Kur'ân'a Saygı
Çocuklarınıza Kur'ân okuyup öğretmeniz de ayrı bir önem taşır. Ama en az onun kadar önemli bir husus da, Kur'ân'ı okurken onun üzerinde, Kelâmullah olduğu hissini uyarabilmenizdir. Devrimizde çok müşahede ettiğimiz hususlardan biri de, şüphesiz bazı kimselerin okuduğu Kur'ân'ın -maalesef- gırtlaktan aşağı inmemesidir. Sizler çocuklarınıza Kur'ân okumada da güzel örnek olabilir ve onu Rabbinizin huzurunda ya da Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın dizinin dibinde tilâvet ediyor gibi seslendirebilirseniz bir kere daha çevrenizdekileri fethetmiş olursunuz. Evet eğer Kur'ân okurken gözyaşlarınızı tutamıyorsanız bunu gören çocuklarınız sizin bu hâlinizden çok farklı şeyler alacaklardır. Ben, ruhsuz Kur'ân okumanın insanımızı duygusuz hâle getirdiği kanaatindeyim.
Bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem): 'İnsanların en güzel Kur'ân okuyanı, Kur'ân okurken ciddî bir hüzün içinde okuyanıdır.'[1] Bir başka sahih hadis-i şerifte de: 'Bu Kur'ân hüzünle inmiştir.'[2] buyurmaktadır.
Kur'ân, pek çok problemi olan insanoğlunu konu olarak ele almış işliyorsa -ki öyle olduğunda şüphe yok- biz de hâlimizle bu hüznü seslendirme durumundayız. Ancak bu seviyeye gelebilmenin önemli esaslarından biri, Kur'ân'ın ne dediğinin bilinmesidir. Kelâmullah olması itibarıyla Kur'ân-ı Kerim'e ta'zimde bulunabiliriz, ancak Allah'ın (cc) kelâmı olması haysiyetiyle mânâsına vukûfiyet için, az da olsa bir gayret içinde bulunmamız da yine ona karşı ta'zimin ifadesi olsa gerek. Ayrıca, sizin bu gayretinizle çocuğunuz Kur'ân-ı Kerim'e ait mânâları kalb ve zihninde daha derince duyacak, bunlarla dolacak ve seviyesine göre rûhî açlığını gidermiş olacaktır.
Sadece Kur'ân-ı Kerim'e ait anlamlarıyla yetinen, dinî anlayış ve duyuş itibarıyla eksik sayılır. Bu kadar olsun münasebeti olmayanlara gelince onlar tamamen hüsrandadırlar. Kur'ân'ın insanlara vadettiklerini alabilmek için elfâz-ı Kur'âniyenin içindeki o mukaddes mânâları öğrenmek ve çocuklarımıza da öğretmek zaruretini bir kere daha hatırlatmakta yarar var.
Yukarıdaki naklettiğimiz hadis-i şerifin şerhinde Hafız Münâvi şöyle bir vak'a nakleder:
'Küçük bir çocuk hafızlığını ikmal etmiştir. Sabaha kadar Kur'ân-ı Kerim'i hatmediyor, namazını kılıyor, ertesi gün de hocasının karşısına çıkıyor; çıkıyor ama biraz da rengi benzi sararmış olarak çıkıyor. Hocası, maddî-mânevî mürşid olabilecek durumda bir üstattır. Talebesinin renginin niçin sarardığını diğer talebelerine soruyor. Onlar da, 'Üstadım, bu talebeniz sabaha kadar Kur'ân-ı Kerim'i hatmedip duruyor ve tabiî sabaha kadar gözüne uyku girmiyor, sabah olunca da kalkıp derse geliyor.' derler. Üstad talebesinin Kur'ân-ı Kerim'i böyle okumasını arzu etmediği için onu karşısına alır ve ona: 'Kur'ân indiği gibi okunmalıdır evlâdım.' der. Bugünden itibaren sen Kur'ân'ı, şu âna kadar okuduğun gibi değil, onu okurken beni karşısında farz et ve üstadına dersini iade ediyorsun gibi oku!' tavsiyesinde bulunur.
