İman hakikatleri akla ters değildir
Soru: Bazıları akıllarına ters gördüklerinden dolayı bazı iman hakikatlerini inkâra kalkıyorlar. Ne dersiniz?
Akıl, önemli bir unsurdur. Eline bir rehber ve pusula verildiği takdirde, o rehber ve pusulaya bakmak suretiyle çok hayatî şeylere imza atabilir. Bu itibarladır ki biz, aklı külliyen nefyetmiyoruz; etmiyor ve bir kısım tecrübecilerin, pozitivistlerin iddia ettikleri gibi “Akıl, kat’iyen hakikate ulaştırmaz.” veya rasyonalistlerin iddia ettikleri gibi “Hakikate ulaştıran tek şey varsa o da akıldır.” da demiyoruz. Nasıl diyebiliriz ki, bize göre, ilmin sebepleri üçtür:
Birincisi, akl-ı selimdir. Akl-ı selim, bozulmamış, akledebilen akıl demektir. Ben buna “şartlanmamış akıl” da diyorum. Ayrı bir yaklaşımla Allah’ın sevmediği, istemediği şeyler gelip akla yerleşmekle aklın istikameti değişmemişse, işte bu akıl, selim veya sâlim akıldır.
İkincisi, haber-i mütevatirdir. Bunu aşağıda arz etmeye çalışacağım.
Üçüncüsü, havâss-ı selimedir. Yani insanî duyuların, daha doğrusu havâssın selâmetidir. Bu, el yordamıyla kavranılacak şeyler için elin sağlamlığı, gözle görülecek şeyler için gözün sağlam görmesi, kulakla duyulacak şeyler için de kulağın sağlam olması demektir. Yani dokunma, koku alma, tatma, duyma ve görme gibi beş duyu organının sağlamlığı da ilmin sebeplerinden biridir. Ancak her şeyi müşâhedeye dayayanlar da ilmi sadece bunlara vermek suretiyle diğer esbab-ı ilmi görmezlikten gelmektedirler.
Yukarıda işaret edildiği gibi ilmin diğer bir sebebi de haber-i mütevatirdir. Haber-i mütevatir, yalan üzerine bir araya gelip ittifak etmeleri muhal bir cemaatin verdiği haber demektir. Halk arasında mütevatir sözü daha ziyade yalana ve ekazibe (uydurma sözler) denir. Oysaki mütevatir, en doğru haber demektir. Meselâ, pek çok insan Amerika’ya gitmemiştir. Şimdi ben kalkıp “Amerika diye bir yer yoktur!” desem herkes bana güler. Pek çok kimse gidip görmediği hâlde yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün olmayan bir cemaat böyle bir yerin olduğunu anlattığı için buna inanılır. İngiltere’de arzın küre olmadığına ve Ay’a da gitmenin imkânsızlığına inanan ve bunu iddia eden bir cemiyet var. Bizim içimizde de bu görüşte olan bazı kimseler olabilir. Onlara göre Ay’a gidilmez. Çünkü Ay nurdur. İnsanın gözleri kamaşır. Ay, oraya gidenleri yakar. Bununla beraber yalan üzerine ittifakları muhal olan bir grup, Ay’a gidildiğini ve üzerinde araştırmalar yapıldığını söylediği için biz bunlara inanırız. İşte böyle haberlere mütevatir haber denir.
Bizim ilim adına mesnet olarak kullandığımız pek çok konuda yüz yirmi dört bin[1] veya iki yüz yirmi dört bin[2] peygamber “Bu böyledir.” diye haber vermektedirler. Aynı zamanda nebilerin vahiy yoluyla “Bu böyledir.” dedikleri meseleleri, zevken ve keşfen gören, müşâhede edip ruh ve vicdanında duyan yüz yirmi dört milyon veya iki yüz yirmi dört milyon evliya da “Bu böyledir.” demektedir. Biz, buna da mütevatir diyoruz. Böyle bir haberi tekzip etmek, ilmî hakikatlere ters düşmek ve temerrüt göstermek demektir. Onun için biz ilme sebep olarak sadece aklı kabul etmiyoruz. Yani rasyonalistlerin anladığı mânâda akılcı değiliz. Akla ve müşâhedeye, aynı zamanda haber-i mütevatire de inanıyoruz. Oysaki ne müşâhedecinin ne de akılcının müşâhedesi içinde tevatürün yeri vardır. Bu şekilde biz, ilmî meseleleri kapsamlı bir hüviyetle ele alıyor, en mâkul şekliyle ilim ancak böyle elde edilir diyoruz.
