Merhum Ramiz Gülen

Merhum Ramiz Gülen

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin babası Ramiz Gülen, 20 Eylül 1974 tarihinde, Ramazan'ın üçüncü günü ve bir Cuma gecesi fâni hayata gözlerini yumdu.

1974 yılında Ramiz Gülen Hocaefendi vefat ettiğinde, ilk oğlu Fethullah Gülen Hocaefendi de o sırada Balıkesir'in Edremit ilçesinde vaiz olarak bulunuyordu. Aslında Edremit'ten Manisa'ya tayini çıkmış fakat henüz gidip görevi tebellüğ etmemişti. Erzurum'dan gelen bir haber üzerine birkaç arkadaşıyla Erzurum'a gitti. Gerisini Hocaefendi'nin kendisinden aktaralım.

O sene benim için bir hüzün senesi oldu. Babamın vefatından bir ay kadar önce Edremit'te hâkim Necmeddin Güvenli[1] isminde çok sevdiğim bir dostum vefat etmişti. Onun vefatından önce ben bir rüya görmüştüm. Rüyamda semânın derinliklerine doğru iki uçak batıp yeniden doğuyordu. Bu hadise birkaç defa tekrarlandı. Ve babamla Hakim Bey bir ay arayla vefat ettiler. İnşallah ikisi de aynı yere, cennete gitmişlerdir.

Tayinim Manisa'ya çıkmıştı. Fakat babamın hastalığını duyunca emri tebellüğ etmeden Erzurum'a gittim. Yanımda İlhan Bey, Dr. Kayid ve Muvaffak Bey de vardı. Babam ayakta idi. Yatağa düşmemişti. Fakat muayene eden doktor bana açık açık babamın hastalığını söylemişti. Kanserdi. Doktor kanaat olarak: "Ameliyat ettirseniz de ettirmeseniz de bir şey fark etmez, en fazla üç aylık ömrü var" demişti. Ben de bir iki ağrı kesici aldırıp babama vermiştim.

Fazla kalmadan İzmir'e döndük. Birkaç gün sonra kardeşim Mesih'ten telefon geldi: "Babam iyice ağırlaştı" diyordu. Zaten dönerken bana bir uçak bileti de almıştı. Hemen Erzurum'a gittim. Bu gidişimde yalnızdım.

Babam rahatsızlığının ne olduğunu bilmiyordu. Erzurum'da romatizma veya siyatik türü hastalıklara halk arasında "rüzgâr girmesi" derler. Babam da hastalığını böyle zannediyordu. Hatta rüzgâr girmesi ile alakalı gençliğinde başından geçen bir hadiseyi anlatıp gülüyordu.

Bir gün tarlada az dinleneyim diye yatmış. Kalkmış ki sırtında bir ağırlık var. Durumu annesine söylemiş. Onlar da "rüzgar girmesi"dir deyip babamı sıcak tandırın yanına sırtüstü yatırmışlar. Yatınca sırtında bir hareket başlamış. Babam bunu söyleyince de etrafındakiler "rüzgâr çıkıyor" demişler. Hareket durmuş, babam da kalkmış, Üzerindeki çamaşırı çıkarınca önüne kocaman bir kertenkele ölüsü düşüvermiş. Meğer onların "rüzgar girmesi" dedikleri tarlada babamın sırtına giren bu kertenkele imiş. Babam bunu anlatır gülerdi. Fakat, ara sıra "Bendeki bu ağrı dayanılacak gibi değil, pek rüzgar çarpmasına benzemiyor" derdi.

Son günlerinde yatağından kalkamaz hale gelmişti. Buna rağmen iradesi sağlamdı. Istırabını dışa vurmazdı. Her zamanki gibi nükte dolu sohbetler yapıyordu.

Bir gün bütün aile efradı yukarı katta oturuyorduk. İstirahat etsin diye babamı yalnız bırakmıştık. Meğer idrarı çok sıkıştırmış. Elindeki bastonla kapıya vurmuş ama sesini bize duyuramamış. Biraz sonra da ben yanına indim. Bana bu durumu anlattı ve sözlerine şöyle devam etti:

Sesimi duyuramayınca doğrulup yatağıma oturdum. O esnada üzerime bir ağırlık çöktü. Uyku ile uyanıklık arasında baktım ki bu odada yedi tane kabir açılmış. Yedincisinde benim cenazem duruyor. Sonra kendime geldim. Ölmediğimi görünce çok üzüldüm.