Çocuk gider, O gece Kur'ân-ı Kerim'i okur ve sabah üstadının huzuruna geldiğinde, 'Efendim bu gece ancak Kur'ân-ı Kerim'i yarısına kadar okuyabildim.' der. Üstad, 'Pekâlâ, sen bu gece de Kur'ân- Kerim'i doğrudan doğruya Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda okuyor gibi oku' der. Talebe, 'Ben, kendisine Kur'ân nazil olan zatın huzurundayım; doğru okumalıyım' heyecanıyla daha bir dikkatlice tilâvet eder.. ve o gün üstadına, ancak Kur'ân-ı Kerim'in dörtte birini okuyabildiğini belirtir. Üstadı da terakkiyi görünce, bir mürşidin müridinin dersini artırması gibi, 'Sen şimdi de o emin melek Cibril'in Rasûlü Ekrem'e (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğ ettiği anda dinliyor gibi Kur'ân-ı Kerim'i oku.' der. Talebe gider gelir; 'Vallahi üstadım, bugün ancak bir sûre okuyabildim.' der. Üstadı da, 'Evlâdım şimdi de onu, binlerce hicabın verasında bulunan Mevlâ-yı Müteal'in huzurunda okuyor gibi oku. Düşün ki, okuduğunu Allah (cc) dinliyor, senin için indirdiği kelâmını senin ile mukâbele ediyor.' Talebesi ertesi gün ağlayarak üstadının karşısına gelir: 'Üstadım, 'elhamdu lillahi rabbi'l-âlemîn' dedim, 'mâliki yevmi'd-dîn'e kadar geldim, 'iyyake na'budu' demeye bir türlü dilim varmadı. Çünkü bunun mânâsı, 'sadece Sana kulluk yaparım', hâlbuki ben o kadar çok şeye kulluk yapıyorum ve o kadar çok şey karşısında serfürû ediyorum ki, O'nu karşımda hazır ve nazır mülâhazaya alınca 'İyyake na'budu'yu aşamadım.' der.
Hafız Münâvi, bu gencin fazla yaşamadığını bir-iki gün sonra da vefat ettiğini kaydeder. Onu bu seviyeye getiren o bilge ve mânâ eri üstad, gencin mezarının başında durur, onu dinler, onun hâline bakar, ahvalini müşahede ederken, delikanlı, üstadının duyabileceği bir sesle, 'Üstadım, 'tayyim' denen önemli bir makama ulaştım ve hesap görmedim.' diye konuşur.
Kur'ân-ı Kerim'in mânâsını mülâhaza ederek ve kelimeler üzerinde durarak, 'Rabbimin kelâmı' deyip, tazimde bulunarak, hatta yüzüne gözüne sürerek ona karşı saygısını ifade çerçevesinde okumak, onun gönüllere açılması adına o kadar önemlidir ki, bu samimî duygular, okuyanı da dinleyeni de Kur'ân iklimine çeker ve onlara semâviliğin kapılarını ardına kadar açar.
Bu menkıbeyi nakletmekle, 'Böyle düşünmezseniz Kur'ân okumayınız.' demek istemiyoruz; istemiyoruz ama, kelimât-ı Kur'ân bize ne anlatıyor, ruhumuzda ne gibi bir değişiklik hâsıl ediyor vb. hususlar üzerinde durmamızın da, ona muhatap seçilmemizin gereği olduğunu düşünüyorum. Ruhlarımızda inkılâplar meydana getirmeyen Kur'ân'ın ferdî ve içtimâî hayatımızda müessir olacağı düşünülemez. Biz Kur'ân'la değişebilmeli, onun ufkuna yönelmeli, onu kendi derinlikleriyle duymalıyız ki o da esrarını gönül gözlerimizin önüne seriversin...
Konuya dönüyorum. Evet o genç ölmemiş; Allah'a (cc) ulaşmıştı. Kur'ân'ın temiz ruhlarda uyarabildiği heyecanla kalbi durmuş ve Rabbine yürümüştü. Elbetteki ebediyen yaşayacaktı. O, 'İyyake na'budu'yu aşamamış ve sabaha kadar hep onu tekrarlayıp durmuştu. Bir başkası benzer bir ruh hâletini Kâbe'de hissetmişti. Başını Kâbe'nin duvarına koyduğunda, kendi kendine: 'Ya Rabbi!' demiş; âdeta diline kilit vurulmuş gibi tıkanmış ve 'Sen bunu diyebilecek güçte misin? Neden hâlâ riyakârlık yapıyorsun?' düşüncesine takılmış ve gerisini getirememişti. Mamafih bunlar o zatın yaşadıklarıdır ki, ne anlatılabilir ne de başkalarına hissettirilebilir türden şeylerdir; onun birkaç dakikalık aşkın duygularıdır. Daha sonra kendisinin bile o durumu şerhetmesi mümkün değildir.
