İstanbul'un fethi üzerine

İstanbul'un fethi üzerine

Fetihler önce gönüllerden başladı

Cihanın en büyük fatihleri, fethin ilk durağı gönüllerden başlamışlardı her işe. Evet onlar, önce gönülleri kazanmış; sonra da bu rıhtımlardan açılarak dünyanın dört bir yanına yürümüşlerdi. Eğer daha önceden Anadolu insanının gönlüne girilmeseydi, Malazgirt gerçekleşemezdi. İstanbul surlarını kuşatan leventlerin samimiyetle çarpan sinelerinin vaat ettikleri hissedilmeseydi, surların dışında gürleyen top gülleleri Bizans'ı sindiremezdi. Evet mümin gönüllerde bir his, bir alâka şeklinde belirip bütün sineleri saran ve onları tesiri altına alan şefkat ve sevgi ağıydı ki, atkılarının ulaştığı her yerde, gönül rızasıyla kendine koşanlara naz ile geriliyor, naz ile toparlanıyor ve alıp bağrına bastıklarına hep muhabbet destanları dinletiyordu.

Şimdi, eğer tarihimizde yoksa, nereden gelip içimize sokuldu bu kin, nefret düşmanlık ve hazımsızlık? Son bir iki asırdan beri, Fransa, Almanya, İngiltere ve Amerika'ya şimdilerde biraz da, Japonya'ya hep derin bir hayranlık duyarken, neden birbirimizden nefret ediyor, birbirimizin kuyusunu kazıyor ve birbirimizin kurdu olarak yaşıyoruz? Daha doğrusu birbirimizle yaşamayı haram ediyoruz? Yoksa bizde bir şahsiyet hastalığı mı var? Ne yazık ki 'Bizden hayır gelmez; bari yabancı ruhlara sığınalım' diyor ve bin senelik tarihî değerlerimizi, bir kısım fantastik mülâhazalar uğruna çer çöp gibi götürüp mezbeleliğe atıyoruz.[1]

Zaferler ve zaaflarımız

Sezar, Roma mefkûresini kendi heva ve hevesine çiğnetmiş; Napolyon, Büyük Fransa idealini hırslarının ağına hapsetmiş ve öldürmüş; Hitler, Büyük Almanya gaye-i hayalini maceralı çılgınlıklarıyla yeyip bitirmişti. Halbuki, kahramanlıkları tamamiyet ve bitevîlik arz eden bu milletin mütemâdiliğe açık mefkûresi ise, her çeşit bayağılığın üstünde, zaferde de hezimette de, uğrunda canların feda edildiği bir sancak gibi ta'ziz edilegelmiştir. Fatih o sancağın altında İstanbul'u çiğneyip geçti ve garbın âfâkında bir çığlık oldu inledi.. Kânûnî, batı yamaçlarında o livânın dalgalanışını temâşâ ede ede ötelere yürüdü.. Çanakkale kahramanları, onun adına kanlarıyla 'Bedir' gibi destanlar yazdı ve Anadolu insanı binbir yoklukla kuşatıldığı bir dönemde ona son vefa borcunu edâ ederek mukaddes tarihimizin kalbiyle bir kere daha gürledi ve 'ebed-müddet' dedi.

Mefkûre, mefkûre insanının elinde değerler üstü değerlere ulaşır ve zaferlerin, muvaffakiyetlerin büyüsü haline gelir. Eğer o mefkûreyi temsil edecek insanlar, o işin tam eri değilse, o mefkûre sancak olmadan çıkar; altında seviyesiz, âdi hırsların haykırıldığı bir flama olur. Böyle bir flama sokak çocuklarını bir araya getirip oyun türünden bazı hedeflere sevketse de, milletimizin ruh derinliklerindeki duyguları gerçekleştirmeye yetmez.[2]

