İlim, alim, gelenek
- Giriş
- İslamda İlim ve Ulema Geleneğinin Oluşumuna Kısa Bir Bakış
- İslam Toplumunda ve Tarihinde Âlimin Rolü
- Sivil Âlim ile İktidar Erki Arasında Zaman Zaman Yaşanan Niza’ın Anlamı
- Bugünkü Durum
- Diyanet Raporu ve Türkiye Dindarlığının Geldiği Nokta
- Diyanet'in Raporu ve Yaptığı Tahrif
- Hocaefendi'nin İlmi ve Sufi Kavramsal Temelleri
- Diyanet Raporunun Bağlamını ve Geleneksel Anlamını Çarpıttığı Bazı Sûfi Kavramlara Dair Birkaç Söz
Giriş
Bu makale ilmi, ahlâki ve sosyal aktivist kişiliğiyle son yıllarda hemen tüm dünya kamuoyunda gündeme gelen Fethullah Gülen Hocaefendi'nin entelektüel ve manevi iklimine kısa ve genel bir bakışı içermektedir. Hocaefendi gerek küresel düzeyde ilmi ve manevi teşvikleriyle rehberliğini sürdürdüğü eğitim müesseseleri aktivitesiyle ve gerekse şiddet karşıtı entelektüel diyalog söylemleriyle sık sık gündeme gelen Müslüman bir mütefekkir ve aktivisttir.
Bu kısa ve genel analiz çalışmasına neden olan temel saik, Türkiye’de birkaç yıldır hem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin şahsına hem de hizmet hareketine yönelik sözde İslamcı AKP iktidarı tarafından uluslararası düzeyde yürütülen örgütlü iftira, karalama ve imha kampanyalarıdır. Bu kampanyalardan birisi de son günlerde Diyanet teşkilatının Fethullah Gülen Hocaefendi aleyhinde hazırladığı rapordur. Muhtevasından anlaşıldığına göre, raporu hazırlayan heyet bununla iki şeyi hedeflemiştir; ilki öncelikle Fethullah Gülen Hocaefendi'nin kamuoyu nezdindeki müspet ilmi, manevi ve entelektüel kişiliği etrafında şüphe ve tereddütler oluşturarak, toplumsal kredisini tartışmaya açmak, ikincisi de bu sahte tereddütler üzerinden Fethullah Gülen’i dinen tekfir ederek İslam dairesi dışına çıkaracak fetva zeminini inşa etmek.
Bu, din üzerinden yürütülen insafsız planın İslam tarihinde uzun bir geçmişi ve hikayesi var. Tabiun döneminden bu yana iktidar erki dinî argümanları da kullanarak, sivil ulemanın toplumsal ve manevi kredisine sık sık dokunmayı, siyasi otoritesinin meşrulaştırıcı bir yolu olarak görmüştür. Bazıları bunu, İslam tarihinde hukuki meşruiyete sahip bir siyasi muhalefet teorisi geliştirilememesine bağlar. Dolayısıyla siyaset teorisinde ortaya çıkan bu boşluğu bir anlamda sivil âlimin ilmi, ahlâki ve toplumsal otoritesi doldurmuştur. Bu yüzden de İslam siyaset tarihinde iktidar erki ile sivil ulema arasında sık sık bu tür gerginlikler yaşanmıştır. Bu yaklaşımın belli bir haklılık payı olsa da bütünüyle doğru olduğu söylenemez. Zira İslam ilim ve ulema geleneğini böyle genelleştirici bir hükümle salt iktidar-muhalefet diyalektiği temelinde okumak ve ele almak, analitik bir kolaylık sağlasa da; dinî, ahlâkî, ilmi ve metodolojik başka bir çok sorun ortaya çıkarır. Ama iktidar erkinin devletin tüm şiddet ve güç araçlarını kullanarak sık sık sivil ulema aleyhine yürüttüğü bu örgütlü kampanyaların İslam tarihinde ve toplumunda ciddi boyutlarda dinî, siyasi ve ahlâkî yozlaşmaya yol açtığı da muhakkak.
