Nevruz
Fethullah Gülen Hocaefendi 1998 yılında Zaman Gazetesi'ndeki "Nevruz Bir Bahar Bayramıdır" başlıklı yazısında "Nevruz, yeryüzünün bir bahar dirilişidir. Bir halk bayramı olarak halkla iç içe kutlanmalıdır. Bahara kan dökerek değil, sevinç ve neşe içinde girilmeli" diyordu. Nevruz'un bir bayram havası içinde kutlanması gerekirken bazı mihraklarca her sene 21 Mart günü tahrik ve şiddet eksenli gösteri ve yürüyüş hadiseleriyle taşınan pankartlar ve Türk Bayrağının yerlerde gezdirilmesiyle provokatif bir eyleme dönüşüyor. Bu sene de buna benzer tatsız hadiselerin yaşanmamasını diliyor, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin ifade ettiği görüşleri dikkatlerinize arz ediyoruz.
"Nevruz Bir Bahar Bayramıdır"[1]
Nevruz bayramı, Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu topraklarında yaşayan tüm toplumların geleneksel bahar bayramıdır. Ne var ki, Anadolu'da bu bayramı son zamanlarda bazı ayrılıkçı örgütler sadece bir "Kürt Bayramı" olarak değerlendirmektedirler.
Bazı ansiklopedi yazarları Nevruz'u, Hıdrellez, yani Hızır ve Tevrat'taki "Elyas" sözü ile anlatılan İlyas'ın buluşması ile alakalı bir gün olarak kabul etmektedirler. Şahsen ben, bunun yanlış bir tespit olduğu kanaatindeyim.
Bazı kimseler, Zerdüştlükle olan irtibatını da göz önüne alarak Nevruz'u dini bir gün olarak değerlendirmekte. Büyük bir ekseriyet ise, Cemşit Şah'ın tahta cülusu ile irtibatlandırmaktadırlar. Bundan başka İran tarihinde, göklerin ve yerin yaratılması, Nevruz'a rastlamış gibi gösterilmektedir. Yine İran'daki Şiiler, Hz. Ali'nin (ra) doğumundan vefatına kadar her şeyini Nevruz'la irtibatlandırarak onu, Hz. Ali'nin (r.a) hayatında çok önemli değişim ve dönüşüm noktaları olarak kabul etmektedirler. Bu yönüyle de Nevruz, onların nazarında dini bir gün gibi kutlanmaktadır.
Baharın Başlangıç Günü
Aynı zamanda Nevruz, güneşin eskilerin "Hamel Burcu" dedikleri, Koç Burcu'na girdiği ana rastlar ki, bu da bahar günlerinin başlaması demektir. Bizim dünyamızda ilk modern medreseleri açan Nizamül Mülk, bu meseleyi meşhur Nizamiye medreselerinde ele alarak astronomik olarak tespit ettirmiş ve bu günü "Baharın Başlangıç Günü" olarak resmileştirmiştir. Bu yanıyla da Nevruz, dini bir gün olmaktan daha çok, bir "takvim günü" demektir.
Fakat halk tarafından bir bahar bayramı halinde kutlanan Hıdrellez, Türk toplumunun her kesimi tarafından benimsenmemiş, sadece medeniyetten uzak yerlerde yaşayan yörükler ve özellikle de İran menşeli olan Türkmenler ve Türklere münhasır kalmış ve zamanla da unutulup gitmiştir.
Ancak unutulan bu gün, Safevi Devleti tarafından Şiilik prensipleriyle biraz daha geliştirilerek yeniden gündeme getirilmiş ve dini bir hüviyet kazandırılarak ona büyük bir önem atfedilmiştir. Bu dönemde Nevruz, ya Zerdüşt'ün dini öğretilerinden birisi olarak, ya da Cemşit Şah'ın cülusuyla "Nevruz-u Has", "Nevruz-u Âm" ünvanları altında yeniden ihya edilmiştir.
Osmanlılarda Nevruz
Çaldıran zaferinden sonra Safevilerle olan münasebetlerimiz neticesinde, Osmanlılar da Nevruz gününü benimsemişlerdir. Bu tarihten itibaren Nevruz, Osmanlılarda saray dâhil olmak üzere her yerde bir bahar bayramı şeklinde tes'id (kutlama) edilmeye başlanmıştır. Bu mevzuda edebiyatımıza baktığımızda Divan Edebiyatı içinde çok sayıda "Nevruziye" görürüz.