Malazgirt'ten İstanbul'un fethine, Çaldıran'dan Mohaç'a kadar, tarihin sînesine serip boy boy teşhir ettiğimiz bilumum zaferlerimiz, hemen bütünüyle inanç ve azmin kolları arasında gerçekleşmişti. Buna karşılık, her türlü sarsıntı ve hezimetlerimiz de bir kısım zaaflarımızın bağrında gelişip durmuştu. İç çöküntülerimiz artıp, zaaflarımızın bir girdâp hâlini almasıyla, irademiz bütün bütün felç, ruhumuz da esir oldu. O günden bugüne de bütün tarihî falsolarımıza birer bahane bulma, düşmanlarımızı güçlü kuvvetli gösterme; milletin ümit ve azmini kırma psikozu içine girdik.[3]

Fatih Sultan Mehmet'in Kişiliği

Efendimiz (sav), Fatih'e işaretle, 'İstanbul'u fethedecek, hükümdar ne güzel hükümdardır' buyuruyor. Bu işareti, onu yetiştiren babası II. Murad'a veya hocası Akşemseddin'e de yapabilirdi. Yapmadığına göre, bu müjdenin ifade ettiği başka gerçekler de vardır: Herşeyden önce Fatih, bir devlet başkanı olarak kurmuş olduğu sistem ve yeşertmiş olduğu zemin ile nice nice Akşemseddin'lerin yetişmesini sağlamıştır. Elindeki imkanları daha değişik şekilde de kullanabilirdi. Bu açıdan, dinî ve müspet ilimler sahasında alimlerin yetişmesi için zemin hazırlayanlar, 'sebep olan, işleyen gibidir' sırrınca, diğerlerine nispeten bir adım önde sayılırlar.[4]

İkinci olarak Fatih, tek buutlu bir insan değildi. Yani, İstanbul'u fetheden muzaffer bir kumandan olmasının yanında, medresede kendisine ayrı oda tahsis edilecek seviyede ilim ve aynı ölçüde bir kalp ve ruh insanıydı. Bir diğer ifadeyle o, madde ve manayı birbiri içinde bütünleştirip bünyesinde barındıran bir alperendi. Şu tek örnek, onun tevazu ve edebini göstermek için yeter ve artar: Hocası Akşemseddin'in olsun devrinin ışık insanlarından Molla Hüsrev ve Molla Gürani'nin olsun, ulemanın yanında, bir talebenin hocasına karşı takınması gerekli tavrı takınır, saygılı davranır ve edeb içinde onların huzurlarında otururdu. Zaten bizim dünyamızdaki fetihler, hep böyle ruh, mana, edep ve aksiyon insanlarının elinde gerçekleşmiş ve insanlığa armağan edilmişlerdir.

Fatih Sultan Mehmet'in İdeali

Ben şahsen, yolunda bulunduğumuz hizmetler karşılığında, kendisini çok sevdiğim ve hayran olduğum Fatih'in İstanbul'u fethetmesini, hatta çağ açıp kapatmasını bana verseler, onun Hak rızası mülahazası bir yana, 'niye böyle küçük bir şey verdiler' diye homurdanırım. Çünkü ben, bundan daha büyük bir şeye, Allah'ın rızasına talibim. Burada yanlış anlaşılmalara sebebiyet veririm endişesiyle, yani -kendisini Fatih'in önüne koyuyor- denebilir mülâhazasıyla, meseleyi biraz daha açıklığa kavuşturmak istiyorum. Fatih, aslında yaptığı şeylerle büyük olsa da, o yapmayı planladığı şeylerle büyüklerden büyüktür. Öyle ki o, işte bu yanıyla Peygamber Efendimizin (s.a.s) tebciline mazhardır. Yani, Fatih'in ideallerinde İstanbul'un ötesinde çok daha geniş dünyalara ve merkezlere açılma ve hakkı, hakikati oralara da götürme, oralarda da duyurma azmi vardı. O, işte bu idealleri itibariyle büyüklerden de büyüktü.[5]

Aslında onun dünyaya açılması, askerî bir fetih değil, bir insanlık mesajı ve gönülleri Allah'la buluşturma gayretiydi. O zamanın anlayış ve şartları gereği, böyle bir açılmada asker ön planda görünüyordu. Bugün ise, ilim, ikna ve ahlak ön planda olmak zorundadır. Bana gelince, ben Fatih'in İstanbul'u fethetmesinden daha çok onun bu hülyalarına aşığım. Bir televizyon programında dediğim gibi, bana en yüksek dünyevi makamlar bile teklif edilse dönüp, 'bu insanlar niye bana hakaret ediyorlar ve neden bir-kaç basamak aşağı inmemi teklif ediyorlar ki?' derim. Bence, eğer Allah, insanın mahiyetine Cebrail'e ulaşma istidadını koymuş ise - ki koymuştur - insan himmetini âlî tutup, o noktaya ulaşmaya çalışmalıdır. Böyle bir mazhariyet, benden fersah fersah uzak, benim gibileri de aşkın görülebilir ama, Allah'ın rahmeti herşeyi aşkındır.

