi namaz kılmak anlaşılır. Esasen bu ifadeden, başka ikinci bir mânâ da çıkarmak mümkündür. Meselâ: “Namaz duadır. Dua, kulun Allah’a teveccühüdür. Allah’a teveccüh ederken lâhî ve lâğî olmamak bir esastır. Öyleyse mühim olan, Allah’a lâğî ve lâhî bir kalble değil, hüşyar bir gönülle teveccüh etmektir.” gibi. Burada bu ifadeyi asıl mânâdan çevirecek kuvvetli bir karine olmadığına göre وَأَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ “Namazı dosdoğru kılın!” ifadesinden biz bu ikinci mânâyı değil, birinci mânâyı anlarız. Birinci mânâyı vermememiz için bunu birinci mânâdan sarfedecek kuvvetli bir karine lâzımdır. Ne var ki burada böyle bir karine mevcut değildir.
Yine Kur’ân’da, وَلَا تَأْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ “Allah adına kesilmeyen hayvanın etini yemeyin!” (En’âm sûresi, 6/121) şeklinde âyet vardır. Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri bu âyetten, üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanların etinin yenmeyeceği hükmünü çıkarırlar. İmam Şafiî ise, Resûl-i Ekrem’in (aleyhisselâm) bir fiilini, âyeti asıl mânâsından sarfedici veya tahsis edici bir karine olarak kabul eder ve Besmele’nin mendup olduğunu söyler. Ona göre, Besmele çekilmeden kesilen hayvanın eti de yenilebilir. Çünkü Resûl-i Ekrem’in bu âyetten sonra bir uygulaması vardır. Bu da başkaları tarafından getirilen eti Efendimiz’in yemesidir. Şayet bir nassa, zâhir mânâsını vermeyi engelleyen kuvvetli bir karine var ise böyle bir yola gidilir.[5]
Kur’ân’ın her âyetini asıl mânâsına hamletmek mühimdir. Bununla beraber yine usûl-i tefsire göre muhkematın yanında bir de “hafî” vardır ki, onun asıl mânâsı ilk plânda bilinmeyebilir. Bunlar, tetebbu, teemmül, tetkik ve meseleyi başka naslarla karşılaştırmayla anlaşılabilecek Kur’ânî ifadelerdir. Ayrıca bir de Kur’ân’ın “mücmel”i vardır tafsil ister, “müteşabih”i vardır mânâsı herkes tarafından hemen anlaşılmaz veya bir kısmının tetkikle, teemmülle ve çeşitli ihtimaller içinde ele alınması iktiza eder. Bundan başka mânâsı apaçık “sarih” âyetler olduğu gibi, “kinaye”li âyetler de vardır. Bunları olduğu gibi kabul etmek lâzımdır. “Hakikat”in yanı başında “mecaz” vardır ki bunları da edebiyatla iştigal edenler bilir. Binaenaleyh âyetlerin hepsini zâhire hamletmek hata olduğu gibi, âyetlerde sadece bâtınî mânâ var demek de korkunç bir ifrattır.
Zâhiriye mezhebine zâhib olan bir kısım kimseler zâhirperestlikte ifrat etmek suretiyle Kur’ânî üslûbun bir yönünü inkâr ve tezyif ettikleri gibi, Karmatîler ve Hurufîler gibi bâtıl mezhepler de Bâtınîlikte aşırı gitmek suretiyle onun diğer yönünü inkâr etmişlerdir. Evet, bir taraf her şeyi bâtın kabul ederken öbür taraf da tamamen zâhiri esas almıştır.
Hâlbuki zayıf dahi olsa bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, إِنَّ لِكُلِّ أٰيَةٍ ظَهْرًا وَبَطْنًا وَلِكُلٍّ شُجُونٌ وَغُصُونٌ “Her âyetin bir zâhiri bir de bâtını vardır; bu zâhir ve bâtından her birerlerinin de bir dalı, bir budağı, bir çiçeği ve bir de meyvesi vardır.”[6] Binaenaleyh Kur’ân-ı Kerim’in müteşabih ve hafî âyetlerinden, başka türlü izah edilmemiş mücmel âyetlerinden zâhirine münafi olmamak kaydıyla bir kısım tevil ve tahsisler yapmak mümkün olduğu gibi, tarizlerinden ve remizlerinden de bir kısım mânâları anlamak imkân dahilindedir. Muhkemata zıt olmamak kaydıyla tâli derecede bir kısım işârî mânâlara intikal etmenin hiçbir mahzuru yoktur. Usûl-i din de buna cevaz vermektedir.
Konu usûl-i fıkıh ve usûl-i tefsir açısından ele alınacak olursa Kur’ân’ın âyât-ı beyyinatının bir kısım zâhirî mânâlardan ibaret olmadığı görülecektir. Müteşabihin mânâsının anlaşılıp anlaşılmaması dahi müfessirler tarafından uzun uzadıya münakaşalara medar olmuş bir husustur. Üzerinde bu kadar münakaşanın yapıldığı bir meselenin gayr-i ciddî, laubalilik içinde ve hiçbir şeyden haberi olmayan bazılarınca ele alınması, en azından Kur’ân-ı Kerim’e karşı ciddî bir saygısızlığın ifadesidir.