Şimdi eğer, evlerimizde bu çizgiyi koruyabilir ve Kur'ân'a gönül verdiğimizi, Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) halkasına dahil olduğumuzu fiilen gösterebilirsek, uzak-yakın çevremiz nisan yağmuru almış yeşillikler gibi süratle hayata yürüyecek ve etrafımızda üst üste 'ba'sü ba'del-mevtler' yaşanacak ve toplum hayatımız melekler ve rûhânîlerin imreneceği bir hâl alacaktır.
1) Nefret Ettirmeme
Yakın tarihimiz itibarıyla bizde ve diğer İslâm ülkelerinde yetişen nesiller, dinin kolaylaştırıcı ve müjdeleyici mesajlarına yeterince ulaşamamış, hatta uzak kalmışlardır. Hadise, selim bir kalb, sahih bir akılla incelendiğinde bunun sebebinin 'mânâ' konusundaki bilinçsizlik ve gayretsizlik olduğu görülür.
Bu dönemde müminler, 'Allah'a (cc) iman ettik' demekle beraber bu kelimenin ifade ettiği mânânın şuurunda olamamış, dış âlemle iç dünya arasındaki koordineyi sağlayamamış ve dine, diyanete ait olguları vicdânî enginlikleriyle anlayamamışlardı. Ne acıdır ki, mekteplere din dersi konduğu zaman dahi, böyle bir fırsata rağmen bazı din ve ahlâk dersi muallimleri sadece Kur'ân-ı Kerim'i ezberletmekle iktifa etmiş ve dine sempatisi olmayan çocuğa yanlış eğitim metodları uygulayarak onlardaki o çok az olan 'dine hürmet' hissini dahi yıkmışlardı. Bunu yaparken elbetteki çocuklar dinden soğusun diye yapmıyorlardı; ancak asırlardan beri devam edegelen birkaç büyük yanlışımızdan biri son bir kez daha tekerrür ediyordu.
Ben şahsen şu anda bile, Cenâb-ı Hakk'ın bize bahşettiği imkânları yeterince değerlendirdiğimizi söyleyemeyeceğim. Vatan evlâdı, din ve diyanet adına bin türlü şüphe ve tereddüt içinde önümüze kadar gelmekte ve bunlara karşı bizim vazifemiz de şüpheleri izale etmek, dini sevdirmek, Allah'ı (cc) birinci matlub, maksut hâline getirmek ve Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) sevgisini akıl mantık dairesi içinde kalblere koymak iken, bunları bir kenara bırakarak onların daha sonra içinden doğan bir iştiyakla yapacağı işleri daha ehemmiyetli sayarak onu ürkütüyoruz. Evet, din konusu sadece bir kısım formalitelerden ibaretmiş gibi, çocuğa bazı şeyler ezberletmelerle iktifa edersek, çocuk -Allah muhafaza buyursun- dinden nefret edebilir; bir derse girmişse, başka bir derse girmek istemeyebilir. Altı aylık bir çocuğa nasıl yetişkinlere ait yiyecekleri vermiyorsak, öyle de belli bir yaşa kadar ezberleme meselesini de zorlamamak icap edecektir. İhtimal o, iman şuurunu elde ettikten sonra kendisi ezberlemeye çalışacaktır. Konu, sevdirmek, düşündürmek, benimsetmek ve belletmek çerçevesinde ele alınmalıdır. Böyle bir yolda yürümeyip de o masum dimağları rakamlara boğarak on iki, otuz iki, elli iki farz deyip bazı adetleri ezberletme metodlarına başvurursak, çocuğun kafasını, bilerek veya bilmeyerek dine, dinî duygulara karşı nefret ettirmiş oluruz ki, bu da dine hizmet yolunda ona karşı apaçık kötülük demektir.
Müminler bu hususta müteyakkız olmalı ve mutlaka dini her yönüyle sevdirmelidirler. Çocuğun kemmiyet ve riyâzî şeylerle, kafasını doldurma yerine kalb ve kafasını mânâya açmalıdırlar. Onlar öyle Kur'ân'a aşık olmalıdırlar ki, onu öğrenme, makâsıd-ı İlâhîyi kavrama, idealleri hâline gelmeli ve 'Allahım, bana dini anlamayı ihsan et, böylece makâsıd-ı sübbaniyeni öğreneyim, Kur'ân-ı Kerim'le dolayım.' diye düşünmeli ve hayatlarını bu mefkûreye bağlamalıdırlar.