Şimdilerde ve son zamanlarda din mensupları arasında diyalog konusunda yapılanların yanlış olduğunu zannetmiyorum. Aksine, kabule mazhar olduğuna inanıyorum. Dininizi götüreceğiniz insanlarla aranızda bir uçurum varsa, onlara bir şey anlatamazsınız. Evet, kavga ederek hiçbir yere varamazsınız. Efendimiz, Mescitte Hıristiyan heyetleri kabul ediyor, onlarla görüşüyordu. Fatih, İstanbul'u alınca, hem Rum hem Ermeni Ortodokslara geniş hürriyetler tanıyor ve Fener Patriği'ne ekümenlik veriyordu ki, bu, dâhiyâne bir davranış ve tam bir ileri görüşlülüktür.[6] Ayrıca, Osmanlıların takip ettiği dînî müsamahayı da ortaya koyuyordu. Siz, bugün de pek çok Osmanlı şehrinde cami, kilise ve havrayı bir arada görürsünüz.

Fethin altındaki dinamik: Ebu Eyyub el-Ensârî Hazretleri

Hazreti Halid Ebû Eyyûb el-Ensari Hazretleri, çok yaşlı olmasına rağmen, ta Yezid'in emir olduğu dönemlerde İstanbul kapılarına kadar geliyor. O, Efendimiz Medine'ye teşrif ettiğinde evliydi, çoluk çocuk sahibiydi. Hz. Muaviye dönemi ve Yezid'in kumandanlığı zamanına gelinceye kadar en az 40-50 sene geçmişti. Bütün bunlar nazara alınacak olursa o son savaşa iştirak ettiğinde en az 75-80 yaşlarındaydı. Bu yaştaki bir insan, yine torunları tarafından atın üzerine bindiriliyor ve at üzerinde tâ İstanbul önlerine kadar geliyor. Burada bir noktaya işarette fayda var. Söz konusu sahabeler ve benzerleri acaba neyin peşindeydiler? Onlar hakkında Kur'an ve hadislerde nice takdirkâr ifadeler mevcuttu. Bizzat Cenabı Hak onlara 'Ensar veya Muhacir' demiş ve tebcil etmişti. Onlar Tevrat ve İncil'de dahi vasıfları sayılan insanlardı. Bununla beraber Allah Resulü'nden bir söz duymuşlardı: 'İstanbul mutlaka fethedilecektir' diye başlayan bu sözün sonunda da şöyle deniliyordu: 'Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden ordu ne güzel ordu!' İşte onların bütün gayesi, Allah Resulü'nün ifadesindeki bu güzel orduda sade bir nefer olabilmek ve Allah hoşnutluğunu kazanmaktı. Bunca tehalüke (zorluk ve meşakkat) katlanmalarının başka hiçbir sebebi yoktu. Allah Resulü İstanbul'u fethedecek ordunun Allah katında makbuliyetine işaret ediyor, onlar da böyle bir ordu içinde bulunmak için âdeta birbirleriyle yarış ediyorlardı.[7]

Evet Ebû Eyyûb el-Ensari Hazretlerinin derdi de buydu. O'nun için tâ Medine'den kalkmış ve İstanbul önlerine kadar gelmişti. Aylar, haftalar geçmiş fakat fetih müyesser olmamıştı. Şimdi ise O, yorgun ve bitkin bir halde ölümünü beklemekte. Herhalde bütün hastalığı süresince, en çok tekrar ettiği şey: 'Fetihten ne haber?' sözüydü. Nihayet ölüm ruhunu sarınca, ordu kumandanı soruyor: 'Ey Allah'ın Peygamberinin Sahabesi, bir isteğin var mı, yerine getirelim?' diyor.

