Ülfetten Kurtulma Yolları
Soru: Ülfetten nasıl kurtulabiliriz?
Cevap: Ülfet, insanın, belli şeylere karşı alışkanlık kazanması suretiyle, etrafında görüp durduğu olağanüstü varlık ve hâdiselere karşı lâkayt ve alâkasız kalması demektir. İnsan, yaratılışı itibariyle ülfete açık bir varlıktır. Zira o, bir mesele karşısında ilk başlarda heyecan duysa da gerekli bakış derinliğini yakalayamazsa zamanla bu heyecanını kaybeder ve artık en ciddi meseleler bile onun nazarında canlılığını yitirir ve ilgi çekmez olur. İslâmiyetle ilgili can alıcı bir mevzuu ilk duyduğumuzda, kalbimizdeki bütün fakülteleri tetikleyici, Rabbimizle münasebetimizi takviye edici çok canlı bir hitabe olarak hissedip ürperebiliriz. Fakat daha sonra ülfetle birlikte o mesele sadece kendine has donuk hatlarıyla akıllarda bir hikâye olarak kalabilir. Ruhumuzda meydana getirmesini beklediğimiz heyecanı artık meydana getirmez hâle gelir. İşte bu durum, bir ülfet ve ünsiyet durağanlığıdır.
Her devrin en büyük hastalıklarından olan ülfetten, sahabîler de etkilenebiliyordu. Abdullah İbn Mesud’un (radıyallâhu anh) anlattığına göre, âyetler gökten ter ü taze peşi peşine gelirken bile onlar –elbette kendi seviyelerine göre- ülfetten dolayı uyarılmışlardı:[1] “İman edenlerin kalblerinin Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nun tarafından inen hakikatleri hatırlayarak yumuşayıp saygı ile dirilme vakti gelmedi mi? Sakın onlar da daha önce kitap verilen ümmetler gibi olmasınlar. Zira kitabı tanımalarının üzerinden kendilerince uzun zaman geçmesi sebebiyle, onlarda ülfet meydana gelmiş, neticede kalbleri katılaşmıştı. Hatta onların çoğu büsbütün yoldan çıkmışlardı.”[2]
Bu uyarıyla birlikte sahabîler, kemale giden yolu kendilerine göstermek ve kalblerine heyecan vermek için adeta tehdit ediliyorlardı. Eğer bu durum onlar için söz konusu olduysa onlardan sonra gelecek her topluluk için de söz konusu olabilir.
Biz de orijinalitesi üzerinde ter ü taze Müslümanlığın yeniden doğuşunu gördüğümüz zaman meseleyi sahabî neşvesi içinde kabulleniyor, gecelerimizi oldukça canlı geçiriyor, yer yer bu türlü mevzular karşısında içimizde heyecan duyuyor ve gönlümüzle Allah’a (celle celâluhu) yöneliyorduk. Fakat zamanla bunlar bizim de alışageldiğimiz meseleler hâline geldi ve sonra Allah’tan gelen, kitapta anlatılan her mesele o ölü gönüllerde mâkes bulmamaya başladı. Gönüllerimiz artık eskisi gibi ürpermiyor, günlük meseleler içinde boğulup kalıyorduk.
İnsanlar, “Kitabımız, on dört asır evvel Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâzil oldu, ifadesi Arapçadır, içinde de bizden bazı şeyler isteniyor ama biz bunları bilmiyoruz.” diyorlarsa, burada bir ülfet var demektir. Bu durum hem o insanlar hem de o kitap için büyük bir tali’sizliktir ve bu insanlardan meydana gelen bir toplum da baş aşağı gitmeye başlamış demektir. Bu ülfet çemberinin kırılması bazı faktörlere bağlıdır. Bizim için gerekli olan da işte bunlar üzerinde durmaktır.
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki bugün insanımız, bulduğu şeyin kadrini-kıymetini bilmemek suretiyle ülfet içindedir. Her şeyden evvel Kur’an’a sahip çıkan bir cemaat neye sahip olduğunu iyi bilmeli ve onu elinden kaçırmamaya âzami dikkat etmelidir. Bu meseleye, Hazreti Musa (aleyhisselâm) hakkında anlatılan bir hâdiseyle ışık tutmak istiyorum. O büyük Peygamber, “Ya Rabbi, görüyorum ki pek çok kimse ciddi bir coşkunluk ve heyecan içinde Sana doğru koşup gelirken daha sonra vazgeçiyor ve yarıyolda kalıyorlar.” diyor. Cenâb-ı Hak, kemal-i hikmet ve azametle: “Ey Musa! Onlar bana ulaşanlar değil, henüz hiçbir şey bilmeden yola koyulanlardır. Bana vâsıl olan insanlar asla gerisin geriye dönmezler.” diye ferman ediyor.
