Mürşidi Olmayanın Mürşidi Şeytan mıdır?
Soru:“Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.” deniliyor. Zamanın mürşidine tâbi olunursa ahirete imanla gidileceği telkin ediliyor ve zamanın mürşidi olarak belli kişilerden bahsediliyor. Dolayısıyla onlara tâbi olmayanlar bir nevi mânevî baskıya tâbi tutuluyor. Bu konuda bilgi verir misiniz?
Cevap: Mürşidi olmayanın mürşidinin şeytan olacağı meselesi bir mânâda doğrudur fakat bu objektif olmadığı gibi halk arasındaki yaygın anlayışla değerlendirilirse doğru da değildir. Cüneyd-i Bağdâdî veya Bayezid-i Bistâmî Hazretleri’ne isnat edilen söz şu şekildedir: مَنْ لاَ شَيْخَ لَهُ فَشَيْخُهُ الشَّيْطاَنُ “Şeyhi ve mürşidi olmayan kimsenin şeyhi ve mürşidi şeytandır.”
Biz bu büyük zatların böyle bir söz söyleyip söylemediğini tam bilemiyoruz. Çünkü korunmuş olan tek kitap Kur’an’dır; onun dışında Sünnet’e bile uydurma sözler karıştırılmaya çalışıldıktan sonra o büyük zevata söylemedikleri bir kısım sözlerin isnat edilmiş olması her zaman için mümkündür. Geçmiş bir yana, günümüzde bile büyük zâtlara yeni yeni sözler isnat ediliyor. Bu sözlerin onlara ait olup olmadığını sorgulayanlara ise, “Siz, söyleyene değil, o sözlerin doğru olup olmadığına bakın.” deniliyor.
Mevlâna Celâleddin Rumî Hazretlerine de bu şekilde isnat edilen pek çok söz vardır. Hatta kitaplarının içine daha sonraki devirlerde yaşamış bir kısım Bâtınîler tarafından bazı şeyler sokulmuştur. Mesela, Mevlâna’nın sözü diye tekrar edilen ve herkesin dilinde dolaşan, “Kim olursan ol, gel!” sözü aslen Efdal-i Kâşî adlı birine aittir. Aslında, Efendimiz’e de (sallallâhu aleyhi ve sellem) güzel görünümlü bu tür sözler atfedilmiştir. İsterse ehl-i keşif bu sözü Efendimiz’e isnat etmiş olsun; ehl-i tahkik bunu kabul etmez. Allah Resûlü’nün sözlerinin içine bile eklemeler yapılmaya çalışılmışsa, bu büyük zatlara nispet edilen sözlerin içine söylemedikleri şeylerin katılmadığını söylemek zordur. Dolayısıyla bu sözü değerlendirirken bunun da hesaba katılması lâzımdır.
İşte “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.” sözünün de bunlardan biri olma ihtimali vardır. Bu söz, Allah Resûlü’ne ait olmayınca –ister Cüneyd-i Bağdâdî, isterse Bayezid-i Bistâmî Hazretleri’ne ait olsun– üzerinde değerlendirmede bulunma hakkımız vardır. Bu sözün bir manada doğru olduğunu ifade ettik. Şöyle ki, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yönüyle hepimizin mürşididir. O, mürşid-i âzam ve mürşid-i ekmeldir. Binaenaleyh beşerin, Hazreti Muhammed’siz (sallallâhu aleyhi ve sellem) salâhı ve hidâyeti asla ve kat’a düşünülemez. Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) önceki devirlerde kendi peygamberlerine uymayanlar şeytana uydukları gibi o Zat-ı Mübeccel’e (aleyhissalâtü vesselâm) uymayanlar da şeytana uymuşlardır. Bu mevzuda Kur’an’ın kat’i nasları, hadis-i şeriflerin sarih beyanları vardır.