Ebû Eyyûb el-Ensari Hazretleri de 'Beni alın götürebildiğiniz kadar ileriye götürün. Hatta imkan varsa surların içine girin ve beni oraya gömün! Biz İstanbul'u fethetmek için geldik, ama bana nasip değil. Ne var ki bir gün Efendimizin bu haberi mutlaka çıkacak ve bu müjdesi mutlaka tahakkuk edecektir. Ben burada gömülü olayım. Yanı başımdan geçen İslam süvarilerinin kılıçlarının, kalkanlarının şakırtılarını işitmek hoşuma gider. Bırakın hiç olmazsa o leventlerin seslerini duyayım.' Diyor. Aradan 5-6 asır geçiyor, Cenabı Hak o muştuyu, yağız Türk Levendi, 22 yaşındaki Hz. Fatih'e nasip ve müyesser ediyor. Çağ açma-kapama, Nebinin iltifatına mazhar olma, Avrupa'ya açılacak Hayber kapısı gibi demir kapıyı kırma ve Muhammedi ruhu tastamam temsil etme, kaderin tatlı cilvesi ona nasip oluyor. Allah'ın takdiri ya; adı bile Mehmet, yani Muhammed Fatih olmuştur. Evet O, Muhammediliği adetâ bir Mehdi mahiyetinde temsil etmiştir. Eba Eyyûb-el Ensari Hazretlerinin duyduğu nâra, Fatih'in nârası ve takdirle karşılayıp 'Hoş geldiniz' dediği ordu da onun ordusudur.

Kuşatma esnasında

Ebu Eyyüb el-Ensari'nin (r.a.) İstanbul kuşatması esnasında 'Allah yolunda infak edin. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın'[8] ayeti münasebetiyle beyan buyurduğu hakikat her zaman şayân-ı mütalaa olmalıdır.

Kuşatma esnasında bir kısım askerler, kendilerini göz göre göre ölüme atan arkadaşlarına: 'Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.' ayetini okuyarak onları uyarırlar. Bunun üzerine Mihmandar-ı Rasul Ebu Eyyüb Hazretleri 'ayeti doğru okuyor, fakat yanlış tevil ediyorsunuz' der. Ve devamla 'biz Ensar topluluğu, Mekke fethinden sonra 'artık İslam aziz oldu, biz de mal varlığımızı muhacirin ile paylaşmış, bahçelerimizi bağlarımızı ihmal etmiştik, şimdi biraz da kendi başımızın çaresine bakalım' dedik. O esnada bu ayet nazil oldu. Yani 'mallarınızı Allah yolunda infak edin. İnfak etmemek suretiyle kendinizi, kendi ellerinizle tehlikeye atmayın.' Görüldüğü gibi Kur'an'ın beyanıyla, böylesi düşünceler de bir imtihan sayılabiliyor.[9]

Fetih Müjdesi

İstanbul'un fethi hakkında Fethullah Gülen'e sorulan 'Efendimizin başka şehir değil de sadece İstanbul'un fethini müjdelemesi ve bunun bizim dedelerimizin eliyle olması neye binaendir?' şeklindeki bir soruya konunun dini ve tarihi yönlerini göz önünde bulundurarak şöyle cevap vermişti.[10]

Efendimiz'in müjdesi sadece İstanbul'a mahsus değildir. Meselâ, Amr b. As'ın kurduğu 'Fustat'a; Nâfi'nin inşa ettiği 'Kayravan'a hatta 'Vatikan'a dair de müjde ve işaretler vardır. Ayrıca Basra ile alâkalı rivayetler de mevcuttur. Bununla beraber İstanbul'un yeri bir ayrı ve İstanbul'un müjdesi bir başkadır. Söz konusu ihbar-ı Nebevi Ahmet bin Hanbel'in Müsned'i ve Hâkim'in Müstedrek'inde şu şekilde rivayet edilmektedir: (Le tüftehunnel Kostantiniyyeh fele ni'mel emiru emiruhâ ve le ni'mel ceyşû zelikel ceyşû) 'İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan!. Ve onu fetheden ordu ne güzel ordudur!'