Ayrıca şimdilerde yılbaşında tebrik amacıyla gönderilen hediyeler gibi o zaman da Nevruz günlerinde "Nevruziye" adı altında hediyeler gönderilirdi.
Yine Nevruz münasebetiyle sultan, bazılarına payeler verir ve ona da "Nevruziye" denirdi ki, Nevruz, Asya milletleri kadar olmasa da, Osmanlılar tarafından da benimsenmiş ve tes'id edilegelmiştir.
Nevruz Bizde Dini Gün Değildir
Ne var ki, meseleye bir başka zaviyeden bakınca Nevruz, bizim açımızdan bir "dini gün" değildir. Meselenin dini yönü, Zerdüşt'ün zuhur ettiği dönemde ve çok eski tarihlerde yaşamış İran Şahı Cemşit'le irtibatlı olarak Müslüman olmamış İranlılarla alakalıdır ve ihtimal Şah İsmail de bunu İranî tesirlerle ortaya atmıştır.
Nevruz bayramı, Alevi'si, Sünni'si, Kürt'ü ve Türk'üyle bize ait toplumlarda dini nâslarla belirlenen ve din kaynaklı bir bayram değil, yukarıda da arz ettiğim gibi, daha çok Nizamülmülk'ün benimseyerek ortaya koymuş olduğu bir "Bahar bayramı"dır. Ve kaynaklarımızda da, o ilk dönemler itibariyle Güneydoğu'daki vatandaşların ve Kürtlerin bu bayrama katıldıklarına ve tes'id ettiklerine dair fazla bir şey bulunmamakta ve sadece Türklerin ve Türkmenlerin bir bayramı olarak kaydedilmektedir.
Kötü Emellere Alet Edilmesin
Nevruz Bayramının tarihi gelişimini ifade ettikten sonra Fethullah Gülen Hocaefendi, nevruzun Türkiye'de başka maksatlara alet edilmemesi için şu hususları dile getiriyor:
Meseleyi bu şekilde tespit ettikten sonra, tekrar başa dönecek olursak; eğer Nevruz, Zerdüşt dininden kaynaklanıyor veya Cemşit Şah'la benimsenip yaşanıyorsa dini ve İranî bir mesele demektir. Böyle bir meseleyi, bir kısım hülyaları gerçekleştirmek için vesile olarak kullanmaya çalışmak, Nevruz günü yürüyüş yapmak, değişik yerleri tahrip etmek, belli kesimlere yüklenmek çok çirkin bir hadisedir ve koskoca bir tarihi tahriftir. Değişik bir ifadeyle, bizim dinimizde olmasa bile dini olan bir hakikati, böyle davranmakla bir bakıma vahşet ve bedeviyet hesabına kullanmak demektir.
İkinci yanıyla Nevruz, şayet Nizamül Mülk'ün ortaya koyduğu bir yılbaşı, bir yeni gün ise, bence bu yeni yıla veya yeni güne, hala Afrika'da bir kısım yamyam, bedevi ve vahşiler gibi kan dökerek, kan düşünerek, kan konuşarak değil; medeni insanlar gibi, sevinç, neşe ve sürurla girilmeli ve kutlanmalıdır. Evet, Nevruz halkın bayramıdır. Eğer kutlanacaksa halkla iç içe kutlanmalıdır ki, şimdilerde devlet de bu meseleye sahip çıkma gibi bir tavır sergilemektedir.
Osmanlılar bu meseleyi Safeviler'den sonra bir hediye ve hediye teatisi günü olarak benimsemişler ve bunda da herhangi bir mahzur görmemişlerdir; görmemişlerdir zira militarizme kilitli bir idarenin, memleketin değişik yerlerinde yürüyüş yapılmasına, kan dökülmesine ve değişik entrikalar çevrilmesine müsaade etmesini düşünmek mümkün değildir. Bu açıdan tarihin şahadetiyle de denebilir ki, Osmanlıların Nevruz'u kabul ettikleri günden itibaren, değil bu türlü hadiseler, bu hadiselerin en küçüğü bile zuhur etmemiştir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Nevruzda insanlar, Hıdrellez'de olduğu gibi, sadece kırlara dökülmüş, ateş yakmış ve eğlenmişlerdir. Esasen ateş yakma da, İran kaynaklı olmasından dolayı ateşgedelerin (ateşe tapanlar) işidir, ama Türk toplumu, buna bir ibadet değil de eğlence mülahazasıyla yaklaşmış ve bu türlü basit şeyler üzerinde durmamıştır.