Bu sözün doğru olabileceğini gösteren başka bir enfüsî mânâ da şudur: Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra dinin hakikatini ve ruhunu nakleden müçtehit ve mücedditler gelmiştir. Peygamberler, belli devreler içinde zamanı hâkimiyetleri altına almışlardır. Bunu ifade eden bir hadis-i şeriflerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Geçmiş milletlere nispetle sizin vaktiniz ikindi namazı ile güneşin batması arasındaki vakittir. Sizinle Yahudi ve Hıristiyanlar arasında şöyle bir temsil söz konusudur: Bir zat, bir kısım işçiler tutar ve bunlara: ‘Benim için sabahtan öğleye kadar çalışana bir kırat yevmiye var.’ der, ve Yahudiler çalışır. ‘Öğleden ikindiye kadar çalışana da bir kırat var.’ der, bu zaman zarfında da Hıristiyanlar çalışır. “İkindiden akşama kadar iki kırat yevmiye var” der ve bu süre de size aittir. Bu taksimata eski ümmetler razı olmaz ve ‘Biz daha çok çalışıp daha az ücret aldık.’ derler. Bunun üzerine Allah onlara, ‘Sizin ücretinizden bir şey kesmek suretiyle size zulmettim mi?’ diye sorar. ‘Hayır’ cevabını alınca da, ‘Bu benim lütfumdur, dilediğime veririm.’ buyurur.”[1] İşte Ümmet-i Muhammed böylece az bir vakitte çok ücrete nâil olmuştur.
Bu hadisten anlıyoruz ki, Ehl-i Kitap’tan bazıları işi öğleye kadar getirmiş ama sonra kitaplarını tahrif ederek içine kendilerinden bazı şeyler katmışlar ve kendilerine çizilen çizgiden dışarı çıkmış, mükellefiyetlerini yerine getirmemişler. Öğleden ikindiye kadar olan dar zaman diliminde ise başkaları gelmiş. Onlar da bir miktar bu işi taşımış ve sonra tahribe başvurmuşlardır. Nihayet onlar da ikindi vakti olunca bir kenara çekilmişler. Ümmet-i Muhammed olarak bu ümmet de ikindiden sonraki durumu ifade etmektedir; yani onlar da ikindiden sonra akşama, yani güneş batıp kıyamet kopuncaya kadar bu işi devam ettireceklerdir. Burada şu iki husus anlatılmaktadır:
Birincisi, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra kıyamet kopacağı âna kadar başka bir peygamberin zuhur etmeyeceği.
İkincisi de ümmet-i Muhammed’in kıyamet zuhur edeceği âna kadar devam edeceğidir. Bu ise, اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’an’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biziz.”[2] hakikatinin bir ifadesidir. Biz bu iki hakikate de inanıyor ve yeryüzünde “Allah, Allah!” diyen olduğu müddetçe kıyametin kopmayacağını, yine Allah Resûlü’nün inci-mercan sözleri içinde görüyoruz.[3]
En büyük mürşid olan Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar peygamberler ümmetlerini irşad ettikleri gibi O’ndan sonra da belli devirlerde kâmil mürşidler zuhur etmiştir. Zamanın Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait olan devresinde Ömer Bin Abdülaziz, İmam Şafiî, İbn Dakîk el-Îd, Kadı Şüreyh, İmam Gazzâlî gibi büyük zevata ait zaman parçaları vardır. Bunlar bir asır, bir buçuk asır hükümlerini geçiren mânâ sultanlarıydı. Bunların, tahminleri aşkın tesirleri olmuştur. Öyle ki İmam Şafiî’nin, bir asrın bütün fikrî hayatı üzerinde tesiri olmuştur. Hâlbuki kendisi yarım asır kadar yaşamıştır. O, elindeki aynayla Kur’an’a bakmış, ondan ahkâm istinbat etmiş, kendi devrinde bulunanlara ışık tutmuş, kırk senelik ilim ve irfan hayatıyla yüz seneyi avucunun içine almış ve bu süreye hükmetmiştir. Biz, onun gibi kimselere müçtehit ve müceddit diyoruz.