İstanbul, Müslümanların eline geçtikten sonradır ki, İslam âlemi için çok büyük bir ehemmiyettir. Zira o, cihanın dört bir yanına giden fetih ordularının merkezi haline gelmiş.. Cihan devletine payitahtlık yapmış.. batı âlemine karşı İslam âleminin önemli bir karakolu olmuş kutlu bir beldedir. Evet, Efendimiz'in müjdesine mazhariyeti, biraz da eda ettiği bu fonksiyonlardan ileri gelmektedir.

Bir devrede, bilhassa Raşid Halifeler döneminde Medine merkezdi. Fetih orduları sağa-sola hep Medine'den gönderilirdi. Evet, Medine, yıllar ve yıllar kendi özünde mayaladığı medeniyet, kültür ve devlet düşüncesinin bütün cihana yayılmasında hep birinci derecede bir merkez olarak kaldı.

Medine ma'nâ olarak bu mevkisinden hiçbir zaman düşmedi. Ancak fiziki coğrafya değişip, gelişip büyüdükçe, devlette, merkezini başka yerlere taşımak zorunda kaldı. Önce Şam, sonrada Bağdat uzun süre bu vazifeyi ifa ettiler. Daha sonra ise İstanbul bu vazifeyi onlardan devraldı. Şimdi, Mekke, Medine, Şam ve Bağdat'ı koruma işi onun omuzlarındaydı. Hem de sadece muhafazası değil, bakım görümü de:

Her sene Sürre alayları İstanbul'dan hareket ediyor ve şehrin çıkışına kadar bizzat padişah tarafından hem de yaya olarak uğurlanıyor ve Hicaz insanına hedâyâ ve behâya taşınıyordu. Başta Nebi torunlarına, sahabe ahfadına ve daha sonra da bütün Medine fakirlerine dağıtılmak üzere gönderilen altın, gümüş, inci, mercan ve elmasların haddi hesabı yoktu. İstanbul her sene Peygamber köyüne, sahâbi beldelerine hizmet edebilmenin bütün hazzını bir talihlilik payesi olarak iliklerine kadar bir kere daha yaşıyordu.

Evet, işte onun ileride yapacağı bu büyük hizmet, asırlarca önce Allah Resulü tarafından tebcil ediliyor ve hüsn-ü kabulle karşılanıyordu. Fetihten sonra sanki Medine ve İslam'a payitahtlık yapmış Şam ve Bağdat gibi beldeler, hayırlı ve sâlih bir evladın mürüvvetini, civanmertliğini gören ana-baba gibiydiler. Onlar böyle bir evlad yetiştirmiş olmanın İstanbul da onlara layık bir evlat olabilmenin hazzını paylaşıyorlardı. Medine'de doğup, Şam da, Bağdat'ta derinleşen İslam nûrunu, İstanbul, aşk-u şevk menşurundan ve yeni bir düşünce prizmasından geçirerek, o güne kadar henüz ulaşılamayan karanlık dünyalara aksettirmeye çalışıyordu.

Bu itibarla, Mekke ve Medine'nin kudsiyetleri müsellem olmakla beraber, İstanbul'un da, Mekke ve Medine'ye ve bütün İslam alemine hizmet etmesi açısından, çok yönlü böyle bir büyüklüğü vardır.

