Kur’ân’daki tekrarlar ve hikmeti
Soru: Deniliyor ki, “Kur’ân’da pek çok âyet tekerrür etmektedir. Bu gibi tekrarlar belâgate münafidir, usanç veriyor.” İzahını rica ediyoruz.
Evet, Kur’ân-ı Kerim’de tekrarlar vardır ve bazı vak’alar çok tekrar edilir. Bu tekrarlar daha ziyade kıssalardadır. Bu arada bazen icmalen, bazen de tafsilen iman etrafında tahşidat da yapılır, yerinde amele ait meseleler beslenir ve takviye edilir. Bunların hepsinin kendine göre bir yeri vardır.
İtikada (inanç esasları) müteallik meseleler; Cenâb-ı Hakk’a imanımız ve bunun delilleri, Kur’ân-ı Kerim tarafından ifade edilirken şüphe ve tereddütlerimizin de izale edilmesi hedeflenir. Kur’ân, Allah (celle celâluhu) hakkındaki kanaatimizi pekiştirmek için çok tahşidat yapar. Bu mevzuda o kadar çok misal ve mevzu ile bu hususu sunar ki, onun beyanından sonra ön yargısı olmayan bir insan artık Allah’a iman hususunda asla tereddüt ve şüpheye düşmez.
İşte böyle bir mevzu ne kadar anlatılırsa anlatılsın fazla değil, aksine imanın gönüllerde kök salmasına vesile olması itibarıyla zarurîdir. Aynı şekilde, Peygamberimiz veya peygamberân-ı izâmın anlatılmasında da bu maksada matuf, yani imanı takviye adına tekrarlar vardır. Tıpkı bir çocuğa belletilir gibi bu husus da tekrar edilir. Bunun gibi Kur’ân-ı Kerim’in ahiret ve Cennet’e, haşir ve haşir safahatına dair yüzlerce meselesi vardır ki bunlar belki Kur’ân-ı Kerim’in dörtte üçü veya beşte üçünü teşkil eder. Bu sayede haşir ve onun verâsında olacaklara imanımız takviye edilmiş olur.
Aslında Kur’ân hem itikada müteallik hem de amele müteallik meseleleri insanlığa bildirmek için indirilmiştir. Bu itibarla beşer, daimî bir ders olarak, her an Kur’ân’a muhtaçtır. Hâlbuki hayat-ı içtimaiyede vazifelerin çokluğu ve mesainin yoğunluğu herkesin her an Kur’ân’ın bütününü okumasına imkân bırakmıyor. Onun için Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, çeşitli sûreler içinde Kur’ân’da geçen bütün ahkâmı sık sık tekrar ediyor. Ta bütün Kur’ân-ı Kerim’i okumaya muktedir olamayan kimse, uzun bir sûreyi okuduğu zaman, tafsilen olmasa bile, icmalen bütün Kur’ân’ı tezekkür edebilmiş olsun. Meselâ, bir kısa sûresinde
إِنَّ هٰذَا لَفِي الصُّحُفِ الْأُۧولٰىۙصُحُفِ إِبْرٰهِيمَ وَمُوسٰى
“Bu bahsettiğim şeyler ilk suhuflarda vardır; İbrahim ve Musa’nın suhufunda.” (A’lâ sûresi, 87/18) buyuruyor ki, burada bir tafsilât yoktur. Önce bu hususa dikkat çekiliyor, sonra da atıf yapılıyor ve başka sûrelerde tafsil ediliyor.
Bu açıdan denebilir ki Allah, beşere merhamet etmiş, kâinatı anlatan öyle bir kitap indirmiştir ki, bu kitabın içinde bütün kâinatın mânâları, insanın vazifeleri, gideceği yerde göreceği şeylerin hepsi mündemiçtir. Ama bir insan her gün bunu baştan sona okuyamaz. Bazıları belki ayda bir bile okuyamaz; ihtimal gafletin hükümferma olduğu 20. asırda gafil Müslümanlar bunu senede bir defa bile okuyamazlar. Hele mânâsının derinliklerine inerek hiç mi hiç okuyamazlar.
İşte bunlar, meselâ, Bakara sûre-i celilesi gibi bir sûreyi bir kere okuyuverseler ahkâm-ı Kur’ân’ı bütünüyle içinde görür ve itminana ulaşırlar. Bir başka defa da başka bir sûreyi okur, orada da yine değişik ahkâmla karşılaşırlar; âdeta bütün Kur’ân’ı okumuş gibi bir feyiz ve bereket elde ederler. Onun için müfessirler “Allah bütün kitapları Kur’ân-ı Kerim’de, Kur’ân’ı Bakara sûre-i celilesinde, Bakara sûre-i celilesini Fatiha sûresi’nde; Fatiha’yı da Bismillâhirrahmânirrahîm’de hulâsa etmiş.” demişlerdir.[1] Bismillâhirrahmânirrahîm’de, Fatiha’da Kur’ân’ın bütününü tekellüfsüz bir teville göstermek mümkündür. Başka yerlerdeki izaha binaen şimdi o konuyu geçiyorum.