Kur’ân’ın zâhiri kadar bâtını, mücmeli kadar mufassalı, muhkemine mukabil de müteşâbihi vardır. Bunların her biri farklı kalb ve ruh insanlarının birer cevelengâhıdır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, sadece kafası bir çoban kafası kadar inkişaf etmemiş insanlara hitap etmemektedir. Evet, gece uykusunu terk eden ve onu kalbinin derinlikleri ölçüsünde değerlendiren kimselerin öyle bir ledünnî hayatları vardır ki, bir mübtedinin anlayışı onlara göre çoban anlayışıdır. Binaenaleyh Kur’ân’ın, onların o derin ve buudları idrak edilmez gönül ufuklarına göre de bir iması ve işareti olacaktır. Onun hem bir kitab-ı zikir hem kitab-ı fikir hem kitab-ı tefekkür ve kitab-ı ders olmasının gereği de zannediyorum işte budur.[7]
Ayrıca Kur’ân-ı Kerim, her seviyede herkese hitap eden bir kitaptır. O, belli bir seviyenin kitabı değildir. İbn Sina ve Farabî ondan ders aldığı gibi, şayet Sokrates Kur’ân-ı Kerim’in tilmizi olsaydı, onun da Kur’ân’dan istifade edeceği çok şeyler olacaktı. Ama o, Kur’ân’ı görmedi. Emsali belki görebilirdi fakat onlara da biz gösteremedik. Kur’ân’ın ima ve işaret ufkunda –zâhire muhalif olmamak kaydıyla– müceddit ve müçtehidînin cevelengâhı sayabileceğimiz içtihada medar olabilecek öyle hususlar vardır ki, bu ufuktan parlak dimağlar, hüşyar gönüller, uyanık hisler öyle şeyler istinbat ederler ki bizler onların bu tevilleri karşısında şaşar kalırız. Kur’ân’ı bu esaslar içinde tevil ve tefsir etmek, hadis olup olmadığı şüpheli o beyanın ruhuna zıt da değildir. Çünkü bu şekilde tefsir, tefsir usûlüne uygundur.
Zannediyorum konuya böyle yaklaşınca bazı büyükleri tenkit etmenin de doğru olmadığı anlaşılacaktır. Çünkü meseleyi o şekilde ele aldığımız zaman İmam Gazzâlî, Muhyiddin İbn Arabî, İmam Sühreverdî, Mevlâna, İmam Şafiî… gibi devâsâ pek çok kimseyi tadlil etme durumunda kalırız. Evet, onların öyle ifadeleri vardır ki, şayet biz bunlara bir mahmil bulamaz, bir müteşabihin mânâsı ve bir seviyenin ifadesi olduğunu kabul etmezsek, onları tadlil etmemek mümkün değildir. Biz onların bazı beyanlarına mâkul bir mahmil bulamazsak, söylediklerine bakıp İmam Gazzâlî’yi sapıklık ve küfürle ittiham edecekler çıkabilir.
İbn Arabî nasların zâhirinden bir kısım hükümler çıkararak, sadece işin kalıbını ifade edenlerin, dinin ruhuna hiçbir zaman nüfuz edemeyeceklerini ifade eder. Meselâ, “Lâ ilâhe illallah” avamın tevhididir ona göre. Hâlbuki Efendimiz (aleyhisselâm), “Ben ve benden evvel peygamberlerin söylediği en efdal söz, Lâ ilâhe illallah’tır.”[8] buyurur. Yani Peygamber Efendimiz’in de söylediği sözler içinde en faziletlisi yine “Lâ ilâhe illallah” oluyor. İmam Gazzâlî[9] ve ondan mülhemen İbn Arabî buna “Avamın tevhididir.”[10] diyorlarsa, bu, Efendimiz’e avam demiş olma mânâsına gelir ki kabul etmek mümkün değildir. Çünkü herkes o mişkât-ı nübüvvetten istifade etmektedir. Bu sözü söyleyen Muhyiddin İbn Arabî, “Hz. Muhammed (aleyhisselâm) öyle bir mir’âttır ki, O olmasaydı Allah bilinmezdi.”[11] diyor. O zaman biz, bu söz için mutlaka mâkul bir mahmil bulmalıyız.
