"Okumanın Mânâsı"
Çocuğa vereceğimiz hususların en önemlilerinden biri de 'kıraat ve kitabet' meselesidir. Çocuk mutlaka belli bir hedefe ve gayeye bağlı okumayı-yazmayı öğrenmeli ve yedilmeden sıyrılarak rehberliğe yükselmelidir. Ne var ki, okuyup yazmak kadar, niçin okuyup yazdığını bilmek de önemlidir.
"İlim ilim bilmektir
İlim kendini bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır,"
der Yunus.
Bu konuya girerken isterseniz hep beraber şu sorulara bir cevap bulmaya çalışalım: İlim nedir? İlmin hedefi nedir? Niçin kitap okunur? Bütün okuyup anlamaların ötesinde ulaşılmak istenen şey nedir? Bu sorulara cevaptan evvel şu hususu hatırlatmakta yarar var.
Bir insan, hayatı boyunca matematiğin o dolambaçlı, karmaşık usûllerini, kaidelerini öğrense de, ilmî, ticarî, sinâî vs. hayatında öğrenmiş olduğu bu kuralları hiç kullanma imkanı bulamasa, bu mücerred bilgiye ilim denemeyeceği gibi onun insan için bir yararı olmadığı da açıktır. Keza tıbbın bütün temel esaslarını öğrense; ama klinik olarak hiçbir şey yapmasa, bir tek hastanın nabzını tutmasa veya kalbini dinleyemese, ciğerlerine kulak vermese tababetinin ya da tahsil ettiği tıp ilminin bir şeye yaramadığı bir yana, okuduğu bilgilerin kafasında kalması da şüphelidir. Kaldı ki ilimlerin hedefinde asıl olarak Yunus'un ifadesiyle insanın kendini bilmesi söz konusudur. Binaenaleyh, içinde kendimizi bulamadığımız bir ilmin ne bize, ne de başkasına faydası olmayacağı açıktır.
1) Okuma-Yazma
Kitabet ve kıraat konusunda, Kur'ân'ın birinci sırayı tuttuğu müsellem bir gerçektir. Ancak, ilâhî maksatları öğrenmeye kapalı hafıza hammallığını tasvip etmediğimizi de burada vurgulamalıyız. Çocuğun elinden tutulup Kur'ân onun ruhuna içirilmeli ve onda bir Kur'ân merakı uyarılmalıdır ki, o da ileride, Allah'ın istediklerini anlamaya yönelsin. Maalesef değişik ilcaatla günümüzde çocuğa sadece bir 'bismillah' dedirttiğimiz zaman her meselenin hallolduğu vehmine kapılmaktayız. Vakıa, 'bismillah' çok önemlidir ve çok meseleyi halledebilir. Ne var ki onun ötesinde icmâlî manada da olsa makâsıd-ı ilahiyenin öğrenilmesi gibi bir husus vardır ki, kanaat-ı acizanemce, asıl öğrenilip öğretilmesi gereken de işte odur.
Tarihimizde şanlı ve parlak dönemlerimiz çoktur. Ama bir dönem vardır ki, bu dönemde bütün İslâm alemindeki devletlerin, ilmî, idarî ve adlî makamlarında kur'ân hafızı idareciler, hakimler ve kadılar olmuştur. Ama, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bu kimseler okudukları ilimlerin özünü kavrayamadıklarında dolayı hem tekvînî emirlerde hem de teşrîi konularda mukallit durumunda idiler; istinbat ve ihtira güçleri yoktu. Yarım-yamalak bildiklerinde bağnaz bu insanlar, gün geldi —maalesef— dinin tecviz etmediği usul ve esaslar karşısında sesiz kalarak günahlarını devam ettirdiler.. ve tabii İslâm'ın kendilerine yüklemiş olduğu şeref ve haysiyeti de koruyamadılar. Vicdanlarımızda belki ürperti hasıl edecek ama, üzülerek ifade etmeliyim ki, bunlar önceleri de sonraları da milletin haysiyetiyle, şerefiyle, diniyle oynadılar. Bunların edindikleri ilim, vicdanlarına yerleşmiş ve gönüllerinde iz'an haline gelmemişti. A'raf Sûresi'nin 178. ayetindeki 'kimleri de saptırırsa, işte asıl hüsrana uğrayanlar onlardır' ayetiyle alakalı Hafız Ebu Ya'lâ'nın Huzeyfe b. El-Yemân'dan (ra) rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerifte Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
'Sizin için korktuğum şeylerden biri de şudur ki; bir kişi Kur'ân-ı Kerim'i o kadar okur ki, artık Kur'ân'ın o göz kamaştırıcılığını onun bütün tavırlarına yansır. İslâm, onun için bir elbise olur. Allah'ın (cc) dilediği süreye kadar o elbiseye bürünür, sonra birden bire o elbiseden —hafizanallah— sıyrılır ve onu elinin tersiyle adeta bir kenara iter. Kardeşinin üzerine elinde kılıçla yürür ve onu şirk ile itham eder.'
