Hakiki Mürşidin Özellikleri
Soru: Hakiki manada bir mürşidde olması gereken özellikler nelerdir?
Cevap: Bir mürşid, kalb ve ruh hayatı yolculuğunda rehberlik isteyenlere karşı vazifesini yaparken müridin umumi durumunu mutlaka nazar-ı itibara alır. Gerçek bir mürşid, karşısına aldığı talebeye, onun ruh dünyasına, kafa yapısına ve fikir dünyasına göre bir şey vermesini bilen insandır. O, önüne gelen herkese bir yığın tesbih ısmarlayan değil, müridinin kalbine girebilen insandır. O, müridinin, kabiliyetlerini tesbih çekerek mi, riyazatla mı, halvete çekilmek suretiyle mi, yoksa duyduğu şeyleri başkalarına anlatmak suretiyle mi geliştirmesi gerektiğini bilen yüce bir kâmettir. İşte mürşid, müridinde bunu sezip onun kalbine girebilirse onda tasarrufta bulunabilir. Yoksa her gelene tesbih yükleme mevzuu safça bir mürşidliktir. Kendine verilen tesbihi alıp bir kenara çekilme de safça bir müridliktir.
Evet, gerçek mürşid ile mürid arasındaki münasebet böyle bir irfana bağlıdır. Mürşid, müridinin hâlet-i ruhiyesini bilmeli, onu yönlendirmeli ve yükselmesine vesile olmalıdır. Haddizatında mürşide müracaat eden bir mürid, –teşbihte hata olmasın– doktor karşısında bir hasta gibidir. Mürşid evvela onun hastalığını keşfetmelidir. Hastalığını keşfetmeden her gelene aynı ilaç verilmez. Her hastalığın çaresi farklıdır. Ziya Paşa şöyle der:
“Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî,
Her merhemi, her yâreye derman mı sanursun.”
Evvelâ illetin bilinmesi lâzımdır ki, sonra tedavi yollarına başvurulsun. Bir insanın illeti küfür ve inkâr ise ona beş yüz-bin tesbih yüklesen dahi faydası yoktur. Böyle bir kimseye yapılacak tedavi, onun şüphe ve tereddütlerini izale etmekle olur. Asr-ı Saadet’ten bir misal nakledeyim:
Ashab-ı Resulullah’tan Hz. Cüleybib, garîze-i beşeriyesinin tesirinde bir gençtir. Bir süre sonra etrafta bunun dedikodusu yapılmaya başlanır. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cüleybib’i yanına çağırır ve dizinin dibine oturtur. Allah Resûlü, buraya kadar olan muamelesiyle zaten onu büyülemiştir.. ve büyülenmiş bu insana sorar:
– Böyle bir şeyin annene yapılmasını ister miydin?
– Canım Sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü, istemezdim.
– Hiçbir insan da anasına böyle bir şey yapılmasını istemez! (Senin bir kızın olsaydı), ona böyle bir şey yapılmasını ister miydin?
– Canım Sana feda olsun ya Resûlallah, istemezdim.
– Hiçbir insan da, kızı için böyle bir şey yapılmasını istemez! Kız kardeşinle ister miydin bir başkası zina etsin?
– Hayır, ya Resûlallah, istemezdim!
– Halanla veya teyzenle böyle bir şey yapılmasını ister miydin?
– Hayır, hayır, istemezdim!
– İşte hiç kimse halasıyla, teyzesiyle ve kız kardeşiyle böyle bir şeyin yapılmasını istemez.
Evet, karşılıklı geçen bu konuşma ile Allah Resûlü, bu gencin aklını ikna eder ve onu fikren doyurur. Ardından da elini gencin göğsüne koyar ve şöyle dua eder:
“Allahım! Bunun günahını bağışla, kalbini temizle ve namusunu muhafaza buyur!”[1]
Cüleybib, bu duadan sonra iffet âbidesi hâline gelmiştir; gelmiştir ama daha önceki hayatı bilindiği için kimse ona kız vermemektedir. Allah Resûlü, aklını ikna ettiği bu sahabînin daha sonra derdine de derman olur. Bir kız babasına elçi göndererek kızını ister ve o kızla Cüleybib’i evlendirir.[2]
Daha sonraları vuku bulan bir muharebede Cüleybib şehit düşer. Muharebe sonunda Allah Resûlü etrafındakilere sorar: “Hiç eksiğiniz var mı?” Sahabe-i kiram, “Yok ya Resûlallah, hepimiz tamamız!” derler. Allah Resûlü: “Ama benim bir eksiğim var!” der ve Cüleybib’in başucuna gelir. Tam yedi kişiyle mücadele etmiş ve sonunda da şehit olmuştur. Başını dizine koyar ve şöyle buyurur: “Cüleybib benden, ben de Cüleybib’denim.” Ve Cüleybib bu pâyeye kavuşarak ötelere uçar.[3]
İşte hakiki mürşid, müridinin aklını, gönlünü böylesine ikna eden ve derdini ortadan kaldıran insandır. Vâkıa, “nazar” önemlidir. Velinin nazarı, müridin kalbinin yumuşayıp değişmesine vesile olur. Fakat öncelikle aklın ikna edilmesi lâzımdır. İnsan, sadece kalb ve histen ibaret bir varlık değildir. İnsanları irşad etme yolunda akıl ve mantık ihmal edilmemelidir. Kur’an-ı Kerim’in hemen hemen beşte biri insanın nazarını âfâkî ve enfüsî tefekküre davet etmekte ve kâinat kitabının sayfalarını nazarlara sunmaktadır.