Evet, ruhen ve kalben inkişaf etmemiş kimseler, “Lâ ilâhe illallah”tan sadece deliller muvacehesinde bir tevhid hakikatini anlarlar. Ama kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla ileriye giden ve esmâ-i ilâhiyenin mecâlîsine muttali olan, esmâ ve sıfât-ı ilâhiye dairesine giren insanlar hayretten kendilerinden geçer, Zât-ı Akdes’i mülâhaza ve müşâhede iştiyakına kapılır ve her şeyi O’nda gördükten sonra “Lâ ilâhe illallah”ı başka şekilde anlarlar. Bir seviyenin tilmizi bunu, “Lâ mevcûde illâ hû” şeklinde, diğer bir seviyeninki de “Lâ meşhûde illâ hû” şeklinde soluklar. Bu sözlerden birincisi vahdet-i vücudu, ikincisi de vahdet-i şuhûdu ifade eder. İbn Arabî, tevhidi, “Lâ mevcûde illallah” şeklinde anlar ki, bu ona göre havassın tevhididir. Bu da, “Allah’tan başka mevcut yok; sadece Allah vardır. O’nun dışındaki her şey hayalâttan ibarettir.” demektir. Bunu vahdet-i vücudu anlatırken arz etmiştim.[12]
Büyük bir ehl-i tahkik bu sözü ceffelkalem kullanmaz. Bunu söyleten onun iç müşâhedeleri, kendini kontrolü ve içindeki “seyr ilallah”, “seyr fillâh” ve “seyr minallah” sülûkiyle vardığı hakikat ufkudur. Vardığı noktadan eşya ve hâdiselere bakınca, o, mevcelenen bütün eşyanın esmâ-i ilâhiyenin dalgalanmasından ibaret olduğunu görür.[13] Muhalfarz o, bir an esmâ-i ilâhiyenin inkıtaa uğradığını hayal etse her şey söner gider ve onun nazarında bir humûdet hükümferma olur. Ona göre eşyanın kendi kendini koruma ve devam ettirme gücü yoksa –ki yoktur– başkasına dayalı bir varlığa nasıl var denilebilir ki? Eşyanın varlığı Allah’tandır; öyleyse hakikî var olan Allah’tır. İşte bu, derin bir mârifet ufkunun ifadesidir. Haddizatında kalben bu şekilde inkişaf eden biri “Lâ ilâhe illallah”tan hep bunu anlar. Mustafa Sabri Bey bu meseleyi ele aldığı zaman, İbn Arabî hakkında müspet veya menfi bir şey söyleyemeyeceğini ifade eder ki bu da kısmen bir lisan sıyaneti sayılır.
Bize gelince biz, zâhir kadar bâtına da inanırız. Resûl-i Ekrem’in nasıl zâhiri vardı, öyle de bir bâtını da vardır. Meselâ, bir keresinde ashabının içinde elini bir noktaya doğru uzatır ve sonra da geriye çeker. Sorarlar: “Bu neydi yâ Resûlallah?” Buyururlar: “Cennet’ten bana bir salkım uzatıldı. Şayet onu alıp size verseydim, kıyamete kadar yiyip bitiremezdiniz.”[14] Zâhirî yönüyle bu, aklın alacağı bir şey değildir. Öyleyse bu, bâtın-ı Muhammedî ufkuna in’ikâs eden öbür âleme ait bir berzahî varlık ve bir misalî mevcuttur.
Hz. Ebû Bekir’e iftar vaktinde bir bardak su ikram edilir. Suyu ağzına götürünce hıçkıra hıçkıra ağlamaya durur. Niye ağladığı sorulunca da şöyle konuşur: Bir gün huzur-i Risaletpenâhîde oturuyordum. Bir aralık baktım elleriyle bir şeyi itiyormuş gibi yaptı. Ne olduğunu sorduğumda O: “Dünya temessül edip kendini bana kabul ettirmek istedi. ‘Git! Bana kendini kabul ettiremezsin!’ dedim. Dönüp bana, ‘Ben kendimi sana kabul ettiremiyorum ama senden sonrakilere kabul ettireceğim.’ dedi.”[15]
İşte bunlar bâtın-ı Muhammedînin cilvesidir. Resûl-i Ekrem, temessül etmiş dünyayı görüyor ve onu elinin tersiyle itiyor. Varılabilecek en son ufukta Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), metafizik âlemlerle parmağının ucu ile oynuyor. Nâdân, bu mazhariyetleri bilemediğinden dolayı da evham ve hayalât zanneder.
İmam Rabbânî Hazretleri ise vahdet-i şuhûda kâildir ve Lâ ilâhe illallah’ı, “Lâ meşhûde illâ hû – Allah’tan başka müşâhede edilen bir şey yoktur.”[16] şeklinde anlar. Zevk-i ruhanî ve mârifet ufku açısından öyle demesi normaldir. O, aslında “Allah’tan başka mevcut yoktur.” demiyor; Allah’tan başka mevcutlar vardır ve bunların varlığı Allah’ın varlığı ile kâimdir, diyor. “Lâ meşhûde illallah – Müşâhede edilen O’ndan başka değildir.” ifadesi, bütün eşbah ve ervahın O’ndan olduğunu ifade ediyor. Çünkü bütün terkipler, bütün tahliller hepsi O’ndan, bütün görünümler de yine O’ndandır. Hakikî hakâik-i eşya ise esmâ-i ilâhiyeden ibarettir.[17] O, esmâyı Cenâb-ı Hak’tan ayrı mütalaa edemeyeceğimize göre, müşâhede ettiğimiz şey nedir, diye soruyor. Cevabını bulamayınca da “Lâ meşhûde illallah” diyor.