Makalenin ileri paragraflarında bu hatarlı yozlaşmaya, Diyanet'in Hocaefendi üzerinden yürüttüğü kampanya temelinde biraz daha değineceğiz. Fakat ondan önce Hocaefendi'nin geldiği İslam ilim geleneğine kısa ve analitik bir göz atmakta yarar görüyoruz. Bu hem Hocaefendi'nin dinî, ahlâkî ve entelektüel ilmi kişiliğinin biraz daha iyi anlaşılması, hem de iktidar erkinin tarihte neden sık sık sivil alimin manevi otoritesini hedef alarak, toplumda dinî ve ahlâkî yozlaşmaya yol açtığını daha iyi görebilmek açısından faydalıdır, diye düşünüyoruz.
Şüphesiz Diyanet'in raporunun hem akidevi ve ahlâkî hem de ilmi ve toplumsal açıdan büyük ve hatarlı sonuçları var. Bunların tek tek yol açabileceği dinî ve toplumsal yozlaşma o kadar ciddi ki, bir kitap çalışmasını hak ediyor. Ancak biz burada doğrudan bu raporda yer alan iftiralardan ziyade, onlarla yıpratılması amaçlanan Hocaefendinin ilmi, ahlâkî ve manevi kişiliğine biraz temas etmeyi düşündük. Böylece Diyanet'in raporunda söz ve konuşmalarını özenle tahrif ederek okurun gözünden kaçırmak istediği bir ilmi kişiliğin; dinî, ahlâkî ve ilmi ciddiyetini biraz olsun ortaya koymak istedik. Ama önce İslam ilim, irfan ve ulema geleneğinin oluşumuna kısa bir göz atalım.
İslamda İlim ve Ulema Geleneğinin Oluşumuna Kısa Bir Bakış
İslam, vahiy ve davet olarak ortaya çıktı ve çeyrek yüzyıl gibi kısa bir sürede Azerbaycan topraklarına ulaştı. Daha sonra da yine kısa zamanda Kuzey Afrika’dan İspanya’ya, İran, Horasan ve Maveraünnehr’in tamamına, Rum ve Türk topraklarına ulaştı. İslam toplumu fiziken genişledikçe, kendi inanç sistemini yeni nesillere aktaracak ve karşılaştığı yabancı kültürel ve dinî referans sistemlerine karşı kendini müdafaa edecek ilmi araçlara ihtiyacı da arttı. Bu yüzden kısa sürede her alanda hummalı bir ilmi çalışma gözlemlendi. İslâmî miras bir taraftan korunurken diğer taraftan ilmi halkalarda sistematize edildi. Böylece ilk asır nihayete ererken İslam düşüncesi hemen bütün yönleriyle teşekkül etmeye başlamış oldu. Sonraki üç dört asır boyunca İslam mirası bütün bir İslam dünya görüşünü örgütleyebilecek bir fikri/felsefi sistematiğe ve güce kavuştu.
Felsefi kabule göre İslam düşünce geleneği içerisinde epistemolojik bir çerçeveye sahip üç temel referans sistemi ortaya çıkmıştır. Beyan, bürhan ve irfan. Buna göre İslâmî disiplinlerin hemen hepsi beyan referans sistemi içerisinde yer alıyor. Yalnızca felsefi ve akli ilimler bürhan, tasavvuf da irfan referans sistemi içinde kalmış oluyor. Pek tabii olarak bu tasnif bir çok açıdan eleştirilebilir. Mesela fıkıh, kelam ve usul ilmi niye aynı zamanda bürhanın içerisinde değerlendirilmesin. Özellikle de fıkıh ve usul, İslama özgü akletme biçimi olarak sayılabiliyorken. Başka eleştiriler de yapılabilir. Ama genel olarak bir İslam düşünce geleneğinden söz ederken esasında, düşünsel ve epistemik bir referans sisteminden de söz etmiş oluyoruz. Dolayısıyla İslâmî aklın üç farklı referans sistemi içerisinde teşekkül ettiğini söyleyebiliriz, bu açıdan çok da mahzuru yok.