Hz. Huzeyfe: - Ey Allah'ın Rasulü, şirk ile itham edilen mi, yoksa itham eden mi şirke daha yakındır? diye sorduğunda Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem): "Hayır, itham eden, buyurdu."[1]
Bugün de Allah'ı (cc) bilmeyen, Rasulü'nü (sallallahu aleyhi ve sellem) tanımayan nice ünvanlı kimseler vardır ki, katmerli cehalet içindedirler. Kâinattaki binlerce ayet ve delil karşısında, düşünmeyen terkib gücünü kullanamayan, varlık ve hadiselere karşı kör ve sağır yaşayanlar, ad ve ünvanları ne olursa olsun katmerli cehalet içindedirler. Zira biz, sadece insanın his, akıl, fikir dünyasını aydınlatan bilgiye ilim diyoruz; diğerine de hafıza hammallığı.
Kur'ân-ı Kerîm'in ilk mesajı, "Oku, Rabbinin adıyla..." (Alak, 96/1) şeklinde tecelli etmiştir. Evet, Allah'ın (cc) Rasulü Ekrem'e (sallallahu aleyhi ve sellem) ilk hitabı 'oku' olmuştur. Allah (cc) 'Kur'ân'ı oku' deniyor; hatta 'size verilen kitabı okuyun' da demiyor. Bu 'oku' emrinin manasını Kur'ân yine kendisi tefsir ediyor ve:
"Sen O Rabbin adıyla oku ki, yarattı" (Alak, 96/1) buyurarak yaratma gibi bir hadiseyi nazara veriyor. Burada Kur'ân-ı Kerim'i okumanın yanında âyât-ı tekvîniyenin simasındaki yazıların okunmasının hatırlatılması da söz konusudur.
"Oku, O Ekrem olan Rabinin adıyla oku ki kalemle yazmayı öğretti." (Alak, 96/3-4) buyurur.
Görüldüğü gibi burada 'okuma' ve 'yazma' unsurları arka arkaya zikredilmektedir. Evet insan okuyup-yazacaktır; ama hem âyât-ı tekviniyeyi, hem kendi bâtınî yapısını, hem de Kur'ân'ın özünü anlamaya yönelik olarak okuyacaktır okuyacağı herşeyi. Yer yer kendi fizyolojisine, kendi anatomisine zaman zaman da kâinatın simasına bakacak ve aldığı dersi, ilde ettiği marifeti, duyduğu ölçüde aile çevresinden başlayarak başkalarına da duyduğu ölçüde aile çevresinden başlayarak başkalarına da duyuracaktır. Evet burada 'oku' emrinin sadece Kur'ân'ın elfazını okumak olmadığı siyaktan da anlaşılıyor. Kur'ân, 'oku' emriyle, hem ilahi emirleri hem de âyât-ı tekviniyeyi, kâinattaki kanunları okumayı salıklıyor. Dolayısıyla okurken hem yaratılışımızı, hem kâinatı, hem de Allah'ın kelamını O'nun adıyla okuyacağız. Burada Kur'ân, önce yaratılışımıza dikkatleri çekerek, adeta bizi 'nasıl yaratıldınız' sorusuna bağlıyor. Hemen arkasından da, bu yaratılışın bir 'alak'tan, bir başka yerde de 'bir adamla su'dan olduğunu belirterek düşüncelerimizi yaratılıştaki esrara bağlıdır.