Aklın bir yeri vardır. Akıl vahyin ışığı altında hakikati keşfetmek için önemli bir alettir. Müşâhedenin de bir yeri vardır. Gerçek mesnedi Kur’ân’da görmek suretiyle müşâhede bizi fünûn-u müsbeteye götürür. Darvin bir kısım beşerî ve hayvanî müstehâse (fosiller) üzerinde çalışmalar yapmış, bir kısım hakikatlere gitmiş, meseleleri müşâhedelerine dayandırmış ve bir iskelet bulduğu zaman onunla tekâmülü yorumlamaya çalışmıştı. Keza maymunların şeklini ve şemailini görünce “Bundan insan olabilir.” diyerek nazariyesini yine bu tür müşâhedelere dayandırmıştı. Ancak o, bu mevzuda tevatürü sem’-i itibara hiç almamış ve vahy-i semavîye de kulağını tıkamıştı. Neticede Hz. Mesih’in getirdiği envar ve esrarın dışında bir sapma yaşamıştı ki iddia ettiği bu şeylerin hepsi birer nazariyeden ibaret kalmıştı.
Evet, bunlardan da anlaşıldığı üzere sadece müşâhede, ilim adına yeterli değildir. Müşâhedenin içinde akıl olmalı, akılla ilmî terkiplere varılmalı ve onunla yeni buluşlara gidilmelidir. Aynı zamanda bunun içinde tevatür de bulunmalıdır. Çünkü akıl sadece vasıtadır. Hz. Mevlâna’nın dediği gibi akıl, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yoluna kurban olduğu zaman, toprak mertebesinden evc-i kemala çıkacaktır. Biz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in bir prensibi olarak hakikati anlamada aklı bir vasıta olarak kabul ediyoruz. Onun için mücerret aklın bir kısım iddialarda bulunması, bazılarının “Aklım almadı.” demesi bir imanî hakikatin inkârına yol açmamalıdır. Evvelâ bunu diyenin aklının tam olup olmadığı sorgulanmalıdır. Nice fatîn (akıllı) ve fetanette de zirve kimseler, böylelerinin iddia ettiği şeyin aksini iddia etmektedir. Bu, nebi ve veliden olabileceği gibi feylesoflardan da olabilir. Meselâ Descartes, Leibniz ve Malebranche akılcı insanlardır ama “Allah vardır.” demektedirler. Hatta bunlardan bazıları bizim anladığımız mânânın da ötesinde bir bakıma spritüalist bir anlayış içinde “Allah vardır ve her şey O’dur. Siz birer gölgeden ibaretsiniz. Bizi aldatıyorsunuz.” diyecek kadar meseleyi ileri götürmüşlerdir. Demek ki çok akıllı kimseler de Allah’ın mevcudiyetini kabul etmektedir. Meselâ Shaekspear ve Goethe de Allah’a inanıyordu.
Evet, akıl, inkârın aleti değildir. Aklı iyi kullanamayan, aklın açtığı gayyaya baş aşağı düşer. Aklı, tevatürü ve havâss-ı selîmenin semeratını birbirinden ayırmadan, kelime-i vâhide ile Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in yolundan ayrılmadan onların cadde-i nuraniyesinde gidenler ise aldanmamıştır, aldanmayacaktır. O caddeyi terk eden ve akıllı geçinenler ise aldanmışlardır ve aldanacaklardır.
- tarihinde hazırlandı.