2) Farz ve Nafile İbadetlerin Muntazaman Sürdürülmesi
'Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) Biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç ancak takvâ iledir.' (Tâ-hâ, 20/132)
Hangi şartlar altında olursa olsun anne-baba dinî vazifelerinde kusurda bulunmamalıdırlar ve çocuk, kullukla alâkalı hususlarda hiçbir eksiklik müşahede etmemelidir. Kâinatın Efendisi'nin (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç terk etmediği teheccüd namazı, hususî evrâd u ezkârı, gece kalktığında okuduğu hususî duaları vardı. O bu evrâd ve ezkârı vaktinde ifa etmediği zaman, kazası gerekmediği hâlde âdeta kaza ederdi. Böylece evin içinde ve dışında başlatılan bir ibadetin hiçbir şekilde terk edilmediği gayet net olarak ortaya konmuş olurdu.
Sahabi, başlatılan bir ibadetin daha sonraları da devam ettirilmesi gerektiğini çok iyi anlamıştı. O dönemin âbid ve zâhidlerinden sayılan Abdullah ibn Amr ibn Âs her gün oruç tutmak ve sabaha kadar namaz kılmak istiyordu. Dahası, babası evlendirdiği zaman, günlerce hanımının yanına gitmemişti. Bu durumu hanımı, kayınpederi vasıtasıyla Aleyhissalâtü ve's-Selâm'a şikayet mahiyetinde intikal ettirince Abdullah ibn Amr ibn Âs, Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellemin huzuruna gitme mecburiyetinde kalmış ve Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hanımının yanına gitmediğinden ötürü ona itapta bulunmuştu. O gün Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ondan farzların dışındaki ibadetlerini azaltmasını istiyor; o ise daha fazla ibadette ısrar ediyor ve 'Daha fazlasını yapabilirim ya Rasûlallah' diyordu. Nihayet Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, bir gün oruç tutup bir gün yemeye; gecenin sülüsünü (üçte birini) yatıp bir diğer sülüsünü ihya etmeye ikna etti. Ancak bu muhterem sahabinin, yaşlandığı zaman başka bir sahabiye -Buhari ve Müslim'de- şöyle dediğini[3] görüyoruz: 'Keşke Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) dediğini kabul etseydim. Çünkü yaşlanınca bu şekilde devam ettirmek oldukça zor. Ama yine de nafile olarak yaptığım şeyleri aksatmak istemiyorum. Beni nasıl bıraktıysa Allah Rasûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) öyle bulmasını isterim.'[4]
Abdullah b. Amr iyi bir örnektir; insan itiyat hâline getirdiği ibadetleri terk etmemelidir. Zaten Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, sahih bir hadislerinde: 'İbadetin en faziletlisi az bile olsa devamlı olandır.'[5] buyuruyor. Şayet gücümüz yetmiyorsa, belli bir süre sonra çocuğun gözünden düşmemek için, farzların dışında yapabileceğimiz miktarla iktifa etmeliyiz. Sadece farzları, sünnetleri yapabiliyorsak, onlarda kusur etmemeliyiz. Şayet teheccüde başlamışsak onu mutlaka devam ettirmeliyiz. Vitr-i vâcibi, çocuğun gözü önünde kılmak icap ediyorsa öyle yapmalı, gece kalkıp kılınması müessir olacaksa gece eda edilmeli. Evvâbin, işrak ve duhâ namazlarını kılıyorsak, aksatmamalıyız; aksatmamalıyız ki çocuk, 'yapılan bu şeyler bazen de terk edilebiliyor' zehabına kapılmasın. Böylece, ibadetlerdeki ciddiyet onun benliğine mâl olsun; mâl olsun da sizin o konudaki kusurlarınızdan dolayı sizi ikaz etsin. Evet 'İşrakı kılıyor, duhâyı terk ediyorsun babacığım!' diyebilmelidir. Ayrıca, yapılan ibadetler ciddî bir huşû ve olabildiğine bir saygı içinde yerine getirilmelidir; getirilmelidir ki, çocuğun şuuraltı bu olumlu şeylerle mamur hâle gelsin.