Evet, bütün varlıklar insanda hulâsa edildiği gibi, geçmiş bütün kitaplar da Kur’ân-ı Kerim’de hulâsa edilmiştir. Nitekim Allah, bütün peygamberleri de Hz. Muhammed’de (sallallâhu aleyhi ve sellem) hulâsa etmiştir. İnsanlık peygamberlerde, peygamberler Hz. Muhammed’de hulâsa edilmiştir denebilir. Hulâsa, öz ve kaymak mânâsına O’na “Mustafa” diyoruz. Zira O, en safi, en öz ve özün özüdür. Bir diğer yaklaşımla mahlukatın özü beşerdir; hususiyle de Hz. Muhammed’e iman etmiş olan ümmet-i Muhammed’dir. Ahkâm-ı ilâhiyenin ezelden ebede kadar hulâsası da Kur’ân-ı Kerim’dir. Binaenaleyh her peygamber kendine ait hissesiyle bu hulâsanın içinde yerini almış; Hz. Musa Tevrat’ıyla, Hz. Davud Zebur’uyla, Hz. Mesih de İncil’iyle hulâsa edilmiştir. Diğer peygamberler de suhuflarıyla bunun içindedirler: “Bize de hakk-ı beyan ve hakk-ı ifade ver!” demiş ve o câmi kitaptan istifade ve istifaza etmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim’in, hususiyle kıssalar mevzuunda anlattıkları zâhiren tekrar gibi görünse de aslında tekrar değildir. Kur’ân’da kıssalar çeşitli münasebetlerle zikredilir. Her zikredilişte de meselenin hangi yönü anlatılıyorsa konu ona dair yönüyle dile getirilir. Meselâ, mev’izelerde sık sık anlatılan ashab-ı kiramdan Hanzale b. Âmir’i düşünelim. Ona, “Gasîletü’l-melâike” denmektedir. Zira zifafa girdiği gece cihada davet vuku bulunca, gusletme imkânı bulamadan hemen cihada iştirak eder ve o savaşta şehit olur. Efendimiz’in ifadesiyle, yerle gök arasında melekler tarafından gasli müşâhede edilir.[2] İşte o böyle nadide-i fıtrat bir insandır.
Şimdi ben bu vak’ayı size on kere anlatabilirim, ama bunlar tekrar sayılmaz. Çünkü her seferinde onu başka bir yönüyle ele alırım. Meselâ, bunu bir seferinde, dünyayı aşan bir insanın, onu nasıl aşmış olduğundan bahsederken anlatırım. Şöyle ki, “Bir insanın hayatta dönüm noktalarından bir tanesidir gelin güveyi olduğu gece. Bakın kendini aşabilen insan ne yapıyor. Hemen orada, eli kınalı, başı duvaklı gelini bırakıyor ve cihada gidiyor.”
Bir başka zaman, “Ey iman edenler! Allah ve Resûlü size hayat verecek hakikatlere sizi davet ettiği zaman zinhar beklemeden hemen o davete icabet edin.” (Enfâl sûresi, 8/24) âyetiyle irtibat kurarak derim ki: “Aynen Hanzale b. Âmir’in zifaf gecesinde kapının önünde cihada davet sesini duyup icap etmesi gibi siz de hiç gecikmeyin.” Şimdi bu, evvelkisinin aynı değildir. Ben burada Allah ve Resûlü’nün davetine icabeti anlatıyorum.
Başka bir zaman ise, Allah yolunda dökülen terler ve yapılan sa’y ü gayretin boşa gitmeyeceğini anlatırken de aynı misali verebilirim: “Teriniz öbür âlemde terazinin kefesine konacak, kanınız misk-i amber gibi kokacak; hiçbir şeyiniz bedavaya gitmeyecek. Allah, kendi yolunda olan bir kimseyi huzuruna kirli ve günahlı olarak almayacaktır. Nitekim Hz. Hanzale yıkanma imkânını bulamadan cihada iştirak etmişti ama, Allah onu cünüp olarak huzuruna almamak için gökle yer arasında meleklerine yıkattı.”
Bunun gibi tek bir hâdiseyi yirmi yerde, yirmi mevzua misal yapabiliriz…
Kur’ân bazen meseleleri anlatırken konuyu açar, bir yere kadar getirir ve insanı irşat eder. Kur’ân’daki vak’alarda öyle bir elastikiyet, revnaktarlık ve canlılık vardır ki, aynı vak’a başka taraflarda başka bir misal olarak gelir, âdeta, “Ben bir daha görünebilir miyim!” der. Her defasında aynı şey arz edilse de, dinleyenler onda farklı şeyler görür. Ancak nâdânlardır ki, işin nüanslarını anlamaz, aynı şeylerin tekrar edildiğini zannederler.
Meselenin mühim bir yönü de, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kuvve-i mâneviyesinin takviye edilmesidir. Sık sık peygamberân-ı izâmın misalleri anlatılmak suretiyle, “Ey Nebiyy-i Âzam, ey Resûl-i Emced! Senden evvel başka peygamberler de geldiler. Senin başına belâlar geldi ve sana yalancı dediler. İşte sana Nuh, ona da yalancı demişlerdi. Ey Nebiyy-i Efham! Kendi kavmin dahi sana iman etmediler diye üzülüyorsun. Bak, Hz. Musa’nın cemaati ona neler yapıyor; sen bir adamından –meselâ Hâtıb İbn Ebî Beltaa’dan– onu küfre götürmeyecek bir ihanet gördün. Belki kalb-i pâkin müteessir oldu. Unutma! Hz. İsa’nın ümmetinden biri de kendisine ihanette bulundu ve onu düşmanlarına teslim etti. Öyle ise sen de maruz kaldıklarına aldırış etme!” denilmektedir.
Kur’ân, Peygamberimiz’in maruz kaldığı musibetlere karşı, bir bakıma onu teselli edici ve kuvve-i mâneviyesini takviye edici mahiyette her fırsatta kalb-i pâk-i Nebevî etrafında itminan esintileri meydana getirmiş ve onun kuvve-i mâneviye-i imaniyesini takviye etmiştir.
- tarihinde hazırlandı.