Binlerce göz seni bekliyor

Fethullah Gülen Hocaefendi hasta yatağındaki babasının yanındaydı. Oradan ayrılmak istemiyordu fakat tayini Manisa'ya[2] çıktığından tayin emrini yerine getirdiğine dair vazife başında görünmesi gerekiyordu. Bir an evvel gidip vazifeyi tebellüğ etmesi lazımdı. Hasta yatağındaki babasının elini öperek izin istedi. Ramiz Hocaefendi oğlunun hemen gitmesini istemedi. Fakat az durakladıktan sonra "git, burada bir çift göz, orada binlerce göz seni bekliyor" [3] dedi. Hocaefendi şöyle devam ediyor.

Emri tebellüğ etme vaktim gelmişti. Bu durumu babama arz ederek elini öptüm ve "Müsaade edersen gidip vazifeye başlayayım" dedim. Bana; "Gitme. Önümüzdeki perşembeden sonra gidersin" dedi. Sonra daldı. Durdu, durdu ve "git, burada bir çift göz orada ise binlerce göz bekliyor." dedi.

Ben İzmir'e döndüm. Bir hafta sonra babamın vefat haberi geldi. İzmir'den otobüs ile o gece yola çıktık. Yanımda Yusuf Pekmezci ve Köse Mahmut vardı. Mustafa Birlik de bizi garaja kadar uğurlamaya gelmişti. Vasıta yönüyle sıkıntı çekmedim. Ankara'dan uçağa bindim ve öğle vakti Erzurum'a yetiştik.

Son anlarında babamın yanında bulunamayışıma üzülürüm. Hele onun kerametvâri, "bir hafta sonra gidersin" demesini hemen kabul etmeyişim, içimde hep kanayan bir yara olarak kalmıştır. Öyle baba zor bulunur.

Onun bana tesir eden yönlerinden biri de asla bizlerle perdeyi yırtmaması; ister sevgisinde isterse öfkesinde hep bu perdeyi korumuş olmasıdır. Mesela beni çok severdi. Fakat bu sevgisini başkasının yanında izhar etmezdi. Eğer oturduğumuz odada bir başkası yoksa ben oturacağım zaman altıma minder atar, eğer bir başkası varsa bunu göstermeden yapardı.

Bizimle hiç yüz-göz olmamıştı. Ciddiydi. Annemin yanında çocuklarından hiçbirini öpmezdi. Şefkatini değişik vesilelerle hissettirirdi. Beni bir defa başımdan öptüğünü hatırlıyorum. Erzurum'dan İzmir'e gidecektim. Uğurlamak için o da geliyordu. Tenha sokaklardan birinden geçerken hafifçe bana doğru eğildi ve başımdan öptü.

Halbuki içindeki sevgi feveran derecesindeydi. Ben Edirne'ye gittiğimde günlerce uyuyamadığını daha sonra validemden dinlemiştim.

Evlat hasreti

Ramiz Gülen Hocaefendi, sağlığında bütün evlatlarını ihmal etmemiş nereye gitmişlerse arkalarından ya mektup yazmış yada gidip ziyaret etmiştir. Fethullah Gülen Hocaefendi, babasının bu hassasiyetini şöyle anlatıyor:

Edirne'de bulunduğum dönemde bana bir mektup yazmıştı. Mektubunda hasretini dile getirirken "Sizler benim için Yakub'un evlatları gibi oldunuz" diyordu. O'nun bu hikmet dolu ifadesini ben o gün anlayamadım. Yakub'un evlatları deyince aklıma, Hazreti Yusuf'u kuyuya atan, sonra da köle diye satan Yusuf'un kardeşleri geldi. Babama yazdığım cevapta "Biz sana ne yaptık ki, bizi Yakub'un evlatlarına benzetiyorsun" mealinde şeyler söyledim. Yazdığım bu cevap ne zaman aklıma gelse içim burkulur, üzülürüm. Fakat babam bir edep abidesiydi ki, benim cevabıma daha sonraları bile küçük bir telmihte bulunmamıştı.