Bu, 'kainat kitabını Kur'ân'la beraber oku' diyen Allah'ın (cc) insana verdiği öyle bir derstir ki, en mübtedi bir talebi bu dersten istifade edeceği gibi, en mühtehî bir düşünür de böyle bir dersten nasibini alacaktır. Evet Rasulü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) rahle-i tedrisinde, ümmî bir insanla müdakkik bir alim, onca seviye farklarına rağmen idrak ufuklarına göre mutlaka her ikisi de hisseyab ve hissedar olacaklardır.
Kur'ân- Kerim'in yazma adına kaleme de göndermeleri vardır. Kalem süresinde: "Nuh... Andolsun kaleme ve yazdıklarına" (Kalem, 68/1) buyurarak kalemin önemini vurgular. Buradaki 'nûn' harfinin manası açık değildir. Ancak mühim tefsirlerde bu harfin 'balık' manasına yorumlanmasının yanında, hokka anlamına geldiğini söyleyenler de vardır. O büyük müfessirleri tefsirleriyle başbaşa bırakalım; burada Allah (cc) 'nûn'la başlayıp, 'kalem'e yemin ederek meseleyi anlatıyor ki, bu da Allah (cc) nazarında kalemin ne kadar büyük olduğunu göstermeye yeter. Bu kalem ister sahâif-i a'mâlimizi ve sergüzeşt-i hayatımızı yazan Kirâmen Kâtibîn'in; ister kaderleri yazıp tespit eden Mele-i A'la'nın sakinlerinin; ister Allah'ın (cc) ilk kitabetiyle alakalı kalem; isterse sizin mektepte veya başka bir alanda kullandığınız kalem olsun farketmez. Fark onu kullanan zat itibariyledir ve alaküllihal Allah'ın (cc) kaleme kasemi, bunların hepsini içine almaktadır.
3) İlim, Allah Korkusuna Götürür
Kur'ân'ın başka bir ayetinde: "Allah'tan, ancak alim kulları korkar" (Fâtır, 35/28) buyurulmaktadır. Evet Allah'a (cc) karşı ancak alimler saygılı olur; çünkü uluhiyet dairesine karşı hürmet hissi, bilip tanımaya bağlıdır. Allah'ı (cc) bilmeyenlerin ve dairei uluhiyetin esrarına vakıf olmayanların saygı ve haşyetten nasipsiz oldukları açıktır.
Bu noktadan hareketle, çocuklarımızın iç ve dış yapıları itibariyle mamur yetişmelerini sağlama yolunda atacağımız adımlardan bir diğeri de, hiç şüphesiz onların sağlam bir akîdeye sahip olmalarıdır. Vacibü'l-vücûdun vücûb-u vücuduna dair okuduğunuz, mütalaa ettiğiniz, gördüğünüz deliller, seviye ve kültür farklılığı ölüsünde onlar için de söz konusudur. Bazen bu deliller, size ait tereddütleri izale edebilecek seviyede olabilir; ama çocuklarınızın bulunduğu yaş ve kültür durumları itibariyle yetersiz olabilir; o zaman daha uzmanca rehabilitelere baş vurmak icabeder.
Diğer bir husus, Rasulü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek hayatlarının gönüllere girmesi, sevilmesi ve hakim olmasıdır ki, bu konu ile ilgili 'Sonsuz Nur' adlı çalışmada üzerinde durulan hususlar türünden konuların hatırlatılmasına ihtiyaç vardır.
3) Tereddütlerin İzalesi
Bugün, 'kainatı Allah (cc) yarattı; Allah'ı (cc) (haşa) kim yarattı?' gibi bir hayli soruya muhatap olmaktayız. Bu tür soruların çokluğu, çocuklara Allah (cc) hakkında sağlam bir fikir verilmemiş olduğunu göstermektedir. 'Rasulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) -haşa- niçin çok kadınla evlendi?' sorusunun arkasında temel sâik yine, o çocuğun rasulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında sağlam fikre sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Keza, 'Rasulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) oldukça zeki birisiydi. Meydana getirdiği inkılaplar da onun zekasının eseriydi' türünden değerlendirmeler yapan birinin de, dini eğitim açısından boşluğu açıktır ki, bu kimse 'nübüvvet'in manasının ne olduğunu katiyyen anlamamıştır.