Tarihte, yeni bir çağın açılması ve bir çağın kapanması, İstanbul'un fethiyle olmuştur. Avrupa'ya giden İslam orduları, İstanbul'da hazırlanarak gitmişlerdir. Hatta bir-iki defa Bağdat bile İstanbul'dan fethedilmiştir. Son, Revan Seferi 4. Murat tarafından, İstanbul'dan giden bir ordu ile gerçekleştirilmiş ve bir kere daha Vahdet-i İslamiye İstanbul vasıtasıyla temin edilmiştir. İstanbul bütün bunlarla çok uğurlu ve mübarek bir belde haline gelmiştir. Ve yine İstanbul, müslümanlar tarafından fethedilmeden önce, evvela Eba Eyyüb el-Ensari Hazretlerini bir misafir olarak kabul etmiş, bağrını ona açmıştır. Eba Eyyüb el-Ensari ki, Efendimiz'e mihmandarlık yapmış, O'nu misafir etmiş bir insandır. Kaderin cilvesine bakın ki, Medine'de Efendimiz'e mihmandarlık yapan bu insan, İstanbul'a gelmiş, gömülmüş; sonrada İstanbul ona mihmandarlık yapmaya başlamış.. Evet, Büyük Hünkar, İstanbul'u fetheder etmez, henüz Fatih camiini yapmadan, Ayasofya'yı camiye çevirmeden, İstanbul adına tasarladığı plânları ele almadan evvel, yanında ma'nâ gözü açık ve 'Fekeşefnâ anke gıtâeke fe basarukel yevme hadid.' (Kaf, 50/22) sırrının dünyadaki temsilcilerinden Akşemseddin Hazretlerine, 'Allah Resulü'nün Mihmandarı, Sahabe-i Güzinden, Eba Eyyub El-Ensâri Hazretlerini bana bul.' demiş.. O zat da keşfen, bulup çıkarmış.. sonra da yanıbaşına kendi ismiyle, hem İstanbul'un hem de bütün İslam dünyasının en güzide mabetlerinden biri inşâ ettirilmiştir.

Evet, bir yönüyle İstanbul, Efendimiz'e ait (s.a.v.) çok mühim bir emaneti bağrında saklamakta ve adetâ cihad adına gelen bu şanlı sahabi cihad şehrinin bir remzi olmaktadır. Büyük cihadlar umumiyetle İstanbul'dan şahlanan insanlarla gerçekleştirilmiş ve İstanbul merkezli nice fetihler görmüşüzdür. Evet, şayet üç Kıta'da at oynatmışsak, bu Allah'ın lütfuyla İstanbul'dan yola çıkan ordularla, olmuştur. Bu mübarek ve uğurlu belde için 'Beldetun tayyibetun' âyetinden de büyüklerimiz, ebced hesabıyla İstanbul'u çıkarmışlar ve ona 'Tertemiz belde' demişlerdir. Gerçi, 'Beldetün tayyibetün' daha evvel 'San'a' için, buyurulmuş ama, böyle olması, Mekke'nin, Medine'nin de kasdedilmesine ve İstanbul'a işarette bulunulmasına mani değildir. Evet, 'Beldetun Tayyibetun' 'temiz belde', sözü İstanbul'u da içine alabilir. İstanbul maddi-mânevi şirinliği, güzelliği ve evliyaların merkadlarını, hatta çok kimselerin makamlarını bağrında barındırmasıyla, gerçekten mübarek bir beldedir. İnşaallah hâlâ o mübarekiyetini devam ettiriyordur. Ettirmese bile, bir gün -İnşaallah- tam manâsıyla arzu edilen o mübarekiyete yeniden ulaşacak ve orada Ruh-u Revan-ı Muhammedi hakiki ma'nâda yeniden esmeye ve dalgalanmaya başlayacaktır. Efendimiz zaten, İstanbul'un bir kere daha fethedileceğine işaret buyuruyor. Yani asırlardan beri kendinden, kendi ruhundan kaçan insanımızın, yeniden kendi özüne sahip çıkacağını, kendi ruhuyla bütünleşeceğini, kalp ve ruhun hayatına yükseleceğini, Allah ile münasebete geçeceğini, müjdeliyor. Ümid ediyoruz bu da olacak ve ikinci bir fetih mutlaka gerçekleşecektir. Efendimiz İstanbul'la Deccal'ın zuhûru arasında ciddi bir münasebet buluyor ve bu noktaya parmak basıyor. Vakti gelince o da görülüp müşahede edilecektir. Ve daha kimbilir nice sırlar içindir ki, Allah Resulü İstanbul'a hususi manâda bir ilgi ve alâka göstermiş ve İstanbul'un fethini asırlarca önce müjdeleyip beşaret vermiştir!.

Peygamber Efendimizin ifadelerinde İstanbul'un fethi

İstanbul fethedilecektir. O günkü adıyla 'Konstantiniye' muhakkak müslümanların eline geçecektir. Hâkim, Müstedrek'inde Allah Resûlü'nün bu haberini naklederken, bu mu'ciznûma ihbarı 'Konstantiniye elbet birgün fetholunacaktır; onu fetheden asker ne güzel askerdir; ve onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır' cümleleriyle verir.