Bize gelince, biz, kalben vicdanen duyduğumuz, zevken hissettiğimiz meseleleri anlatabilmek için ehlullahın böyle tevile muhtaç yollarına girmeden Resûl-i Ekrem’in anladığı ve anlattığı mânâda “Lâ ilâhe illallah”ta da aynı şeyleri inşâallah zevk eder ve deriz ki, “Allah’tan başka mevcutlar O’nun varlığıyla kâimdir. Allah’tan başka Mâbud-u Mutlak, Maksud-u bi’l-istihkak, Mahmud-u ale’l-ıtlak yoktur. Herkes ve her şey O’na muhtaçtır. Herkes O’nun kapısında kemerbeste-i ubûdiyet içindedir. O ise hiçbir şeye muhtaç değildir.” Bunu derken de mâbudiyetini, mahbûbiyetini, matlûbiyetini ifade eder ve bunun ötesinde mevcud ve meşhud meselesine karışmayız. Bunlar birer zevkî ve hâlî meselelerdir deriz.
Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tevhidine avam tevhidi demesinden ötürü Muhyiddin İbn Arabî ile İmam Rabbânî’ye dil uzatıp bir şeyler söylemek kimsenin haddine değildir. Onların bazı beyanları kendi zevk ufuklarına göre nazmedilmiştir.
Bir vaiz kürsüde, “İnsan, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ ‘Rabbim, yalnız Sana kulluk yaparız ve bu kulluk vazifesini ifa etmede de yardımı sadece Senden isteriz.’ (Fâtiha sûresi, 1/5) derken aklı mâsivâ ile meşgulse bu, kulluğum mâsivâyadır mânâsına gelir.” diyordu. Ben bunun yerine, ubûdiyetimi Mevlâ’ya arz ederken onu vicdanımda tam hissetmezsem, “Yine namazın bir yeri kırıldı!” demeyi tercih ederim. Şimdi eğer o vaizin seviyesi hakikaten o noktada ise bu söz doğrudur. Bu, bir hâl meselesidir ve şayet o zat kendi iç âleminde bunu müşâhede etmemişse, kendiyle tenakuz içindedir. Belli bir noktanın ifadesi olan bu söz, onun sözü olmamalıdır.
İsterseniz bunu biraz daha açalım. Bir insan düşünün ki o her namaza durduğunda Kâbe, önünde temessül ediyor. Arzdan Arş’a kadar Kâbe etrafındaki musalli halkalarını görüyor ve إِيَّاكَ نَعْبُدُ derken Mevlâ’yı müşâhede ediyormuş gibi iliklerine kadar irkiliyorsa, böyle biri إِيَّاكَ نَعْبُدُ dediğinde başka mülâhazalarla ufkunun kirlenmesine açık durduğu takdirde o ufka saygısızlık etmiş olur ve böyle biri için o vaizin söylediği doğrudur. Ve o zat bu seviyenin insanı ise dediğinin bir mahmili olabilir. İşte İmam Rabbânî, Muhyiddin İbn Arabî gibi kimseler, umuma söylenmemesi gereken bu meseledeki müşâhedelerini anlatırken duyup hissettiklerini seslendirmişlerdir. “Tatmayan bilmez.” fehvâsınca nâdânlar o sözleri serrişte etmeye kalkmışlardır.
Birileri, Muhyiddin İbn Arabî’yi böyle bir meseleyle tenkit ederken, bazı kimseler de “Eşyanın Allah’la bâtınî münasebet keyfiyetini bunun kadar ciddî ve tutarlı ifade etmiş bir zat tanımıyorum!” diye hayranlığını ifade edebilir. Bu da bir anlayıştır. Ama bu ikincisi bir ümmî anlayış değildir.
Meselenin bir başka yönü de bu türlü tevil ve tefsirlerin kadimden beri olagelmesidir. Bir mânâda tefsir usûlüne zıt da görülebilir. Ne var ki bir kısmı itibariyle bu tür yorumlar, öyle “kaldır-at” türünden insanların yorumu değildir Edebi, takvası ve Allah’a saygısı açısından onları görseydiniz kendi kulluğunuzdan hayâ ederdiniz. Meselâ, hayatı boyunca günde iki öğün yemekle yetinmiş, hep peygamberâne zühd ve takva içinde hayat sürmüş ve ömür boyu pusuda yaşamış; öyle ki “Dün evde uyanık otururken Efendimiz geldi, kapıyı açtı, içeri girdi ve bana şunları söyledi!” dese aksini düşünmezdiniz. İşte bu zatlara itimat eden kimseler dinin temel esaslarına zıt olmayan bu şekildeki mevhibelere de bir şey dememelidirler. Bunlar edille-i şer’iye ölçüsünde delil olmasalar da mutlak bir hususiyetleri vardır.