Buraya kadar belirtmeye çalıştığımız hususlar, bizim gibi düşünenler içindir. Evet eğer çocuklarımızın duygulu, hisli, dindar, şuurlu, akıllı ve İslâm'ı öğrenmelerini arzu ediyorsak, bizce bu işin yolu budur. Her şeye kendi yoluyla ulaşılır; böyle yürünürse netice elde edilir. Değişik bir ifade ile; çocuğun doğru yolda bulunmasını ve bir yaşama yöntemi olmasını arzu ediyorsak, bizim de bir yolumuz, yöntemimiz olmalıdır. Düşünce ve davranışlarımız her zaman aynı olmalı ki, çocuk da aynı şeyleri görerek hep aynı şeylerle meşbû bulunsun. Bunların yerine getirilmesinde dünyamızın tanzimi, ahiretimizin elde edilmesi ve çocuğun da dünya-ahiret saadetine mazhariyeti söz konusudur. Gerçi bunlar bir perhiz ve hekim tavsiyesi gibi görünüyor, ama tatbiki can sıkmasa gerek. Sabah-akşam almanız gereken ilâçları, hiç şaşırmadan ve aksatmadan alma gibi bir şey. Böylece siz dengeli bir hayat yaşamış olacak, ölçülü davranacak ve evinize de ölçüyü hakim kılacaksınız.
Çocuk, saygı, huşû, edeb ve huzuru -ki bunu yer yer arz etmeye çalışmıştık- bakışınızda, duyuşunuzda, yatışınızda, kalkışınızda hep bunları hissetmeli ve ruhu bunlarla dolmalıdır.
3) Şeâire Hürmet Hissi
Bize göre bir kısım mukaddes mefhumlar vardır. Bu mefhumların arkasında da çok mukaddes mânâlar vardır. 'Allah' (cc) mefhumu bizim için çok mukaddestir ve imanın bir rüknüdür. Allah'a (cc) inanmayan birinin İslâmî ve imânî hayatı yoktur. Bu yüce ve yüceliği nispetinde de olabildiğine mukaddes mefhumun belli bir yaştan itibaren -ki bu devrenin başlangıcı genelde 7-9 yaş olarak düşünülür- dimağlarda yerleşmesini, gönüllerde oturmasını ve çocuğun bütün hayal âlemini işgal etmesini temin etmekle mükellef bulunduğumuz kat'iyen unutulmamalıdır. Çocuğun, Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayaliyle yaşamasını temin etmek, o evde sürekli ondan bahisler açılmasına bağlıdır. Şayet bir evde sadece, televizyon-sinema artistlerinden bahsediliyorsa ve çocuğun temâşâ ufkunda her zaman televizyonlar, sinemalar bulunuyorsa onun hayaline hakim olan da bir kısım artistler olacaktır. Sorduğunuz anda size pek çok sporcu, müzisyen ve artist ismi sayılabilecek; ama belki de dört sahabi ismi söyleyemeyecektir. Hafıza ve şuuraltı, bütün kapasitesiyle, çok faydası olmamakla beraber, 'hayalin fıskı'na sebebiyet veren bu gereksiz şeylerle mâlemâl dolacaktır.
Dinde mukaddes bilinen her şey, düşünce ve davranışlarımızda daima mukaddes olarak ifade edilmelidir. Meselâ, Kâbe mukaddes bir mekândır. Siz de çocuğun yanında, Kâbe ile ilgili hislerinizi dile getirirken fevkalâde saygılı olmalısınız. Kâbe sınırlarından içeriye girdiğimiz ya da Medine-i Münevvere'ye yaklaştığımız zaman ayaklarımızı saygıyla yere basmalıyız. Meseleyi götürüp, Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) gezdiği yerlerde, -İmâm Malik gibi- 'Burada ayakkabıyla veya merkeple gezilmez.' esasına bağlamalıyız. O büyük İmâm, uzak yerden Mescid-i Nebevi'ye veya başka bir mescide hadis dersi kıraatine, tilâvetine giderken ya da Medine'nin sınırlarından içeriye girdiğinde, bindiği merkepten aşağıya iner, orada böyle gezilmesi gerektiğini söylerdi. Elbette bunu gören çocuk Ravza-yı Tâhire ve onun Sahibine saygıyla dolup taşacaktır.