Her asırda bir müceddit geleceği, Allah Resûlü tarafından bildirilmiştir.[4] İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî gibi zatlar belli devreler içinde o hareketi devam ettirip şeriatın ruhunu temsil etmeye çalışmışlardır. Günümüzde de kendi bulundukları yöreleri aydınlatan, irşad eden insanlar vardır. Mevdudî, on beş yaşından yetmiş küsur yaşına kadar hayatı kütüphanelerde geçmiş bir insandır. Yazdığı kitaplar üst üste yığılınca kendi boyunu aşar. Yaşadığı dönemde bir kısım içtimaî oluşumların mimarı olmuştur ve İslâm adına bir aksiyon insanı olarak zihinlere kazınmıştır. Bazıları onu bazı düşüncelerinde eleştirseler bile hasenatı o kadar çoktur ki, seyyiat denen şey onun yanında görünmez olur. Kaldı ki temel anlayışımıza göre biz kendi günahlarımıza bakıyor, başkalarının günahlarının deryada damla olduğunu düşünüyor ve kimseyi ayıplama yoluna gitmiyoruz. Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri de bu ahlâkı ders vermiş, kendi seyyiatını gözünün önüne koyduğun zaman neredeyse şeytanın günahlarını bile görmemek lâzım geldiğini ifade etmiştir. Bu duygunun kaynağı Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadisinde ifadesini şu şekilde bulmaktadır: “Senin en can alıcı hasmın, şahsî çerçeven ve mahiyetin içindeki nefsindir.”[5] Binaanaleyh insan, içindeki bu düşmana bakmalı, başka şeylerle meşgul olmamalıdır. Zannediyorum böyle yapmakla o iki önemli hasleti haiz olur: Kendi kusurlarını görme ve başkalarının kusurlarına göz yumma. Zira kendi kusurlarını görmeyen hep başkalarının kusurlarıyla meşgul olur. En büyük fazilet, kusur dendiği zaman insanın kendisini hatırlaması, Cehennem dendiği zaman ellerini dizine vurup “Ah! Ben oraya girersem ne olur hâlim!” demesi, eğer yeryüzünde şeytanlık birinin başına konacaksa, bunun kendi başı olabileceği endişesini taşımasıdır.
Dünyanın değişik yerlerinde İslâmî canlanmalara hareket veren insanlar her dönemde var olmuştur. Bu insanlar hakkında menfi söz söylemek kesinlikle uygun değildir. Hele vefatlarından sonra bunlar hakkında konuşmak büyük vebaldir. Sadece kendi fikir önderine takılıp başkalarını yok saymak bir mü’minin yapacağı iş değildir ve olmamalıdır da.
Tecdit hareketi dünyada devamlı olacak ve her yüz senede bir müceddit gelecektir. Selef arasında bile bir-iki tanesinin dışında hiçbir mücedditte ittifak edilmemiştir. Aslında herkesin, bağlandığı zatı büyük görmesi, onun feyzinden istifade edebilmesi adına önemlidir. Aksine onda bir kısım kusurlar gördüğü müddetçe füyûzâtından istifade edemez. Ne var ki birini büyük görmek, başkalarını kusurlu ve sapkın görmeye sebebiyet vermemelidir. Bu konuda yapılacak şey, onun bazı noktalarda başkalarından üstün olduğu mülâhazasıyla ona bağlı bulunduğunu ifade etmek ve daha faziletli ve üstün biri bulunduğunda ona gidebilmeye kapıyı açık bırakmaktır.