Evet, önce akıl, kalb ve his ikna edilmelidir. Bizler sadece histen, kalbden veya akıldan meydana gelen varlıklar değiliz. Bütün bu latîfelerimiz Allah’a (celle celâluhu) teslim olursa o zaman –Rabbimiz’in inayetiyle- sarsılmayan bir mü’min oluruz.
Bizim, bir mürşidde arayacağımız özellikler şunlar olmalıdır: Bir mürşid herşeyden evvel kendi devrinin pozitif bilimlerini bilmeli ve bu bilgiyi kullanarak herkesin derdine derman olmaya çalışmalıdır. Böyle olursa maddî-mânevî onulmaz zannedilen yaralar iyileşir, ölü gönüller de –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– diriliverir. Aynı zamanda bir mürşid, diyalektik felsefenin ortaya attığı bütün tereddüt ve şüpheleri izale etmeye, ortadan kaldırmaya muktedir olmalıdır. Bunların yanında müridin durumuna göre ona evrâd teklifinde bulunması da onun sorumluklarından biridir. Müridin fıtratı hangi tesbih lafzına müsaitse mürşid o tesbih lafzını seviyesine göre müridine vermelidir.
Aslında bir mürşide bağlı olsun veya olmasın herkes tesbih çekip Allah’ı zikredebilir. Bazılarına göre, bir Evrâd-ı Kudsiye’yi, Evrâd-ı Şah-ı Nakşibend’i okumak için izin almak gerekir. Ben, bir zikrin okunması için birilerinden izin alınması gerektiğine dair ne Kur’an’da ne Sünnet’te, ne icmada ve ne de selef-i salihinin yolunda her hangi bir şey bilmiyorum. Bu bana mesnetsiz bir iddia gibi geliyor. Rabbime dua etmek, yalvarıp yakarmak, inleyip sızlamak için herhangi birinden izin almaya lüzum yoktur. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabın ve selef-i salihinin yolu da budur.
Ancak şu var ki, mü’minin evrâd ü ezkâr adına vazife olarak üzerine aldığı şeyi bazen yapıp bazen yapmaması uygun değildir. Üzerine aldığı vazifeyi her gün yapmalı ki, iki günü birbirine eşit olmasın. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buna çok dikkat buyururlardı. Âişe-i Sıddıka Validemiz, Allah Resûlü’nün gecede mutad buyurdukları ibadet ü taati yapamadıkları zaman gündüz eda ettiklerini haber vermektedir.[4] Beş vakit namazın sünnetlerine bile o kadar dikkat ederlerdi ki, sağlam hadis kitaplarında gördüğümüz şu vak’a dikkat çekicidir: Bir gün Efendimiz ikindiden sonra iki rekât namaz kılar. Bunun ne namazı olduğunu soranlara ise şöyle cevap verir: “Falan yerden gelmiş bir heyet vardı. Onlarla görüşürken öğlen namazının son iki rekâtını kılamamıştım, onu kıldım.”[5]
Haddizatında fıkıh kitaplarına göre, üzerinden bir namaz geçtikten sonra nafileleri kaza etmiyoruz. Fakat o hassas, ince ve Rabbiyle münasebetinde çok titiz olan büyük ruh, hangi noktadan o münasebetini başlatmışsa daima onu derinleştiriyor ve öyle ilerliyordu.
Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), başlattığı her şeyi devam ettiriyordu. Biz de mesela Cevşen’i her gün bir kere okuyabiliyorsak okuyalım. Okuyamayacaksak bölebiliriz. Birazını sabah, birazını ikindi, birazını da akşam okuyabiliriz. Ancak behemehâl günlük hayatımızda bir evrâd ü ezkâr olmalıdır ve bu evrâd ü ezkârı, okuyabileceğimiz şekilde bir plân ve program dâhilinde az dahi olsa her gün okuyarak devam ettirmeliyiz.
[1] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/256; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/162, 183.
[2] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/422.
[3] Müslim, fezâilü’s-sahâbe 131; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/420, 421, 425.
[4] Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 297, 298.
[5] Buhârî, mevâkît 33; Tirmizî salât 21.
- tarihinde hazırlandı.