Kur'ân-ı Kerim için de durum aynıdır. 'Her kim Allah'ın şeâirine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalblerin takvasındandır.' (Hac, 22/32) buyurulmaktadır. Şeâire hürmet etmek kalbin takvasındandır. Kalbin takvası ise, kalbin Allah'ı (cc) tanıması, tanıdığı büyük Allah'a (cc) saygıyla yönelmesi, O'na sığınması, O'na itaat etmesi ve hakikat-ı ulûhiyeti tam olarak kavramasıyla mümkündür. Şeâire hürmet hayâtîdir; meselâ yine şeâirden olan cami, çocuğun nazarında o kadar mukaddes görülüp kabul edilmelidir ki, o, bütün Allah'a (cc) giden yolların camiden geçtiğini düşünmelidir. Müezzinin lâhûtî sesinin minarelerden, 'Allahu ekber' şeklinde yükselmesi, çocuğun nazarında büyümeli ve 'Allahu ekber' dendiği zaman o da kelimeleri tekrar etmeli ve ezan bitince ellerini kaldırarak; 'Allahumme rabbe hâzihi'd-da'veti't-tâmmeti ve's-salâti'l-kâimeti, âti seyyidenâ Muhammedeni'l-vesîlete ve'l-fazilete ve'b'ashu makâmen mahmûdeni'llezî ve'adtehu inneke lâ tuhliful-mîâd; Ey bu kamil davetin ve kılınacak namazın Rabbi olan Allah'ım! Muhammed'e (sallallahu aleyhi ve sellem) Hakk'a yaklaşma, cennete ve ötesine ulaşmayı lütfet ve O'nu kendisine vadettiğin Makam-ı Mahmud'a ulaştır. Muhakkak ki Sen vaadini yerine getirensin.'[6] diyerek boşalmalıdır.
Hulâsa, eğer Allah'a inanıyor ve O'nu seviyorsak ve içimizde takvâ ve şeâire tazim hissi varsa, bu hislerimizi çocuğun gönlüne boşaltacak ve ona Allah'ın büyüklüğünü gösterecek, sevdirecek ve O Mâbud-u Mutlak'tan başka Mahbub, Maksud, Matlub olmadığını onun bütün benliğine işleyeceğiz. Taberani'nin Ebu Ümame'den naklettiği bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem): 'Allah'ı, Allah'ın kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin.'[7] buyurur. Allah (cc) ancak iyi tanınmakla sevilir; zira insan bildiğini sever, bilmediğine de düşman olur. Dinsiz ya da ateistler Allah'ı (cc) tanımadıkları için düşmandırlar; eğer tanıyabilselerdi seveceklerdi.
Kur'ân-ı Kerim'de Allah (cc) 'İnsanları ve cinleri ancak, Bana kulluk etsinler diye yarattım.' (Zâriyât, 51/56) ferman eder. İbn Abbas ve Mücahid (radıyallâhu anhüma) buradaki {liya'budûn} 'Bana kulluk etsinler diye' kelimesini {liya'rifûn} 'Beni tanısınlar, bilsinler'[8] olarak tefsir etmektedir. Demek ki bir insan Allah'ı biliyorsa kullukta bulunuyor; bilmiyorsa nankörlük ediyor. Öyleyse evvelâ biz bildireceğiz; çocuk da bilecek ve o duyguyla dopdolu hâle gelecek ki, Allah'a (cc) karşı saygılı olabilsin. Ancak her seviyenin ayrı bir tanıtma üslûbu olmalıdır ve Allah'ı (cc) tanıtma konusunda tanıtım, yaşa-başa göre yapılmalıdır. Belli bir yaştaki çocuğa, önüne konan sofranın Allah tarafından geldiğini delilsiz, mücerret anlatma ona kâfi gelebilir. Başka bir yaşta insanların, hayvanların, ağaçların beklediği yağmurun, gökten O'nun inayetiyle geldiğini, başımızdan aşağı boşalan o yağmurun, Allah'ın mahz-ı rahmetinden taşıp geldiğini anlatmak gerekecektir. Daha ileri yaşlardaki birisine ise, Allah'ın, denizlerde, ırmaklarda vaz' ettiği tebahhur etme (buharlaşma) kanununu, havada yağmurun damla damla dökülme kanununu ve bütün bunların asla tesadüfe verilemeyeceği, her şeyin Allah'ın inayetiyle olduğunu anlatmak gerekecektir. Daha seviyeli çocuklara ise, pozitif ilimlere ait argümanları kullanarak onun seviyesine göre Allah'ı tanıttırıp sevdireceksiniz.