Bu açıdan günümüzde, bir yönüyle tarihi geleneklere de ters olan bir kısım yeni şeyler icat edilmeye çalışıldığını ve böylece tarihin tahrif edilmek istendiğini söyleyebiliriz. Onun için Alevi'si, Sünni'si, Kürt'ü ve Türk'üyle toplumumuzun her kesimi basiretli davranmalı, menşe itibariyle teröre tamamen kapalı bulunan bir bahar bayramını, bir Zerdüşt veya bir Cemşit Şah gününü kötüye kullanıp kan dökmeye, kan düşünmeye, kan konuşmaya alet etmek ve böylece tarihi tahrif etmek isteyenlere kesinlikle fırsat vermemelidir.
Eğitim, Kültür ve İnsan
Nevruz bahanesiyle PKK ve terör hadiselerinin bazı kesimler tarafından planlanan ve milletin başına musallat edilen bir gaile olduğunu vurgulayan Fethullah Gülen Hocaefendi, bu konudaki çarenin "İnsanın Eğitimi ve Kültür"[2] olduğunu yıllar önce söylemişti. Güneydoğu'da nevruz bahane edilerek çıkarılan hadiselere baktığımızda olayın başka mecralara çekilmek istendiğini hemen görürüz. 1993 yılında çıkan yazısında Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle diyordu:
Şimdiye kadar hususiyle Cumhuriyet döneminde, Güneydoğu mevzuu mazimize yaraşır şekilde bir devlet politikası olarak ele alınmamıştır ve derken mesele kangren olmuştur. Çoklarının dediği gibi, şiddete şiddetle mukabele etme havasına girilmiştir. Bu yaklaşım fevkalade çirkindir ve doğudaki vatandaşlarımız arasında tedirginlik meydana getirmektedir. Polenlerin vücuda dokunduğunda kaşıntı yaptığı gibi, "Kürt" sözcüğü bile alerji meydana getirmektedir. Bence üslup değişmeli, bugüne kadarki politikalar gözden geçirilmeli, halkın dini hissiyatının gözetilmesinde samimi olunmalı ve bu iş aktörlerden ziyade, yürekten dine saygılı olan insanlara yaptırılmalıdır. Askeri ve sivil yetkililerin onlara kötü davranmaması sağlanmalı, ulemayla ve ileri gelenlerle diyaloğa önem verilmelidir. Evet, yönetim genel yapısı itibariyle halkın itibar ettiği insanlara saygılı olunmalı. Aksine böyle yapılmadığında, orada bir masum kesimi, ecnebi terör örgütü ASALA ile müşterek hareket eden eşkıyanın yanına itmiş oluyoruz. Evet, eğer ülkenin bölünmesini istemiyorsak, daha farklı şeyler yapmalıyız.
Devlet, Vakıflara Destek Vermeli
Eğer imkânları yoksa devlet oradaki vakıflara destek olmalı ve bir kısım hizmetleri onlara gördürmelidir. Hatta Türkiye'de en güçlü vakıf olan Diyanet Vakfı gidip buralarda okullar açmalıdır. Zannediyorum şekavet bastırılmazsa bile, inşallah 5-10 sene sonra üniversite bitirmiş bunca insan toplumun içine yayılınca, Allah'ın inayeti ve keremiyle bu büyük problem giderilmiş olacaktır. Uzun vadede barajlar güzel işlerdir, -alkışlarız- ancak şer güçlerin iştihalarını kabartıyor. Yollar güzel bir hizmet; yapılabildiğince yapılmalı; ne var ki, onlar ne yoldan, ne o barajdan memnun. Şimdilik terörist, baraja dokunmuyor, yolu bozmuyorsa, nasıl olsa bunlar bir gün bizim olacak mülahazasıyla böyle davranıyor. Yoksa oralar mahrumiyet bölgesi olduğu için bu şekavetler yapılmıyor. Bir dönemde oradaki şekavet düşüncesi, komünizm düşüncesine dayanmış, onun güç ve kuvvetini kullanmış, onunla yürümüş ve onun güç kaynaklarını kullanmıştı.