Yeryüzünde bu mânâda daima her yana ışık salan mürşidler olmuştur. Enfüsî mânâda bu zatlardan birinin rehberliği altında hareket etmeyen bir insanın, zayıf ihtimal dahi olsa, şaşırması, dalâlete düşmesi, yanlış hareket etmesi ihtimal dâhilindedir. Hususiyle asrımızda olduğu gibi, çok korkunç siyasi cereyanların, yalanların, baştan çıkarmaların içtimaî hayatı zir u zeber edecek hüviyette canlandığı bir zamanda insanın bütün hâdiseleri görüp, onların neticelerini sezip ona göre kendisini ayarlaması oldukça zordur. Bunun için, tasavvufî ifadesiyle, nazar ve kademi cem edebilen, seneler ve asırlar ötesini görebilecek olan engin nazarlara ihtiyaç vardır. Bu büyük kimseler, hayatımızı düzenli yaşayabilmemiz adına bizim için Kur’an ve Sünnet’ten düsturlar istinbat ederler; biz bunların vesayeti altına girmek ve burada seyrimizi tamamlamak suretiyle kendimizi teminat altına almış oluruz. Bu arada: “Ben de Kitap ve Sünnet’ten istifade ederim.” diye kendi başına yürüyen ve bu büyük füyûzât daireleri dışında kalan kimseler arasında bazen Hakk’a vâsıl olanlar da olmuştur. Evet, hiçbir tarikat, mürşid veya mücedditle alâkası olmadığı hâlde doğrudan doğruya tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarına uygun hareket etmek suretiyle hakikate ulaşanlar da vardır. Fakat bütün meseleleri sebep-sonucuyla göremeyen bir nazarın yanılabilmesi ihtimaline binaen o türlü kimselerde çok yanılmalar olabilir. Onun için yanılmaya karşı, nazarla kademi birleştiren birilerini bulmak, insan için çok önemlidir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrinde, en birinci mesele olarak, nesle eğilme ve milletin maarifine müteveccih olma, hayatın ders verici bir mektep hâline getirilip objektif olması, her hâdiseden dersler çıkarılması gibi hususlar ele alınıyordu. Gün geldi büyük çoğunluğu itibarıyla buna sırt dönüldü. Fakat daha sonra bazı kimseler yavaş yavaş bu büyük ve ince meseleyi kavrayıp tekrar ona yöneldiler. Gün geçtikçe bunların sayıları arttı ve bu anlayışla dine hizmete teveccühler olmaya başladı. “Acaba bu anlayışta olan kimseler meseleyi büyük dirayet ve zekâlarıyla mı kavramışlardı?” sorusuna verilecek cevap olumlu olmayacaktır. Zira bu, bir itaat ve teslimiyet mevzuudur ve böyle kabul edilmelidir. İnsanlar bazılarını dinlemiş, onlara bağlanmış ve onların prensipleri altında hareket etmişler ve isabet ettiklerini gördükçe kanaat ve yakinleri biraz daha artmıştır; mesele bundan ibarettir. Bu açıdan da kimsenin kimseye karşı gurura girmeye hakkı yoktur. Kıtmir, mürşid meselesini böyle anlamada fayda mülâhaza ediyorum.
Bazı kimseler kendilerine göre bir mürşid ihdas ederler ve o mürşide uymayı hidâyet, uymamayı da dalâlet görebilirler. Onların bu düşüncesinin dalâlet olma ihtimali de vardır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrinden günümüze kadar her devirde yetişen mürşidler kendi devirlerinin irfan ve ilim hayatıyla, dünya görüşüyle içli-dışlı olmuş, içtimaîye vukuflarıyla belli bir misyon eda etmişlerdir. Kendi devrini bilmeyen bir insanın, muhataplarını eski devirlere çağırıp oralardan bir şeyler anlatmaya çalışması, onun kendi çapında bir mürşid olduğunu gösterir. Böyle bir mürşid, -bir kısım saf kimselerin dışında- hiç kimseye kendi devrine göre ve devri çapında nüfuz edemez. Bunu söylerken de onların füyûzattan nasipleri olmadığını ifade etmek istemiyorum. O kimse şahsen büyük bir insan da olabilir, semalarda pervaz etmeye liyakati bulunabilir, Hazreti Hızır’la sabah-akşam görüşebilir; fakat âyât-ı tekviniye, şeriat-ı fıtriye, fıkıh ve hadis gibi ilimlere vâkıf olmadıktan sonra bir insanın kendi devri çapında objektif bir mürşid olması mümkün değildir; Allah (celle celâluhu) onu ekstra meziyet ve faziletlerle donatmış olsa bile.