Bir hadislerinde Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
'Allah'ın size nimetleri karşısında Allah'ı (cc) seviniz. Beni de Allah'ın (cc) elçisi olduğum için, Allah'tan (cc) ötürü seviniz. Ehl-i Beytimi de beni sevdiğiniz için seviniz.'[9]
Usûlü bulunabildiği nispette bu sevme ve sevdirme işi zor olmasa gerek. Çocuklarımıza, birtakım lüzumsuz neşriyat yerine, Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) siyerini okutabilsek ve onların eline, hiç olmazsa Muhammed Yusuf Kandehlevî'nin 'Hayâtu's-Sahabe'si gibi her an müracaat edebilecekleri bir kitap versek, zannediyorum Rasûlü Ekrem'i (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun ashabını ve onların çocuklarını tanıma fırsatı bulacak ve bunlardan her birerleri onların gözünde hayatlarının kahramanları olarak büyüyecek; onlara uymaya, onlara benzemeye, Hz. Hamza gibi şecaatli, Hz. Ali gibi şâh-ı merdan, Hz. Ebu Bekir gibi sâdık, Hz. Fâruk-ı A'zam gibi kılı kırk yaran âdil olmaya çalışacaklardır. Allah'ın (cc) binlerce rızâ ve rıdvanı bunların üzerine olsun..!
Evet her zaman evimizin baş köşesinde Kur'ân-ı Kerim, sonra Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) siyeri ve ashab-ı kiramın hayatına ait megâzi kitaplarını bulundurmak ve çocuklarımızın gönüllerinin onlarla beslenmesini sağlamak, tarihî kahramanlarımızla onların gönüllerini, gözlerini açmak ve atalarını onlara sevdirmek çok önemlidir.
Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Felsefî biçimde ve aklî yollarla, akîdemize musallat olan tereddütlere, şüphelere karşı, değişik delillere başvurmak mantığın, fikrin gereği olsa da mücerret mantığa saplanıp kalmak, bazen insanın kalbî hayatını söndürüp onu ümitsizliğe itebilir. İnsan, aklı ve fikrine ait vazifeleri yaptıktan ve bunlarla alâkalı bütün fonksiyonları yerine getirdikten sonra, pratik hayatta bu duygu ve düşüncelerin nasıl meydana geldiğine dair misalleri araştırmaya başlayacaktır. Binaenaleyh siz, fiziğin, kimyanın, astronominin diliyle Allah'ın (cc) varlığına ve birliğine ait binlerce âfâkî ve enfüsî delillere sarılıp, yukarıdan uzanan nurânî bir merdivenle yukarılara çıksanız da, pratik hayattan misaller veremiyorsanız ve çocuk da bunlara akıl erdiremiyorsa, vereceğiniz dinî düşünceler onun zihninde felsefî nazariyeler gibi algılanacaktır.
Anlattığınız ya da anlatacağınız dinî değer yargıları ve millî meziyetlerin, tarihin belirli dilimlerinde yaşanmış olduğunu gösteremiyorsanız bunlar bazılarına ütopya gibi görünebilir. Siz, bu değerlerin yaşandığını ve yaşanabildiğini beli misallerle gösterme mecburiyetindesiniz.
Daha yakın zamana kadar, yaşanıp yaşanılamayacağı hususunda bizim bile kalbimizde-kafamızda bir hayli tereddüt vardı ve kendi kendimize, 'Bu olaylar belki yaşanmıştır; ama ihtimal dünya bunları bir kere görmüştür. Bir daha görmesi ve hele yaşanabilmesi çok zor; hatta biraz da ütopik görünmektedir.' fikri, bir genel hastalık gibi yaygındı. Ne var ki, Allah'ı, Peygamberi tanıyan, Yüce Yaratıcı ve O'nun Nebisi'ni oldukça seven gençleri görünce, artık yürekten inanıyoruz ki, sahabe gibi bir topluluk bundan sonra da yaşayabilir. Zaten, nassların bize verdiği işaret ve bişâretler çerçevesinde Rasûlü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) 'Garipler' diye tavsif buyurduğu[10] sahabeye benzer bir topluluğun yaşayıp, din-i mübin-i İslâm'ı evc-i kemâle çıkaracağına da inancımız tamdır.
Âyât-ı tekviniyeye ıttılâınız derecesinde, kalbinizdeki takva, Allah'a (cc) duyduğunuz sevgi, saygı, mescid, mâbed ve benzeri şeâire gösterdiğiniz hürmet davranışları, çocuğun nazarında büyük mukaddes âbideler hâlinde görünmeye başlar ve bütün bunlar onu Allah'ın (cc) huzuruna davetin birer ifadesi olurlar. Burada yeri gelmişken Yahya Kemâl'in bu mevzudaki şâyân-ı takdir şu mısralarını hatırlatmak istiyoruz:
'Emr-i bülendsin ey ezan-ı Muhammedî,
Kâfi değil sadâna cihan-ı Muhammedî.