Bediüzzaman'ın Teklifi
Bu hususta en esaslı reçeteyi Hz. Bediüzzaman ortaya atmıştır. O, güneydoğu ile alakalı merhum Sultan II. Abdülhamid'e meşrutiyetten evvel, Van'da bir üniversite yapılmasını teklif etmiş. Meşrutiyetten sonra Cennetmekân Sultan Reşad'a teklifi yenilemiş. Yıldızları çok barışık olmadığından, Vahidüddin ile temasına dair bir şey bilmiyorum. Cumhuriyet döneminde de Mustafa Kemal'e aynı şeyleri teklif etmiş ve Meclis 163 bin altın tahsis edilmesine karar vermiş ki o, bunu bir yerde, espriyle karışık anlatırken, Cumhuriyet'in kendisine üniversite yaptırtsın diye 163 bin altın vereceğini; ama 163 bin altın yerine, 163. madde ile elini kolunu bağladıklarını ifade eder. Evet, ta o zaman Üstad, Doğu'yu çok önemli bir merkez sayıyor ve diyor ki "Van'da bir Medresetü'z Zehra olmalı ve doğu ilme, irfana uyarılmalıdır." O, ilk eserlerinde, kurulacak bu üniversitenin işleyiş şeklini, konumunu, üniversitede okutulacak dersleri ve aynı zamanda eskiden olduğu gibi, vakıflarla gelirlerini bile planlar. Fakat her ne hikmetse ne merhum Abdülhamid'den bir ses gelir, ne de Cennetmekân Sultan Reşad'dan, ne de Cumhuriyet idarecilerinden...
O'nun teklif ettiği fünûn-u müsbete din eksenlidir. "Aklın ziyası Fünûn-u medeniyedir, kalbin ziyası ulûm-u diniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder ve talebenin himmeti de pervaz eder" der. Ancak biz, 1950'li yıllarda bu düşünceyi kısmen gerçekleştirebilmiş ve İmam Hatip düşüncesini ortaya atabilmişizdir. Kaldı ki o da eksiktir. Ne ulûm-u diniye adına, ne de fünûn-u medeniye adına çok fazla bir şey yapılamamıştır. Bu, İmam-Hatiplerle bir şey yapılamadı demek değildir. Aksine İmam-Hatiplerle çok şey yapıldı; ancak Bediüzzaman'ın düşüncesi çok daha derin ve şümullüydü. Bediüzzaman, oradaki bu problemin insanla ve kültürle, hem de daha doğarken halledileceğine inanıyordu. Günümüzde de çözüm bu olsa gerek. O, ismini koyarken bile "Medresetü'z Zehra" diyor ve ismini bile dişi bir kelimeyle ele aldığı doğurgan bir mektebin peşine düşüyordu. Bu teklif, hüsnü kabul görmemiş, tabii aradan çok zaman geçmiş, yaralar kemikleşmiş ve o dertler artmış ama yine de bana göre uzun vadede bu hastalık ve bu derdin çaresi insan ve kültürdür.
Evet, orada ancak profesyonel timlerle şekavet sindirilebilir. Orada mücadeleyi ve karşı koymayı teknik hale getirme çok önemlidir. Muharebe ve mücadele tekniği bilmeyen askerlerin buraya gönderilmesi, muharebeyi muharebe içinde öğrenememiş elemanların profesyonel eşkıya ile karşılaştırılması, yani uçak kullanmasını çok iyi bilmeyen, araba kullanmasını tam bilemeyen veya bu işlerle tatbikat ölçüsünde tanışan insanlarla eşkıyayı bertaraf etmeğe çalışmak, bir avuç densiz şakîyi güçlü göstereceği gibi, asker hesabına da pek çok çocuğun yetim kalmasına sebep olacak ve pek çok anayı hicranla ağlatacaktır. Okuduğum bir kitapta Çanakkale İngiliz çıkartmasında, bir üsteğmenin sözleri, aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen beni hala hıçkıra hıçkıra ağlatır: Elinde telefon, başındaki alay komutanına yalvarır: "Efendim ne araziyi biliyorum, ne girilecek yeri, ne de çıkılacak yeri. Düşman dört bir yandan sardı. Etrafımda 15-20 kişi kaldı. Lütfen bana bir yol gösterin". Buna benzer ürperten tabloların tekerrür etmemesini arzu ederim.
[1] Zaman, 21 Mart 1998
[2] Zaman; 05.11.1993. PKK Terörü ve Güneydoğu hadiseleri üzerine Fethullah Gülen'in görüşleri.
- tarihinde hazırlandı.