Evet, yetmiş-seksen yaşına kadar dünyevî hayatı adına bir şeyler elde etme istikametinde yalana tenezzül etmemiş ciddî bir insanın kalkıp bu yaşından sonra yalan söyleyebileceğine ihtimal verilemez. Nitekim Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) hakkında bu kabîl mütalaalar serdedilmiştir. Evet, O, kırk yaşına kadar yalana tenezzül etmemiş emin ve sadık bir insandır. O yaştan sonra yalana tenezzülü söz konusu değildir.
Tarih boyunca büyük müfessirler ve Allah dostları Kur’ân’dan işaretler alarak bu türden bazı gerçekleri dile getirmişlerdir. Muhyiddin İbn Arabî, Kur’ân-ı Kerim’in bir âyetinden elektriğe işaret buluyor. Asırlarca sonra gelen Edison, kendisine ışık tutan Muhyiddin İbn Arabî’ye teşekkürlerini sunuyor. “Müspet Mâneviyat Etüdleri” isimli kitapta da buna benzer bilgiler vardır. Şöyle ki sekiz-dokuz asır evvel yaşamış bir insan elektriğe ve elektriğin ampulün içine gireceğine işaret ediyor. Bu ifade, Fütuhât-ı Mekkiye’nin hâtimesinde var. Bu kitap, yedi asır evvel yazılmıştır. Bu âyeti benim elime verseler, oradan elektriği anlamam mümkün değildir. Nazarı dokuz asrı aşan bu insanlar böyle harika şeyler söylüyorlar ve dediklerini de zaman doğruluyorsa şimdi biri kalkıp böyle اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ (Nûr sûresi, 24/35) âyetinden elektriğe işaret bulan bu insan hakkında “Kur’ân’ı kim reyi ile tefsir ederse küfre girer!” dese, biz de deriz ki, “Kimin kâfir olduğu ahirette belli olacaktır.”
Kur’ân-ı Kerim’de gaypten bahisler pek çoktur. Meselâ o, henüz meydana gelmeden dokuz sene evvel, Romalıların Sasanilere galebe çalacağını haber verir: “Rumlar yakın bir yerde mağlup oldular. Ama bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde onlar galip gelecekler.” (Rûm sûresi, 30/1-3) Dokuz sene sonra Bedir günü Romalıların Sasanilere galebe çaldığı görülür. “Hakikî mânâda gayba muttali olan Allah’tır. Ne var ki Allah kimi gayba muttali kılarsa, o da bildirildiği ölçüde bilir.” (Cin sûresi, 72/26-27) Bu zâhirî mânâ, Devr-i Risaletpenâhî’de açıkça tahakkuk ediyor.
Başka bir tefsirci bundan bâtınî bir yorum da çıkarıyor. Meselâ, tasavvufî yönü de olan müfessirlerden İbn Berrecan bu âyetlerden şu mânâyı çıkarıyor. Yazdığı tefsirinde derkenar olarak, Kudüs’ün işgalden kurtulacağını, hem de zaman ve günü de tayin ederek söylüyor. Kendisi, keşfettiği zamandan önce de vefat ediyor. Müslümanlar onun keşfettiği tarihte Kudüs’ü fethediyorlar. Âlûsî’nin tefsirinde kaydedildiğine göre, onun, Allah’ın Kitabından gayba dair bazı hâdiselere vâkıf olduğuna inanılıyordu. Bunu da bir kısım hesap kaideleri ve harflerin ebced değerlerinden hareketle yapıyordu. Nureddin Zengi de Kudüs’ün fethini bildiren bu tefsire hürmeten, fethedildiğinde mescide koymak üzere bir minber yaptırmıştı. Ama ömrü Kudüs’ün fethine yetmedi. Kudüs Selahaddin-i Eyyubî tarafından tahrir edildi (hürriyete kavuşturuldu) ve minber de oraya yerleştirildi.[18]
Bir başka misal de, hurûf-u mukattaadan “Hâ Mîm Ayn Sîn Kâf” harfleri gösterilebilir. Vâkıa bunlara çoğu müfessir mânâ vermemiş ve “müteşabih” demişlerdir. Ancak bazı ehlullah bundan farklı bir mânâ çıkarmış ve bunu hiziblerine almışlardır. “Hâ Mîm Ayn Sîn Kâf hürmetine mazhar-ı himaye kılındık”, [19] “Kâf Hâ Yâ Ayn Sâd hürmetine de Hakk’ın kifayetiyle serfiraz olduk.”[20] diye dua etmişlerdir.
Biz, hurûf-u mukattaadan bir şey anlamazken, ehlullah değişik şeyler anlamış, dahası bunları vesile yapıp Cenâb-ı Hakk’ın cenah-ı himayesine girme adına onları dualarına mukaddime yapmışlardır. Hemen pek çok hizipte bu tür bir üslûpla karşılaşırız. Evet, Şâzilî, Gavs-ı Âzam Abdulkadir Geylânî,[21] Ahmed er-Rufâî, Ahmed Bedevî… gibi zatların hepsinin hiziplerinde bunları görmek mümkündür. İmam Bahauddin Nakşibend Hazretleri yedi defa “Hâ Mîm” dedikten sonra “Hâ Mîm Ayn Sîn Kâf” diyor ve bununla dua ediyor.[22] Demek o bundan bir mânâ anlıyor ki, onu vesile yapıyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Mânâsını bilmediğiniz kelimelerle dua etmeyin. Çünkü lehinizde söyleyeyim derken, aleyhinizde bir şey söylemiş olursunuz.”[23] buyurur. Bu büyük zatların, mânâsını anlamadıkları şeylerle dua etmeleri söz konusu değildir.