Ülfetin temelinde evvelâ, vâsıl olmadan elde edilen küçük şeyleri, hatta vesilelere ait şeyleri gaye mevkiine koyarak her şeyi elde etme gurur ve kibrine kapılma gibi marazi bir ruh hâleti söz konusudur. Evet, insan herşeyden önce kendisinden ne istendiğini iyi tetkik etmelidir. Ondan, Rabbine, bin bir ismiyle kalbi ürpere ürpere tazarru ve niyaz etmesi isteniyor. Bu, gecenin karanlıkları içinde Rabbe teveccühün adıdır; riyazî bir kısım şeyleri sayıp dökme değildir. Mü’min, vicdanında her zaman O’nu (celle celâluhu) duymaya çalışmalı, O’na söylediği ve O’ndan gelebileceğini tasavvur ettiği her şeyin kendi vicdanında ve kalbinde mâkes bulup içinde bir aydınlık meydana getirmesini gaye hâline getirmelidir.
Ülfet, bir hastalık ve bakış zaafına bağlı marazî bir ruh hâletidir. Bu itibarla insanın, her şeyden önce hem şahsî gurur ve kibrini hem de cemaat enaniyetini bırakması lâzımdır. Bunları elden bırakmayan, “Benim” diyen bir insanın öbür âlemden gelen “Benim” sesini duyması mümkün değildir. Tasavvufî ifadesiyle önce “benlik”ten vazgeçme sırları kazanılıp, sonra da Rabbin karşısında izafi ve âciz bir varlık ortaya konulmalıdır. Ülfetten kurtulmak için bu birinci şarttır.
Ayrıca, ülfeti yırtmak bir ameliyat-ı fikriye ister. Okuyan, düşünen ve karşısına çıkan hayat kitabının her safhasını yeni yeni terkipler şeklinde gören, o terkiplerle irfan hayatına yeni yeni derinlikler kazandıran bir insan, her tarafı çok orijinal şeylerle donatılmış bir yolda yürüyor olacağından daima canlı yaşayacaktır. Dahası, İslâm’a ait her şeyi ter ü taze olarak vicdanında duyacak ve O’nun aşkıyla yaşayacaktır. Düşünmeyen, araştırmayan, tefekkür etmeyen bir insan ise ülfetten kurtulamayacaktır. Pek çoğumuz itibariyle, okuduğumuz kitaplarla bu hususta ders almışızdır. Ama asıl mesele bu dersi tatbik sahasına koyabilmektir.
Büyüklere ait menkıbeleri okumak da ülfetten kurtulmak için yapılabilecek şeylerdendir. Meselâ, bu konuda ashab-ı kirama dair yazılmış kitaplar okunabilir. Zira salih insanlar zikredildiği zaman ölmüş kalbler ihya olur. O büyük örnekler karşısında vicdanlar ürperir ve titrer. Onları tanıyan biri, büyüklükleri karşısında “Onlar nerde biz nerdeyiz?” diye soracak ve kendisini çok ciddi bir muhasebeye zorlayacaktır. Önden çekici, arkadan itici faktörler olmadıktan sonra ülfet denen büyük belânın badiresinden kurtulmak çok zordur.
Sahabîlerden Hazreti Hanzala İbn Rebî (radıyallâhu anh), Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında duyduğu neşveyi başka zamanlarda duyamadığından ötürü kendisine نَافَقَ حَنْظَلَةُ “Hanzala münafık oldu!” diyor, nifaktan endişe ettiğini söylüyordu. Bir gün yine bu duygular içindeyken Hazreti Ebû Bekir’le karşılaştı. Onun böyle kederli hâlini gören Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ne olduğunu sordu. Aldığı cevap نَافَقَ حَنْظَلَةُ “Hanzala münafık oldu” oldu. Hanzala daha sonra bu duygusunun sebebini de şöyle açıkladı: “Resûl-i Ekrem’in huzurunda olduğumuzda Cennet ve Cehennem’den bahsediliyor, sanki onları görmüş gibi oluyoruz. Oradan ayrılıp evlâd ü iyal, çoluk-çocuk, bağ ve bahçemize gidince gözümüzün önünden her şey siliniyor. Çarşıya çıktığımız zaman Allah ve Resûlullah unutuluyor. Bu ise münafıklık ve ikiyüzlülükten başka bir şey değil.”