Bizler, hakiki ve büyük mürşidlerin olmadığı bir devirde yetiştik. Bir sam yeli esti, bütününü kuruttu. Bu mevzuda bütün bağlar bozuldu, surlar yıkıldı, sular kurudu. Ve sonra o eski devirlerden geriye bir kısım mürşidler kaldı; ama bunlar kendi çaplarında belli kimselere bazı şeyleri anlatabilecek seviyede olsalar da umumi mânâda mücedditliğin gerektirdiği kıvam ve mânâda değillerdi.
Kâmil mürşidlerden olduğuna inandığım bazı zatları görme imkânım oldu. Ne var ki bunların Allah’la münasebetlerinin derinliğini bilecek yaşta değildim. Fakat bir attar dükkânına girildiği zaman oranın havasının burunlara bıraktığı etki gibi, bu büyük zatların huzurunda öyle bir tesir vardı. Ben rüşde erdikten sonra ciddi bir mürşid görmemiş, ehlullahın huzurunda oturmamış olmama rağmen çocukluğumda devam ettiğim zevatta bunları gördüğümü itiraf edebilirim. O devirden günümüze kalan; hizmetiyle, Kur’an’a ve imana sahip çıkmasıyla bilinen zatlar vardır. Bir büyük insanın Allah’a ne kadar yakın olduğunu bilemem ama huzurlarının vakar, ciddiyet ve mehâbet gamzettiği bazı kimseler tanımıştım. Benim çocukluk ve gençliğimde, çevrelerindeki kimselere Ehl-i Sünnet fikirlerini aşılayan, onları her türlü taşkınlıktan men eden, her şeyi irşad ve tebliğ önceliğiyle ele alan kimseler mevcuttu, ihtimal böyle kimseler şu anda da mevcuttur ve kendi çaplarına göre hizmet de ediyorlardır. Bunların Ümmet-i Muhammed’e (aleyhisselâm) büyük hayırları ve faydaları olmuştur/olmaktadır.
Ben, kendi yetiştiğim devrede merhum Alvar İmamı’nı gördüm. Çocukluğum onun tekke ve zaviyesine yakınlık içinde geçti. O zamanlar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde daha başka hizmet eden zâtlar da vardı. Bunlardan Sivaslı Yılancızâde’yi görmüştüm. Etrafında Sünnî bir halka vardı. İstanbul’da Hacı Sami Efendi Hazretleri vardı. Onun etrafında da Sünnî bir cemaat halkası mevcuttu. Kılı kırk yararcasına yaşayan Ehl-i Sünnet bir cemaat. Bunlardan biri de Mehmed Zâhid Efendi Hazretleriydi ve etrafında yer alan entelektüel bir cemaate dinî ruh ve şuur veriyordu ki, o da Gümüşhanevî Hazretlerinden bu yana devam edegelen bir hizmet zincirini devam ettiriyordu. Mahmud Efendi Hazretleri de ilim talebeleriyle meşgul oluyordu. Bu zatları tanıdım ve bunların huzurlarının Ehl-i Sünnet anlayışını aksettirdiğini söyleyebilirim. Fakat bilemediğim kimseler hakkında benden tavsiye almak istediğinizde sizin dalâletinize sebep olabilecek bir işarette bulunmaktan da Allah’a sığınırım. Ben, kimse hakkında da suizanda bulunmam. Bilmediğim bir konuda beni doyurabilecek, içimde derin bir kanaat hâsıl edebilecek materyale sahip bulunmadığım zaman müspet veya menfi bir şey söylememeyi tercih ederim.