Edirne'den İzmir'e tayin olduğum dönemde babam önce Edirne'ye gitmiş oradan da benim yanıma gelmişti. Edirne'ye gidişi sırf Hüseyin Top Efendi'yi ziyaret içindi. Hüseyin Efendi Edirne'de bana sahip çıkmıştı. Babam da bir mürüvvet borcu diye onu ziyarete gitmişti. Dönüşte Haydarpaşa'da trene bineceği sırada kaymış ve rayın üzerine düşmüş. Tren olduğu gibi üzerinden geçmiş. Fakat Cenab-ı Hakk'ın lütfu, babama hiçbir şey olmamış. Sadece şalvarının tekerleklerin altında kalan kısmı parçalanmış. Hadiseyi bana anlattığında çok üzüldüm. Üzüntümü nasıl ifade ettiğimi tam hatırlamıyorum. Sadece "Baba senin orada ne işin var. Bak neredeyse bütün bir aileyi hicrana boğacaktın." dediğimi hatırlıyorum. Fakat hislerimi ifade şeklim uygunsuzdu ki babam bana: "Siz nasıl bir baba istiyorsunuz ki?" dedi. Bu da bende hep bir hicran ve burkuntu olarak kaldı. Keşke babama o kadar dahi konuşmasaydım. Veya en azından hislerimi yanlış yorumlayacağı bir üslupla ifade etmeseydim, dedim durdum. Zaten bu ifadenin tokadını da hemen yedim. Babama çay ikram edeyim diye elektrik ocağına su koydum. Babam o sırada eşyalarını almak için rahmetli Mehmet Metin'in oteline gitmiş. Ben odada babamı göremeyince, biraz evvelki ifadeden darıldı ve gitti zannettim. Hemen sağa sola koşuşup onu aramaya başladım. Tabii bu arada elektrik ocağını unuttum. Dönüp odaya girdiğimde bir de ne göreyim, ocağın altı o kadar kızarmış ki yerde serili olan kilim yanmaya başlamış. Bunu da ilâhî bir ikaz kabul ettim.

Mehmet Kırkıncı Hoca babam için "O, şâh-ı âbâ yeni babaların şahıdır", derdi. Hakikaten babam O'nun dediği gibi bir insandı. Nur içinde yatsın... Amin.

Hapishanede ziyaret

Fethullah Gülen Hocaefendi 12 Mart 1971 muhtırasından sonra başlayan seri tutuklamalar çerçevesinde 2 Mayıs 1971 günü evinden alınarak Tepecik Karakolu'na götürüldü. Bir daha da geri dönemedi. Mahkeme kendisiyle birlikte 54 kişinin daha tutuklanmasına karar verdi ve ardından mahkeme süreci başladı. Fethullah Gülen Hocaefendi 2 Mayıs 1971'den 9 Kasım 1971'de tahliye olana kadar toplam 193 gün (altı buçuk ay) mevkuf kaldı. İzmir'de, oğlunun tevkif edildiği haberini alan babası Ramiz Hocaefendi Erzurum'dan kalkarak Gülen'i ziyarete geldi. Hocaefendi bu ziyaretin çok hüzünlü geçtiğini şöyle anlatıyor:

Bademli'de kaldığımız dönemde rahmetli babam ziyaretime gelmişti. Bir ay kadar İzmir'de kaldı. Bu zaman zarfında üç-dört kere mahkemeye çıkmıştık. Tahliye olmayınca, o üzüntülü ve mahzun bir halde Erzurum'a geri döndü.

İlk ziyarete gelişi bana hicran oldu, hasret oldu. Çok ağladım. Tel örgünün bir tarafında ben, diğer tarafında babam, elini bile öpemedim. Sordum:

- Baba nasılsınız, anam nasıl?

– "Anan köye gitti" dedi.

- Ne var, ne oldu? diye sordum.

- Enver çok hasta, cevabını verdi. Öyle derken iki büklüm oldu. Öyle bir off dedi ki, amcamın öldüğünü anladım. Babam ağladı, ben ağladım.

Enver amcamı çok severdim. Babamdan sekiz yaş kadar küçüktü. Vefat ettiğinde altmışında yoktu. Çok yaşlı sayılmazdı. Kanserden ölmüştü.

Daha sonra köye dönünce öğrendim. Annem şöyle demişti:

Senin tevkif edildiğini duyunca etekleri ateş almış gibi eve geldi. 'Hacıyı tevkif etmişler' dedi. Sonra dertli dertli dönüp gitti. Gidiş o gidiş. Yatağa düştü, hasta oldu.

Koğuşa döndüğümde hâlâ ağlıyordum. Arkadaşlar hep gelip teselli ettiler. Babamın o günkü hali hiç gözümün önünden gitmez, o hali hiç unutamam.