Hemen her devrin büyük kumandanları ve cihangir bahadırları, hem de tâ sahâbe devrinde başlayarak, bu kutlu habere mâsadak olmak için defalarca İstanbul'a kadar gelmiş ve geriye dönmüşlerdir. İşte Ebu Eyyûb el-Ensârî de o gelip dönenlerden geriye kalmış İstanbul'un bağrında, İstanbul'un gerçek değeri bir inci gibidir. Ben burada herkesin malûmu olan bazı hususları tekrar etmekten hem sıkılıyor, hem de zaman israfı sayıyorum ama, yine de hicap duya duya bir-iki hususu arzetmeden geçemeyeceğim:[11]

Ulubatlı Hasan

İstanbul fethedildiği gün surlara çıkıp, sancağını diken Ulubatlı Hasan, sıradan bir nefer değildi; o Enderun'da yetişmiş bir zabitti ve aynı zamanda Fatih'in ders arkadaşıydı.

O devrede onlar birkaç kişiydiler. İstanbul'un ilk kadısı Hızır Çelebi, Ulubatlı Hasan ve bir de Cihan fatihi Muhammed Han Hazretleri bunlardan sadece üçü. Beraber okumuş, beraber yetişmiş ve aynı ders halkasında talebelik yapmışlardı.

Ulubatlı, surlar aşıldığı gün vücudu bitevî delik deşik olması pahasına, surlara çıkmış ve pek çok yara bere içinde olmasına rağmen bayrağı surlara dikmeye muvaffak olmuştu. Bir müddet sonra da Fatih bu levendin başı ucundaydı. Ulubatlı, son anlarını yaşıyordu. Dudağındaki tebessüm Fatih'i hayrete düşürmüştü. Sordu: 'Niçin tebessüm ediyorsun?' Cevap verdi: 'Biraz evvel buraları Allah Resulü teftiş ediyordu. O'nun gül cemalini gördüm. Sürûrum, sevincim bundandır.'

Dokuz asır evvel haber vermişti. Dokuz asır sonra da orayı fethedecek ordunun içinde bulunuyordu. Ben de, buna itimaden, hep diyorum ve hep diyeceğim: 'Üç-dört kişi dahi olsa, samimi bir kalple, dine hizmet için bir araya gelseler; muhakkak Allah Resûlü'nün ruhâniyâtı orada hazır olacak, onları ve orayı şereflendirecektir.

İşte, İstanbul'un fethi de sıdkın diğer şahitleri misüllü Allah Resûlü'nün doğruluğunu gösteren delillerden biri olduğu gibi, Ebû Eyyûb el-Ensarî de bu şehadetin inandırıcı ayrı bir şahidiydi; zira orasının fethedileceğini ilk duyanlardan birisi de oydu. Ve onun içindi ki, tâ Medine'den kalkıp gelmiş ve cesedinin İstanbul'a defnedilmesini vasiyet etmişti.

[1] Yeni Ümit, Ekim 1997, Sayı 38, 'Kendimize Yönelirken' başlıklı yazıdan
[2] Yeni Ümit, Temmuz 1996, Sayı 33, 'İdeal Nesiller' başlıklı yazıdan
[3] Sızıntı, Eylül 1983, Sayı 56, Cilt 5 'Gevşeyen Gerilim' başlıklı yazıdan
[4] Fasıldan Fasıla-1, 10. Bölüm, Perspektife Giren Şahıslar 'Fatih ve Beşaret' başlıklı yazıdan
[5] İnsanın Özündeki Sevgi, 'Otokritik Gereği' başlıklı yazıdan
[6] Amerika'da Bir Ay, 'Diyalog Konusunda Yapılanlar' başlıklı yazıdan
[7] Asrın Getirdiği Tereddütler-IV
[8] Bakara Suresi, 2-195
[9] Prizma-III, Düşünce Boyutu, 'İmtihan Unsurları' başlıklı yazıdan
[10] Asrın Getirdiği Tereddütler-IV
[11] Sonsuz Nur-1 Peygamberlerin Sıfatları, Gaybi Haberler Bölümü

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.