Taberî, Şûrâ sûresi’nin başındaki hurûf-u mukattaayla alâkalı İbn Abbas’tan bir rivayet aktarır. İbn Abbas’a bu âyetin tefsiri sorulduğunda o önce cevap vermek istemez. Sual birkaç defa tekerrür edince o, bugünkü Bağdat’ın krokisini çizip anlatıyormuş gibi şu tür izahta bulunur: “Etrafında iki nehir bulunan tepemsi bir yere bir şehir kurulacak, orada, peygamber torunlarından adı Abdulilâh veya Abdullah olan önemli bir kişi/kişiler bâğiler tarafından öldürülecektir.” der.[24] General Abdülkerim Kasım, Abdulilâh ve merhum Faysal’a karşı ihtilâl yapınca Faysal taraftarları bu meseleyi kaleme alıp halka dağıttılar.
Şimdi geriye dönelim; âyetin zâhirinden böyle bir şey çıkarmak mümkün değildir. Ama İbn Abbas tefsirinin de, bâtınî ölçüler içinde kendisine göre bir yeri vardır. Vâkıa, usûl-i tefsirde bunlara pek itibar edilmez, bununla beraber eğer bir vak’a, olduğu gibi çıkıyorsa, artık onu reddetmek mümkün değildir.
Başka bir zat da, غَاسِقٍ إِذَا وَقَبَ (Felak sûresi, 113/3) ifadesinden bâtınî bir işaret çıkarıyor ve “siyaset”in âdeta efsun edici mahiyette hükümferma olacağını söyleyip rakamlardan 1971 tarihindeki hâdiselere işarette bulunma sadedinde; eğer ifsat edilen gençler ıslah edilmezse o tarihte gelen tokadın şiddetli olacağını ifade ediyor. Yani altmış sene önce yazılmış tefsirde 12 Mart muhtırasından haber veriliyor.[25]
Evet, ekilen tohumlar ıslah edilmemiş, anarşi doruk noktaya ulaşmıştır. Ve ardından şiddetli bir tokat gelmiştir. Bu âyetten bu işareti her müfessir çıkaramaz. Ama mehbit-i ilham-ı ilâhî olan gönle, böyle bir esinti gelebilir. Ebced ile de belli bir zamana tevafuk ettiyse, vakti geldiğinde de denenler olduysa, tenkide yeltenenlere İbn Hacer’in cevabını vermek gerekir: “Her havlayana bir taş atsan, yerde taş kalmaz!”
Ebced, Avrupa menşeli, Arapçaya tercüme edilmiş Dairetü’l-Maarif’te (İslâm Ansiklopedisi) uzun boylu anlatılıyor. Buna göre ebced, Arami, Süryani ve İbranilerce Devr-i Risaletpenâhî’de de biliniyordu. Nitekim tefsirlerde de ebcedin bilindiğini ifade eden pek çok vak’a vardır.
Ezcümle Buhârî Tarih’inde ve İbn Ebî Hâtim Tefsîr’inde, sıhhati hakkında bir şey söylememekle beraber Yahudilerin ebcedi bildiğine ve bundan hareketle hükümler çıkardıklarına dair bir vak’a naklederler:
Ebû Yâsir İbn Ahtab, Bakara sûre-i celilesinin baş taraflarını Efendimiz’den duyar. Daha sonra kardeşi Huyey b. Ahtab ve bazı Yahudiler yanına gelince: “Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine indirilen şu âyetleri okuduğunu duydum.” der ve “Elif Lâm Mîm. İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir o müttakilere!” âyetlerini okur. Bunun üzerine, “Bunu işittin mi?” diye sorar. Kardeşi de “Evet” cevabını verir. Daha sonra Huyey b. Ahtab, o Yahudilerle Resûlullah’ın yanına gelerek: “Ey Muhammed! Allah’ın sana indirdiği ‘Elif Lâm Mîm. İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir o müttakilere!’ (Bakara sûresi, 2/1-2) âyetlerini okuduğunu söylüyorlar. Öyle mi?” diye sorar. Resûlullah da “Evet” cevabını verir. Bunun üzerine tekrar onlar: “Cebrail, bu âyetleri sana Allah nezdinden mi getirdi?” diye sorarlar. Allah Resûlü yine “Evet” der. Huyey bunun üzerine, “Allah, senden önce kendilerine ümmetlerinin ömrünün açıklanıp açıklanmadığını bilmediğimiz peygamberler gönderdi. Ancak biz, senin ümmetinin ecelini biliyoruz.” der ve ayağa kalkıp beraberinde bulunanlara: “Elif 1, Lâm 30, Mîm 40. Bunların toplamı ise 71 yıl yapar. Şimdi siz, mülkünün ve ümmetinin ömrünün süresi 71 yıl olan bir Peygamber’in dinine mi gireceksiniz?” der.