Aynı koğuşta tutuklu bulunan Hocaefendi'nin arkadaşlarından İzzettin Özen hoca bu ziyaretin şahitlerinden biridir. Baba oğul arasındaki münasebeti görmek bakımından ibret verici bu hadiseyi onun hatıralarından aktaralım.

"1971 yılında hapisteyken bir gün Ramiz Hocaefendi bizleri ziyarete geldi. Hocaefendi'ye babasının geldiği söylenince, hemen yatağından indi, yıldırım gibi üstünü değiştirdi, tıraşını oldu, güzel kokular süründü ve ziyaret mahalline gitti. Biz de merak içinde olacakları seyre koyulduk. Acaba, baba-oğul birbirlerine nasıl davranacaklardı?

Baktım, babası, Hocaefendi'nin geldiğini görünce, hemen ceketini düğmeledi, kendisine çeki düzen verdi. İkisi de birbirine o kadar hürmetkâr davranıyorlardı ki, karşıdan gören onlara baba-oğul demezdi. Babası hitap ederken hep "Hocaefendi" diye hitap ediyordu."

Babaya saygının ölçüsü

Fethullah Gülen Hocaefendi 1956 yılında talebeliği esnasında Kemhan Camii medresesinde bulunmaktadır. Medresenin yanında buldukları küçük bir odada beş-altı arkadaşla kalmaktadır. Oda dar olduğundan sığamazlar. Orada yaşadığı ilginç bir hatırasını şöyle aktarıyor:

Sadi Efendi'nin yanından ayrılınca Kemhan Camii'nin yanındaki medreseye gittim. Zaten eşya olarak sadece bir sandığım vardı. Bu medreseden isimleri aklımda kalan bir Halis'le Muhyiddin vardı. Halis bize çok iyiliği dokunan Alvar ağalarından birinin oğluydu. Beş-altı arkadaş medresenin yanındaki bir odacıkta kalıyorduk. Eğer birinin misafiri gelirse, yatacak yerimiz kalmazdı. Çok dar bir yerdi.

Yatmak istediğimde baktım ayağımı arkadaşlardan birine doğru uzatmam gerekiyor; saygısızlık olur düşüncesiyle ona doğru ayağımı uzatmadım. Diğer tarafta kitaplarımız duruyordu. Kitaplara doğru da ayaklarımı uzatmam mümkün değildi. Beri taraf kıbleye denk geliyordu. Ayağımı uzatabileceğim tek yön vardı; orası da Korucuk istikametini gösteriyordu. Ve ben babam Korucuk'ta olabilir ve ona karşı saygısızlık etmiş olurum düşüncesiyle o tarafa da ayağımı uzatamadım. Birkaç gece böylece hiç uyumadan oturdum.

Burada unutmadan şunu da ilave edeyim ki, ben hayatımda bir defaya mahsus dahi babama doğru yani onun doğduğu ve şu anda medfun bulunduğu Korucuk'a doğru ayağımı uzatıp yatmadım. Benim ebeveyne karşı saygı anlayışım budur.

Ramiz Hoca dikkatli yaşardı

Fethullah Gülen Hocaefendi çocukluğunda okumaya çok meraklıydı. Okuma ve araştırmaya karşı babasından gördüğü alaka onu her türlü kitabı okumaya sevk eder. Çocukluğunda babasında gördüğü bazı meziyetleri şöyle anlatıyor:

"Babam dikkatli yaşardı. Namazlarına çok dikkat ederdi. Onun da gözü yaşlıydı. Vaktini hiç zayi etmezdi. Tarladan eve geldiğinde, ayağının çarığıyla, yemek hazırlanıncaya kadar, hemen bir kitap açar ve okurdu. Onda kitap okuma bir zevkti. Yolda gidip gelirken de ağzı boş durmaz, ya Kur'an okur ya da yeni ezberlediği Arapça veya Farsça bir beyti tekrar ederdi.

Ben Kaside-i Bürde'yi önüme alarak ezberlediğimi bilmem. O'nu babamın okuyuşlarından kaparak ezberlemişimdir. Diğer Farsça beyitleri de hep babamın vaazlarda okuduklarından ezberledim. Babam, her dakikasını mutlaka hayırlı ve bereketli bir işle dolduran ve düşünceye ehemmiyet veren bir insandı. Boş yaşamaya kapalıydı.

Nükteleri vardı; fakat bu nükteler onun kıvrak zekasından kaynaklanan nüktelerdi. O hep ciddiyet âleminde dolaşır dururdu.