Meşhur Cibril hadisinde geçen iman, islam ve ihsan kavramlarından yola çıkarak İslâmî aklı fıkıh, kelam ve irfan referans sistemi içerisinde de tanımlayabiliriz. İslam felsefesi ve genel olarak metafizik düşüncesinin özgül ağırlıkları çok yüksek olmakla birlikte, İslam tarihinde ve toplumunda diğer üç disiplin kadar doğrudan zihni ve ahlâkî dönüşümde etkin rol almadığını düşünürsek, böyle bir tasnif yapmak da mümkündür. İslam felsefesi hicri dört ve beşinci asırda (miladi onuncu asır) demir atmıştır. İbn Sina’dan on yedinci yüzyıl Molla Sadra’ya uzanan çizgide İslam felsefi metafiziğinin izini sürmek zorlaşıyor.
Lakin yine de diğer tasnif gibi bu tasnife de pek çok açıdan itirazlar yapılabilir. Evet İslam felsefesinin diğer disiplinler kadar doğrudan ve yoğun toplumsal, ahlâkî ve politik tezahürleri olmadıysa da, ne İslâmî aklı ne de İslam metafiziğini bu felsefi referans sisteminden bütünüyle ayrı ele almak ve tanımlamak mümkün değildir. Bu yüzden İslam ilim geleneğinde fakih, mütekellim, arif gibi tezahürlerin yanında bir de felsefi referans sistemine de hakimiyeti olan hakîm bir profil de tezahür etmiştir. Her ne kadar bu kavram ilk birkaç asırda daha çok felsefe ile iştigal eden filozof kişiler hakkında kullanıldı ise de zamanla, diğer İslâmî disiplinlerin yanında özellikle de tasavvuf ve irfanda da otorite sahibi ilmi kişiliği ifade eder oldu. Ama hicri altıncı-yedinci asırlardan sonra bariz biçimde kavrama kelam-felsefe-tasavvuf temelinde örgütlenmiş metafiziki bir anlam yüklenir oldu.
Burada hz. Peygamberin davetini ve siyasi/idari yönünü refere alarak da farklı bir akli mirastan söz edilebilir, İslam siyasal aklı gibi. Davet ve siyaseti iç içe kullanmamızın nedeni, Hz. Peygamberin sav pratik hayatında ve uygulamalarında davet ve tebliğ ilkesinin onun tüm faaliyetlerini geriden motive eden en önemli nebevi ilke olması hasebiyledir. Davet ve tebliğ esası İslam’ın temel amaçlarından birisi olarak doğrudan ve dolaylı İslâmî aklın tüm referans sistemlerine az ya da çok tesir etmiştir.
Yukarıda İslam felsefi mirasının İbni Sina’dan on yedinci yüzyılda Molla Sadra’ya uzanan çizgide entelektüel izlerini sürmenin zorluğundan söz ettik. İslam mirası ile köklü epistemik bir kopukluk olmadı ise de bu entelektüel çabanın süreklilik krizi yaşadığı da bir gerçek. Ancak diğer üç referans sisteminin de entelektüel izlerini sürmek o kadar kolay değildir. Ne var ki, toplumsal, politik ve ahlâkî olarak fıkıh, kelam ve tasavvuf İslam toplumlarında derin etkiler bırakmayı sürdürmüştür. Buna göre bugünkü İslâmî mirasın entelektüel referans çerçevesinin, neredeyse tamamıyla hicri altıncı asırdan öncesine ait olduğunu söyleyebiliriz. Yani İslâmî aklın entelektüel macerasının izlerini sürmek isteyenler, bu mirasın ana referans çerçevelerinin o dönemde inşa edildiğini bilmeliler. O zaman İslam’da yalnızca felsefi düşünce değil, fıkıh, kelam ve irfâni düşünce sistemi de altıncı asırda demir atmıştır manasına gelmiyor mu bu kabul? Evet bir açıdan öyle. Peki ama İslam toplumları bu erken krize rağmen hem kültürel hem de siyasi ve toplumsal birliğini ve sürekliliğini nasıl koruyabildi? İşte bizim de önemle ve ısrarla altını çizmek istediğimiz nokta burasıdır.