Bir de bu tür yaraların büyüklüğüne rağmen yanlış müdahale söz konusu ise durum iyice karmaşıklaşacaktır. Öyleyse evvela çocuğun fikrî ve rûhî yapısını, 'Allah (cc)' hakkındaki akîdesini sağlama bağlama mecburiyetinde olduğumuzu çok iyi bilmeliyiz. Belli bir yaş seviyesine göre söyleyeceğiniz şeyler çocuğu ikna edebilir. Mesela; 'bir iğne ustasız olmaz, kendi kendine bir iğnenin yapıldığını düşünmek imkansızdır; öyleyse mevcudatı var eden birisi vardır ki, o da Allah'tır (cc).' mantıkî önermesi çocuğun o yaşa ait tereddütlerine cevap verici mahiyette olabilir. Siz böyle bir reçete ile, o mütereddin vaktinde imdadına koşarsanız, o tereddüdü henüz gelişme imkanı bulmadan yok etmiş olursunuz.
Dini kaynakların bize ulaştırdığına göre Mecusiler, İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe Hazretleri'ne bazı sorular tevcih etmişler ve ondan muknî cevaplar istemişlerdi. İlim, fen ve teknik sahasında fikrin gelişmeler yaşadığı, hukuk, fıkıh ve içtimaiyatta önemli gelişmeler söz konusu olduğu o dönemde, Mecusiler Ebû Hanîfe Hazretleri'ne 'biz Allah'a inanmıyoruz' dediler. O gün bulunduğu çevre itibariyle etrafta çok Mecusi vardı. Çünkü Kûfe toprakları eskiden Mecusilerin fazlaca bulunduğu bir yerdi.
Ebu Hanife Hazretleri onlara herşeyi çok basit üslupla anlattı: "Deniz içindeki bir vapurun, yüzlerce dalga arasında rahatlıkla bir sahile doğru gittiğini, bu dalgaların onun istikametini değiştirmediğini görseniz, bu ustaca yüzdürülen vapuru, bu deryada yüzdüren ve fevkalade bir meharetle onu idare eden bir zatın var olduğunda tereddüt eder misiniz?" deyince onlar hepsi birden 'hayır' derler. Hz. İmam bunun üzerine: "Öyle ise; şu yıldızlar, şu koca kâinat, şu küre-i arz adeta bir denizin içinde, hem de ahengi bozulmadan yüzüyor; bunun kendi kendine olmasına nasıl ihtimal verebiliyorsunuz?" diye sorar. Bunun üzerine Mecusiler, "Lâ ilahe illallah, Muhammedün Rasulüllah" derler. Bu, seviyeye göre bir hitaptır; kimilerine göre basit görülebilir; kimilerine göre de yeterlidir. Bu üslubun mantıkiliği ne ölçüde olursa olsun belli bir seviyedeki kimseler için yeterli olabilir. Daha ileri yaşlarda, daha derin düşünce buudlu konular üzerinde durularak aynı esasların sağlamlığı vurgulanabilir. Evet, insanın beyni, gözü, iç mekanizması, hücresi, hücre sistemi, anatomisi, fizyolojisi başımızı döndürecek harikuladelikte yaratılmıştır. Değişik yaş-baş ve seviyeye göre teker teker bu konulardan herbirerleri ilmî esaslar çerçevesinde anlatılırsa yeter zannediyorum.
Bunun gibi, bir başka muhatap için mesela hava, su, ziya, değişik vitaminler, proteinler, karbonhidratlar ya da mikroskobik canlıların mahiyeti birer konu olarak ele alınabilir. Bütün bunlarda belki sadece dersi takdim şekli değişecektir. Ama temel yapısı itibariyle ders ve program devam edecektir.
Üstad'ın Allah'ı (cc) anlatırken; "Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?" Bu kadar büyük ve muazzam kâinatın idaresi başı boş olur; nasıl karışmadan kendi kendine yürüyebilir, şeklindeki üslubu bu konuda iyi bir örnektir. Bu mevzuda irad edilen bütün deliller tahattur edilip, yazılmış bütün eserler hayalden geçirildiğinde önemli bir materyele sahip olduğumuz görülecektir. Zannediyorum bize sadece mevcut bu malzemeyi yerinde değerlendirmek ve muhataplara göre değişik mevzuların hanginin öne alınması, hangisinin geriye bırakılması gibi çok küçük konular kalıyor.
[1] İbni Kesir, Tefsiru'l Kurân, 3, 509.
- tarihinde hazırlandı.