Babamı en iyi idrak ettiğim dönemlerde o otuz beş yaşlarındaydı. 1905 doğumlu olmasına rağmen savaşlar, muhaceretler yüzünden Kur'an-ı Kerim'i geç öğrenmiş. Babamın kıvrak bir zekası vardı. Hafızası da çok kuvvetliydi. Otuz beş yaşından sonra kendini bir ilim adamı gibi yetiştirebilmesi bunu gösteriyor.

Gayretliydi. Okuma-yazmayı kendi şahsi gayretleriyle öğrenmişti. Askerde de başkalarına okuma yazma öğretmek üzere çavuş yapılmış. O dönemler, hususiyle bazı yerlerde Türk toplumunun askıya alındığı, boşluğa salındığı dönemlerdir. O dönemde hemen hemen mükemmel yetişen hiç kimse yok gibidir. Ancak babamın bir yönü vardı ki, şayan-ı takdirdi. O da ulema ve meşâyıhı çok sevmesiydi. İsterdi ki, her gün ev dolsun, evde mutlaka bir misafir bulunsun. Zaten evde, hemen her gün misafir eksik olmazdı.

Babam çok dikkatli idi. Bizim olmayan tarlalardan geçerken hayvanların ağzını bağlardı. Çarıklarını çıkarır silkelerdi. Birisi bizde çalışmıştı. Ceketini unutup gitmiş. Ceket de çok eskiymiş. Ölüm döşeğinde iken, kendine geldikçe "aman o ceketi verin" diyormuş.

Terbiyeli bir insandı

Babam çok terbiyeli bir insandı. Hatta bir gün Mehmed Kırkıncı Hoca'nın bana şöyle dediğini hatırlıyorum. Babamı kastederek şöyle demişti: "Hayret ediyorum bu adama! Bir köyde yetişmesine rağmen Enderun terbiyesi almış bir asilzade gibi terbiyeli insan. Nerede nasıl ve ne ölçüde konuşulur; bunu bilmek hakikaten apayrı bir ahlak ve terbiye ister."

Hafızlık yaptığım sıralarda, beni teşvik için oturur benimle beraber o günkü dersi ezberlerdi. Ben onun bu davranışından ayrı bir enerji alır ve ezberimi ondan evvel yapmaya çalışırdım.

Sohbetlerini mutlaka, ya birinden duyduğu ya da kendi bulduğu bir nükteyle süslerdi. Bu da onun ince bir zekaya sahip olduğunu ispat ediyordu.

Çok istidatlı bir insandı

Babam, hiç olmazsa Erzurum merkezde neş'et etseydi daha farklı bir ufku olurdu, diye hep düşünmüşümdür. Ciddi bir okuma imkanı olsaydı, büyük ve derin bir tahlil insanı olurdu. Müspet tenkit ruhu olan kritiğe açık bir insandı.

Sünni idi. Sünnilik yanı çok kuvvetliydi. Bütün imamlara sonsuz saygı duyardı. Sahabi Efendilerimize cinnet derecesinde bir merbutiyeti vardı. Onun sahabiden bahseden kitapları hep aşınmış ve yer yer yırtılmıştır. Kim bilir her birini kaç defa okumuştur. Diyebilirim ki, sahabi sevgisini bana ve kardeşlerime babam aşıladı. Biz, küçüklüğümüzden beri, onları kendi aile fertlerimizden birer parça gibi kabullendik ve öyle de sevdik. Babam sahabiden bahsederken, gözleri hep bir meçhule doğru kayar ve anlattığı sahabinin hayaline dalar giderdi.

O, çok şey olmaya müsait bir tohum gibiydi. Fakat kuvve-i imbatiyesi sağlam bir zemin bulamamış; o da bulunduğu yerde yeşermeye boy atıp meyve vermeye çalışmıştı. Babam, çocuklarının bir zanaat sahibi olmalarını isterdi. İstediği gibi oldu. Kardeşlerim matbaa işine girdiler ve bugün de devam ediyorlar. Hiç biri zengin olmadı. Kendi hallerinde hayatlarını sürdürüyorlar.

İlme aşık biriydi

Ben dört veya beş yaşlarındaydım. Evimize, herkesin hürmet ettiği, iyi molladır dediği Halil Hoca namında bir zat gelmişti. Babam onun dizinin dibinden hiç ayrılmazdı. İhtimal babam Kur'an okumayı ondan öğrenmişti. Kıraatı daha sonra Süleyman Efendi adında bir zattan öğrendiğini hatırlıyorum.