Sultan Selîm-i Evvel'i râm etmeyip ecel,
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî.'
'Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,
Şehbal açınca ruh-ı revan-i Muhammedî
Ervah cümleten görür Allahu ekber'i
Aks eyleyince arşa lisân-ı Muhammedî.'
Ezan, Müslümanlığın ulvî duygularının en önemli bir sembolü ve namaz öncesi bir konsantrasyon vesilesidir. Aynı zamanda, namazın, Allah'a karşı bir kulluk olarak büyüklüğünün ifadesi, O'nun çağrısı ve davetidir. Siz çocuklarınızı bu duygularla dopdolu yetiştirirseniz, onlar da ezanı duydukları zaman heyecanlanırlar, gözleri dolar, hisleri köpürür, mehâbetle, muhabbetle tir tir titremeye başlarlar. Şimdi âbâ ve ecdadımızın bize, onlardan evvelkilerin de onlara yaptıkları bu vazifeyi -İnşallahu Tealâ- bunca sarsıntı ve teklemeye rağmen yine hep beraber ihya ve ikame edeceğiz. Evet şeâiri ilân edecek, onu gelecek neslin nazarında kendi kıymetiyle gösterecek, Allah'ı, Rasûlü'nü ve Kur'ân-ı Mucizu'l-Beyan'ı herkese sevdireceğiz.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; evlerimizde, ibadet hayatımız arızasız olarak yerine getirilmeli, dinle, diyanetle alâkalı çocuklarımızın kafasına sokulan şüphe ve tereddütler vakit fevt etmeden izale edilmeli, evimizin içinde Allah'a tekarrübün yaşandığı, rahmet-i ilâhiye'nin sağanak sağanak başımıza indiği, gözlerimizin tatlı ümitlerle dolup reca içinde Allah'a yöneldiği ve sinelerimizin hüzünle dolup taştığı değişik bir kısım saatler olmalıdır. Öyle bir saat olmalı ki, o saatte evimizde Rasûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) görünüyor gibi tasavvuru, tasviriyle çocuğun, hanımefendinin nazarında şöyle böyle mutlaka kendini göstermelidir.
İşte bunlar sizin İslâmî ibadet ve akîde hayatınızda çocuğunuza kazandırdığınız öyle büyük ve kıymetli şeylerdir ki, ilerideki hayatında o, birer birer bunların semerelerini görecek, duyacak ve size karşı minnettar olarak dua edecektir.
Şeâiri tazim, zatında büyük olan, dinin büyük kabul ettiği ve sizin de büyük gördüğünüz değer ve kıymetleri kavlen ve fiilen büyük göstermek demektir. Onların nazarında, ancak, ezanla anlatılabilen o ulular ulusu, büyükler büyüğü 'Allahu Ekber' hakikatiyle şehbal açacak, ruh dünyalarında bayrak gibi dalgalanacak, kalblerini tül gibi saracak; siz de bu mazhariyetler karşısında dönüp tâlihlerinize tebessümler yağdıracaksınız.
[1] Münâvi, Feyzu'l-kadir, 2/529.
[2] İbni Mâce, İkâme, 176.
[3] Buhari, Sallallahu aleyhi ve sellemm, 55; Fezâilu'l-Kur'ân, 34; Müslim, Sıyâm, 182.
[4] Ebu Nuaym, Hilye, 1/285-286.
[5] Buhari, İmam 32; Rikak, 18; Müslim, Müsafirin 216,218; Münafikın, 78; Ebu Davud, Tatavvu 27; Nesei, Kıyamülleyl, 19; İbni Mâce, Zühd 28.
[6] Buhari, Ezan, 8; Tefsiru Sure (17) 11; Tirmizi, Salât 43; Nesei, Ezan 38; İbni Mâce, Ezan 4.
[7] Taberânî, Mu'cemü'l-Kebir, 8/90; Ali el-Müttaki, Kenzü'l-Ummal, 15/777.
[8] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân, 17/55.
[9] Tirmizî, Menâkıb, 31.
[10] Müslim, İman 232; Tirmizi, İman 13.
- tarihinde hazırlandı.