Burada ifade etmeden geçemeyeceğim bir husus daha var ki, o da bir kısım harikulâde hâllere göz dikip bağlanmanın, öteden beri avam halkın şiarı olduğudur. Dünden bugüne şekerleme ile yol almak isteyen kimseler, kalblerinden geçen sırlara nigehbân olan birilerini hep büyük insan zannetmişlerdir. Kalbden geçen şeylerin başkası tarafından seslendirildiğine pek çok şahit vardır. Fakat Allah’a kul, Resûlullah’a ümmet olan bir insan ve İslâm’ı ikâme etme yolunda sahabî ruh ve şuurunu ihya istikametinde hareket eden bir topluluk bu türlü şeyler karşısında rükû etmeyecek, secdeye gitmeyecektir. O, yılandan çıyandan kaçar gibi bunlardan kaçacak, aklı ve mantığıyla beraber kalbini de ikna ederek Allah’la münasebetinde, o türlü şatahat ve pervasızca yapılan ve söylenen şeylerin insan için zararlı olabileceği endişesini taşıyacaktır. Böyle bir insan hiçbir zaman kul olduğunu unutmayacak, gelen harika nevinden şeylerle nazlanmayacaktır. O, Mevlâna gibi “Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.”[6] diyecektir.
Bizler, her zaman Allah’a kul ve Resûl-i Ekrem’e bende olma duygu ve düşüncesiyle oturup kalkmalıyız. Bunun dışında kulluk sınırlarını zorlayıcı, pervasızca ve çoğu şatahat ifade eden, Allah’a karşı suiedep kokan tehlikeli şeylerden de uzak durmalıyız. Ben, sahabî yolunda olan bir topluluğun bu türlü şatahata meyletmeyeceği kanaatini taşıyorum. Eğer Allah, onların eliyle de harikulâde şeyler yaratırsa, “Rabbim ne kusurum vardı ki, böyle elâleme rezil ve rüsvay olacak hâle geldim!” demeli ve kat’iyen bunu sahiplenmemelidirler. İşte kâmilde ve büyükte olması gerekli olan anlayış ve düşünce bu olmalıdır.
Kâmil insanlardan birine mütemâdi zulüm yapılıyor. Etrafındaki kimseler, “Keşke bu zulüm yapan insan hemen derbeder olsa!” diyorlar. Bu zat onlara şunu ifade ediyor: “Ya Rabbi! Bunlara şimdilik bir ceza verme. Çünkü bana yaptığı zulümden ötürü halk bunu benden bilir. Meseleyi çok büyük görür ve gösterirler.” İşte mü’minde olması gereken anlayış da budur.
Eğer bir mü’minin başına harikulâde türünden bir şeyler gelirse o, bunu kendi şahsına, kalbine ve ruhuna değil, intisap ettiği Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Kur’an’a bağlamalıdır. Vâkıa, bu sahabî ruh ve şuuruna ters bir istikamette yol almak isteyenlerin sayısı da pek çoktur. Bence onlar, mürşidlerin kendilerine İslâm ilim ve irfanı adına, Ehl-i Sünnet nokta-i nazarıyla kendi devirlerindeki içtimaî yapıyı bilme adına vereceği malumata bağlı olmalı ve onu öyle büyük görmelidirler. Sadakatlerini o istikamette göstermeli ve fakat ona sahabîlerin ve geçmiş büyüklerin üstünde mevki ve pâye vermek suretiyle o zavallı insana zulmetmemelidirler.
[1] Buhârî, mevâkîtü’s-salât 17, enbiyâ 50, fezâilü’l-Kur’an 17, tevhid 31, 47; Tirmizî, edeb 82; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/121, 124, 129.
[2] Hicr sûresi, 15/9.
[3] Müslim, îmân 234; Tirmizî, fiten 35.
[4] Bkz. Ebû Dâvûd, melâhim 1; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/324.
[5] el-Beyhakî, ez-Zühd 1/157; ed-Deylemî, el-Firdevs bi me’sûri’l-hitâb 3/408.
[6] Mevlâna, Mesnevî 5/227.
- tarihinde hazırlandı.