Halil Hoca, Korucuk'tan ayrılıp Maslahat köyüne gidince babam da yanında gitti. Biz iki sene kış aylarında babasız yetim gibi kaldık. Babam bu iki sene zarfında Arapça ve Farsça okudu ve ilmini ilerlettzi. İlme karşı çok şiddetli merakı vardı. Babamın bu durumunun benim üzerimde de tesiri büyük oldu. Onun o yaşta ilim adına katlandıkları âdeta beni de olgunlaştırdı. Ben çocukluk ve gençlik dönemlerimde, hiçbir zaman kendi emsalim ve yaşıtlarımla oturup çocukluk ve gençlik yapmadım. Daima büyüklerle beraber oturma ve onların anlattıklarını dinleme bende bir ahlak haline geldi. Bunda da şüphesiz babamın çok büyük tesiri oldu. O sohbetlerde göz ve kulak doldurucu şeyler anlatılırdı. Bilhassa Alvar İmamı'nın sohbetlerine doyum olmazdı. Belki anlatılanları bütünüyle anlayamazdım, fakat hepsinin hafızamda kaldığını söyleyebilirim. Çünkü sonradan gelir dinlediklerimi satır satır, anneme, büyükanneme ve amcalarımın hanımlarına anlatırdım. Bu bana apayrı bir zevk verirdi.

Risale-i Nurları kabullendi

Makam ve mevki itibariyle belirli yerlere gelmiş, ilim yönünden de oldukça seviyeli insanların çizgi değiştirmeleri oldukça zordur. Mesela ben, babamın Nur hakikatlerine teslim olmasını her zaman takdirle yad etmişimdir. Zira babam, benim hem hafızlık, hem Arapça hocam olduğu gibi, aynı zamanda evliya ve asfiya ile tanışmamı da sağlayan kişidir. Gerçi ben de ona karşı büyük bir saygı göstermiş; mesela hayatım boyunca hiç onun gölgesine ayağımı basmamış ve -cami kürsüsünde konuştuklarım hariç- onun yanında sarf ettiğim sözler yüz cümleyi geçmemiştir. Ama iman ve Kur'an hakikatleri mevzuunda ben yarım adım önde tanıma şerefine ermiştim. O, yarım adımı aştığı gibi beş adım da öne geçti. Ben, Nurların aydınlık dünyasıyla tanışınca, babama okuması için İktisat Risalesini vermiştim. Çok kuvvetli bir hafızası vardı. Birkaç gün sonra görüştüğümüzde İktisat Risalesini adeta ezbere okuyor ve ''Eyvah! Biz şimdiye kadar şu yol, bu yol derken boşuna gezmişiz, meğer yol bu imiş'' diyerek büyüklüğünü ortaya koyup hem çocuğu hem de talebesi konumunda olan biri vasıtasıyla tanıdığı Nurlara talebeliği kabul ediyordu. Bu kabullenme oldukça zor bir hadiseydi. İşte bunun için ben babamı hep takdirle yad ederim."[4]

Hocaefendi, Babasını Mezarı Başında Ziyaret Etti

Fethullah Gülen Hocaefendi 20 Ekim 1988'de babasının Erzurum Korucuk köyünde bulunan mezarını ziyaret etti. Kabrin başında uzunca dua okuyan Hocaefendi, ziyaretten sonra köylülerle sohbet ederek eski günleri yad etti.

[1] Fethullah Gülen Hocaefendi Edremit'te 16 Ağustos 1974'te son Cuma vaazında cemaatle vedalaştı. Tayini Manisa'ya çıkmış, oraya gidecekti. Hakim Necmettin Güvenli de ayağa kalkarak cemaatle helalleşti. Onun da Bandırma'ya tayini çıkmıştı. O cuma akşamı Avcılar kampında Hocaefendi ile beraberdiler. Fakat gece geç vakitlerde rahatsızlandı. Sabaha karşı doktora götürülmeye çalışılsa da yolda vefat etti.
[2] Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Manisa'ya tayini resmi olarak 29 Haziran 1974'te yapıldı.
[3] Hocaefendi bu hadiseyi 3 Eylül 2007 tarihli "Hizmet Mazeret Değil" adlı Bamteli sohbetinde de anlatıyor..
[4] Prizma IV, 1. Baskı, Ekim 2003 sayfa 217

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.