Daha sonra Huyey b. Ahtab, Allah Resûlü’ne yönelerek: “Yâ Muhammed! Bundan başka âyetler de var mı?” diye başka bir soru tevcih eder. Buna karşılık Allah Resûlü de diğer mukattaa harflerini okur. Rakamlar artıp da kendince Efendimiz’in ümmetinin ömrünü sınırlayamayınca, “Yâ Muhammed! Senin durumun bize karmaşık göründü. Az mı, çok mu verildiğini bilmiyoruz.” mukabelesinde bulunarak etrafındakilere “Kalkın gidelim!” deyip orayı terk eder. Ebû Yâsir, kalbi yumuşak ve Müslümanlığa müheyya bir zattı. Kardeşi Huyeyy’e ve diğer Yahudilere: “Ne biliyorsunuz! Belki de bu rakamların hepsinin toplamıdır ümmet-i Muhammed’in eceli. Bu da çok uzun zaman eder.” demesine karşılık onlar, “O’nun durumu bize karışık geldi!” düşüncesinde ısrar ederler.[26]
Müfessirler, ebcedin Yahudiler, Aramiler, Süryaniler ve İbraniler tarafından bilindiğini söylüyorlar; demek ki o, sonradan zuhur etmiş bir şey değil…
Kur’ân’ın zâhirine ve muhkematına ters düşmeyecek şekilde bazı âyetlerinden belli tarihlere ait ebced hesabı ile bazı hususlara işaretlerin bulunabileceğini kabul etmede bir mahzur olmasa gerek.
Tarih boyunca değişik vesilelerle ebced hep kullanılagelmiştir. Meselâ, İstanbul şehrine, selef, بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ “Ne hoş bir diyar!” (Sebe sûresi, 34/15) âyetiyle ebced hesabına göre tarih düşürmüşlerdir.[27] Timurlenk’in Şam’ı almasına başka bir kelimeyi denk getirmiş ve bu şekilde önemli hâdiseleri ebcedle belirtmişlerdir. Ebced, Osmanlı sanatları arasında çok gelişmiş, hatta en büyük edebî sanatlardan biri olan kitap sonları ve mezar taşları ebcedle düşürülen rakamlarla mânâlandırılmıştır.
Böyle bir ilme, ulûm-i evvelîn ve âhirînden bahseden Kur’ân’ın bîgâne kalması mümkün değildir. Daha evvelki devirlerde muttali olunmasa bile biz bazı âyât-ı Kur’âniye’yi bu asırda teleskopların, mikroskopların mikro ve makro âlemi gözümüzün önüne getirmesiyle daha farklı anlıyoruz.
Meselâ, وَالسَّمَۤاءَ بَنَيْنَاهَا بِأَيْدٍ وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ “Semayı Biz Kendi ellerimizle, çok sağlam bir şekilde bina ettik ve onu durmadan genişleten Biziz Biz.” (Zâriyât sûresi, 51/47) diyerek ekspansiyonu (Genişleme, Büyüme Teorisi) anlatıyor Kur’ân-ı Kerim. Biz bunu teleskop başında göreceğimiz ana kadar anlayamazdık.
Şimdi, Kur’ân, kâinat genişlemesinden bahsediyorsa, bu, ona hakaret mi oluyor? Allah’ın azameti anlatılırken ilme ve fenne dair bir fezleke de anlatılsa, bunun ne mahzuru var? Kur’ân, ceninin ana karnındaki yaratılışını bütün safahatıyla anlatırsa, bu, Kur’ân için bir nakise midir? Demek ki, nüzul devrinde olmasa bile daha sonraki asırlarda tekevvün ve tedevvün edecek ilimlere ait o Mu’cizü’l-Beyan’ın bir kısım açıklamaları olacaktır. Ve Kur’ân, alanına giren bu hâdiselere parmak basacak ve onlardan bahsedecektir.
Kadim tarihten beri bilinen ebced, Selçuklu’nun elinde geliştirildi ve Osmanlı’da doruk noktaya ulaştı. Memleketlerin alınışı, büyük zatların vefatları mezar taşlarına ebced hesabıyla tarih düşürülerek bu ilim ulema arasında, üzerinde fikir yorulan bir konu hâline geldi. وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ إِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ “(Yer altı tabakalarının karanlıkları içindeki tek bir tane, hâsılı) yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki açık ve net olarak bu kitapta bulunmasın.” (En’âm sûresi, 6/59) ferman-ı sübhanîsi konuya bir genişlik getirerek “Yaş-kuru her şey benim içimde vardır; bazen zâhiren ve sarahaten vardır bazen de kinaye yoluyla, teville, tarizle.” der.