Hazreti Ebû Bekir, Hanzala’yı dinledikten sonra aynı duyguları kendisi de hissettiğinden “Vallahi, ben de aynı duyguları yaşıyorum” der. Bunun üzerine beraberce gidip hallerini Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) açarlar. Allah Resûlü, “Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e kasem olsun ki, siz, benim yanımdaki hâli dışarıda da devam ettirip o durumunuzu koruyabilseniz, melekler aranıza iner, yollarda sizinle musafaha ederdi. Fakat ey Hanzala, bazen öyle bazen böyle olması normaldir (bu, münafıklık değildir) der (ve son cümleyi üç kere tekrarlar).”[3]
Allah Resûlü, bunu derken sanki “Ey Hanzala! Bir ekin gibi düşeceksin; düşeceksin ama ürperip kalkacaksın. ‘Ya Rabbi, gaflet içine düştüm!’ diyecek yine O’na koşacaksın. Başka bir zaman yine bir gaflet seni bastıracak. Ayın, bulutların arkasında kaldığı gibi yine görünmeyeceksin. Fakat biraz sonra yine çıkacak ve koşacaksın. An olacak evlâd ü iyalinle hemdem olacaksın, an olacak Rabbinle hemdem olarak mest ve sermest yaşayacaksın.” diyordu. Beşerin, sürekli o yüksek çizgide kalması zordur. Çünkü onun tabiatı böyledir; bazen ulvî âlemlerde dolaşırken bazen de tanınamayacak hâle gelebilir.
Tâbiîn imamlarından Abdullah ibn Ebî Müleyke diyor ki: Ashab-ı kiramdan otuz kadar insan tanıdım, hepsi de kendilerinde nifak alâmeti olduğu şüphe ve korkusunu taşıyorlardı.[4] Bunların içinde Hazreti Ömer ve Hazreti Âişe (radıyallâhu anhümâ) gibi büyük sahabîler de vardı. Hazreti Ömer ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun hakkında “Benden sonra peygamber olsaydı, Ömer olurdu.” buyurmuştur.[5] Hazreti Âişe, dinin birçok hükmünü kendisinden öğrendiğimiz, ilmiyle bilinen bir sahabiydi.
Bu zatlar kendi haklarında endişe yaşıyorlarsa, bizim gibi sıradan mü’minlerin, kalbinin kasvetinden, gözünün yaşarmayışından, gece hayatının bulunmayışından, Rabbiyle münasebeti olmadan geçirdiği yirmi dört saatin şeytan hesabına geçmiş olacağını düşünmeyişinden endişe yaşaması evleviyetle gereklidir. Şayet bir insanın içinde, en azından ticari hayatındaki bozulma karşısında duyduğu endişe kadar bir endişe yoksa, kendi münafıklığından endişe etmelidir. Bir mü’mine ben “münafık” diyemem; kendisi de demesin. Fakat Allah Resûlü bazı emareleri, münafıklık alâmeti olarak saymıştır. Mü’min bunlardan endişe duyup ürperdiği zaman bir bakıma ülfetten kurtulma adına kendisine bir yol ve yöntem arayacaktır.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Huzeyfe’ye (radıyallâhu anh) münafıklar hakkında bilgi vermişti. O, münafıkları ve bazı zuhur edecek fitneleri biliyordu. Hz. Huzeyfe, münafıkların cenaze namazlarına katılmıyordu. Hazreti Ömer de (radıyallâhu anh) onu takip ediyor, onun namazını kılmadıklarının namazına katılmıyordu. Bir gün Hazreti Ömer’in iyi olarak tanıdığı birisinin cenazesi getirilir. Herkes namaza durmaya hazırlanırken Hz. Huzeyfe oradan ayrılır. Bunu gören Hazreti Ömer hemen peşinden yetişirir ve ona cenazenin münafıklardan olup olmadığını sorar. Cevap vermek istemeyen Huzeyfe’yi biraz zorlayınca “evet” cevabını alır.[6] Her gün camide mü’minlerin arasında olan bir insanın İslâm’dan nasıl nasibi olmaz; ama olmamıştı işte!
Bunu duyan Hazreti Ömer’in endişelerini insan daha iyi anlıyor. Hazreti Ömer gibi bir kâmet-i bâlâ bile bunu sorarken, acaba biz hayatımızda hiç endişe duyduk mu? Seccadeye başımızı koyup “Rabbim! Endişe ediyorum, ben de onlardan mıyım? Onlardan olmaktan Sana sığınırım.” endişesini izhar ettik mi? رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةًۚ “Ey Kerim Rabbimiz, bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla.”[7] diye inledik mi? Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) durmadan tekrar ettiği يا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي على دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl.”[8] duasıyla yalvarıp yakardık mı? Eğer bu endişeleri içimizde duymuyorsak kendimizde bir nevi nifak olduğu endişesini taşımalı ve korkmalıyız. İnsan, bu hususta endişe ettiği kadar Rabbiyle münasebetini güçlendirecektir.
Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), “Sen nerde, şehadet nerde!” sorusunu kendisine soruyordu.[9] Şimdi sana, “sen nerdesin?” diye sorabilir miyim? Endişe edecek, korkacaksın; Allah da o ülfet perdesini yırtacak. Bunun için, kalbi incelten Kitâbü’r-Rekâik’le çok iştigal edeceksin. Şu dünyada gezdiğin, dolaştığın gibi Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), her biri nurefşân sözlerine tutunacak ve ahirette dolaşacaksın. Orada hesabı, mizanı ve başına gelecek şeyleri burada görüyor gibi olacaksın. عَلِمَتْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ وَاَخَّرَتْۜ “Her nefis ileriye ne takdim ettiğini ve geride ne bıraktığını bilecektir.”[10] hakikatini gözlerinle görüyor gibi olacaksın. Bunun için sık sık önünü ve arkanı yoklayacaksın. Senden evvel ahirete sâlihât ve güzel ameller adına ne gönderdin? Geriye bıraktığın şeyler ahiret adına işine yarar mı, yaramaz mı? Bunlara bakacak, sık sık kendini kontrol edecek, dünyada iken ahiret sahnelerinde geziyor gibi gezeceksin. Bunlar, ülfetin perdelerini paramparça edecek ve insan kendisini Kur’an’ın âlem ve havasına salacak ve o, ter ü taze yeni nazil oluyormuş gibi görülecektir.
Ülfet perdesini yırtmak için şekil ve şekilcilikten kaçınmak lâzımdır. Namaz, mü’min için bir vecibe ve vazifedir. Evrâd ü ezkâr, dua gibi şeyler de insanın mânevi hayatı adına çok mühimdir. Bunlar, askerî talim ve terbiye gibi sadece şeklî olarak yerine getirilecek şeyler değildir. Bunların her biri Hak’la ayrı bir münasebet ifade eder. Binaenaleyh gerek evrâd ü ezkâr okurken gerekse Rabbe namaz ve sair ibadetlerle teveccüh ederken bunları şekil olarak yapmaktan daha ziyade vazife şuuru içinde bulunmalı, muhatap olarak karşında O’nu görmelisin. Önünde seni hesaba çağıran Rabbin, ayaklarının altında sırat köprüsü, dağ cesametinde alevlerin kıvılcımlarının seni tehdit ettiğini düşüneceksin. Sırtında bütün bir hayatın mesuliyet ve vebaliyle beraber o köprüyü geçmekle mükellefsin. Düşün ki, defterler sağda solda uçuşup duruyor. Defterini kimi sağdan, kimisi soldan alıyor… Bunları düşününce endişeyle ciğerlerin parçalanır, yüreğin ağzına gelir gibi olacaktır. Evet, sen hep bu endişeyi taşıyacak ve bu endişeyle Rabbin kapısının tokmağına vuracaksın. “Mücrimim, günahkârım, isyankârım, efendisinden kaçmış bir köleyim. Fakat Sen’den gayrı kapı bilmiyorum.” diyecek ve İbrahim Edhem gibi yalvarıp yakaracaksın:
هِي عَبْدُكَ الْعَاصِي أَتَاكَ ... مُقِرّاً بِالذُّنُوبِ وَقَدْ دَعَاكَ
وَاِنْ يَكُ يَا مُهَيْمِنُ قَدْ عَصَاكَ ... فَلَمْ يَسْجُدْ لِمَعْبُودٍ سِوَاكَ
“İlâhî, günahkâr kulun, günahlarını itiraf ederek Sana geldi, Sana dua ediyor. Eğer af ve mağfiret edersen, o işe ehil Sen’sin. Eğer kapından kovarsan, Senin kapından başka hangi kapı var ki, oraya gidilsin.”
Bana öyle gelir ki duygu ve düşüncelerimizi bu anlatılanlarla canlandırma gönül hayatımıza fer getirecek, bizi kuvvetli kılacak ve bu sayede mükemmel fertler olma istikametinde yükselme imkânına kavuşacağız.
[1] Bkz. Müslim, tefsîr 24; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/481.
[2] Hadîd sûresi, 57/16.
[3] Müslim, tevbe 12; Tirmizî, kıyâmet 60.
[4] Buhârî, imân 36.
[5] Tirmizî, menâkıb 17; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/154.
[6] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 1/468.
[7] Âl-i İmrân sûresi, 3/8.
[8] Tirmizî, kader 7, daavât 89, 124; İbn mâce, duâ 2.
[9] et-Taberî, Câmiu’l-beyân 11/94; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 44/403.
[10] İnfitâr sûresi, 82/5.
- tarihinde hazırlandı.