Bundan dolayı İmam Şârânî, Kuşeyrî, Kâşânî… gibi büyük zatların hususî işaret tefsirleri vardır. Onlar Kur’ân’ın sadece işaretleriyle meşgul olmuşlar ve bu alanda eserler ortaya koymuşlardır. Tefsirin işaretle yapılan kısmı ayrı bir daldır ama,
“Nâdanlar eder sohbet-i nâdanla telezzüz / Divanelerin hemdemi divane gerektir.” (Ziya Paşa) mısralarında da ifade edildiği gibi herkes bu alanda söz söyleyemez.
Netice olarak, bu hususta söz söyleyen ve tefsir yapan bir zatın, İslâm’ı anlama mevzuunda hassasiyetine ve titizliğine bakmak lâzım. Eğer insan, hak ve hakikat hesabına konuşurken, kalbi tir tir titriyorsa, onun yorumlarında her hâlde bir mesaj var ki böyle deniyor şeklinde düşünmek insafın ifadesidir.
Eslâfta Kur’ân’dan böyle işaretler alarak söz söyleyen pek çoktur. Ebû Hanife devrinde Fudayl b. Iyaz; Ahmed İbn Hanbel zamanında Bişr-i Hâfî gibi kimseler, Kur’ân’ın bâtınıyla meşgul olurlardı ve o büyük imamların yanına gittikleri zaman da itibar ve iltifat görürlerdi. Bu büyük imamların da iltifat ettikleri bu bâtın ricali, o devirde iltifat gördüklerine göre şimdi bizim kalkıp bunları görmezlikten gelmemiz kat’iyen doğru değildir.
Bu mesele, bir risale veya kitap şeklinde teferruatlı ele alınsa değer. Ancak körü körüne itirazda bulunan kimselerle boşu boşuna meşgul olmaya da lüzum yoktur. Zira bunların kanaatlerini değiştirmek zordur; hâssaten de anlayış ve niyetleri belli olanların…
[2] Ebû Dâvûd, ilm 5; Tirmizî, tefsîru’l-Kur’ân 1.
[3] ez-Zerkeşî, el-Bahru’l-muhît fî Usûli’l-fıkh 2/682.
[4] Bakara sûresi, 2/43, 83, 110; Nisâ sûresi, 4/77, 103; En’âm sûresi, 6/72: Yûnus sûresi, 10/87; Hac sûresi, 22/78; Nûr sûresi, 24/56; Rûm sûresi, 30/31; Mücadele sûresi, 58/13; Müzzemmil sûresi, 73/20.
[5] eş-Şâfiî, el-Ümm 2/227, 234.
[6] Bkz.: Abdurrezzak, el-Musannef 3/358; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 9/278.
[7] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.393 (Yirmi Beşinci Söz, Mukaddime).
[8] Tirmizî, daavât 122; Muvatta, Kur’ân 32, hac 246; Abdurrezzak, el-Musannef 4/378.
[9] el-Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr s.8.
[10] Bkz.: Konuk, Ahmed Avni, Füsûsu’l-hikem tercüme ve şerhi 1/239.
[11] Bkz.: Konuk, Ahmed Avni, Füsûsu’l-hikem tercüme ve şerhi 1/61-64, 129.
[12] Bkz.: M.F. Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler 1/58-70.
[13] Bediüzzaman, Sözler s.683 (Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf, Birinci Mebhas).
[14] Buhârî, ezan 91; Müslim, salâtü’l-küsûf 17.
[15] el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 7/343, 345; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/344.
[16] Bkz.: İmâm Rabbânî, el-Mektûbât 1/56-58, 274-293 (43. ve 272. Mektuplar).
[17] İmâm Rabbânî, el-Mektûbât 1/180 (209. Mektup).
[18] el-Makdisî, er-Ravdateyni fî ahbâri’d-devleteyni’n-Nûriyye ve’s-Salâhıyye 3/394-395; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 1/102.
[19] Bkz.: M.F. Gülen, el-Kulûbu’d-dâria s.242 (Hizbü’t-Tams - İmam Şâzilî (k.s.)).
[20] Bkz.: M.F. Gülen, el-Kulûbu’d-dâria s.242 (Hizbü’t-Tams - İmam Şâzilî (k.s.)).
[21] Bkz.: M.F. Gülen, el-Kulûbu’d-dâria s.176 (Hizbü’l-Hıfz – Abdülkadir Geylânî (k.s.)).
[22] Bkz.: M.F. Gülen, el-Kulûbu’d-dâria s.299-300 (Evrâd-ı Kudsiyye – Şâh-ı Nakşibendi (k.s.)).
[23] Bkz.: Buhârî, vudû 53; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 222.
[24] et-Taberî, Câmiu’l-beyân 25/6.
[25] Bediüzzaman, Şuâlar s.254 (On Birinci Şuâ, Hâtime).
[26] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/82; el-Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr 2/208; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 1/33.
[27] el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 22/26.
- tarihinde hazırlandı.