İslam Toplumunda ve Tarihinde Âlimin Rolü
Normalde tarih göstermiştir ki fikri ve entelektüel kaynakları donmuş, tıkanmış ve tükenmiş hiçbir medeniyet uzun süre hayatta kalmayı başaramamıştır. İslam medeniyetinde entelektüel miras oldukça erken bir dönemde tekrara düşerek üretkenliğini ve tecdid ruhunu yitirmesine rağmen alim kişiliğin oynadığı ve üstlendiği aktif sosyo-entelektüel kimlik, en azından bu tekrarın; toplumsal, ahlâkî ve düşünsel krize dönüşmesini önlemiştir. İslam düşüncesi bir daha üç ila altıncı asırda yakaladığı canlı ve hayatdar formunu yakalayamadı ise de, bütün bütün yokluk ve süreklilik krizine de düşmemiştir. İşte alim, bir anlamda islam tarihinde ve toplumunda çıkabilecek her nevi fikri, entelektüel, toplumsal ve ahlâkî krizin köpüğünün alınmasında başat rol almış bir entelektüel kişiliktir. Hatta denebilir ki İslam toplumunda gerçek zihni ve ahlâkî dönüşümü sağlayan yegane otorite alimdir . Bu yüzden İslamın entelektüel mirasının izlerini sürmek ve envanterini çıkarmak isteyenler, bunu ancak âlimin sosyo-kültürel kimliğinde ve rolünde sürdürebilir ve çıkarabilirler. İslam mirasında âlimden bağımsız ne entelektüel, ne de toplumsal bir çabayı ele alıp hakkıyla açımlayabilirsiniz.
Sivil Âlim ile İktidar Erki Arasında Zaman Zaman Yaşanan Niza’ın Anlamı
İslam tarihinde en fazla toplumsal ve ahlâkî yozlaşmaya yol açan kurum, genelde siyasi otorite ve iktidar erki olmuştur. Bu yozlaşmaya manevi ve ahlâkî direnç ise, hemen hemen yalnızca sivil ulemadan gelmiştir. Bundan dolayı resmi iktidar erki ile sivil alim arasında sık sık gerginlik yaşanmıştır. Sivil alim, bir taraftan iktidar erkinin dinî ve ahlâkî meşruiyetini sorgular ve tanımlarken, diğer taraftan bu erkin toplum üzerinde totaliter eğilimler geliştirmesini de kontrol eden sosyo-entelektüel bir misyon taşımıştır. İslam tarihinde resmi iktidar erki ne zaman kanun ve şeriat dışına çıkmak ve toplum üzerinde otoriter bir eğilim sergilemek istese, bunu ancak ya bu sivil karizma ile mücadele içine girerek veya onu yanına alarak yapabilmiştir. Mezhep otoritelerinin oluştuğu dönemde hemen bütün imamlar, iktidarla bu nevi bir sorun yaşamıştır. Çünkü iktidar erki bu sivil âlimin toplum üzerindeki manevi ve sosyal otoritesini iyi bildiği için onu yanına çekerek ve resmi bürokrasi içinde evcilleştirerek meşruiyetini pekiştirmek istemiştir. Dolayısıyla İktidar erki bunu başarabildiği ölçüde, yani âlimi siyasal bürokrasisinin meşruiyet aracı haline dönüştürdüğü ve onun sivil aracı rolünü ortadan kaldırdığı ölçüde, siyasi otoritesini tebea üzerinde sorgusuz ve tartışmasız bir şekilde kurabilmiştir.
İslam ulema geleneği önceleri tamamen sivil bir toplumsal zemin üzerinde ortaya çıkıp kendi entelektüel ve sosyal liderliğini sistemleştirirken, zaman içerisinde iktidari erkin bürokratik yapısına da dahil olmuştur. Ancak genel kabule göre tarihte ulema resmi devlet ve iktidar bürokrasisi içine dahil olduğunda hem bağımsız olan sivil otoritesini, hem de dinî ve entelektüel yetkinliğini kaybederek, fikri ve sosyal bir geriliğe ve durağanlığa neden olmuştur. Modern zamanlarda İslam dünyasında maalesef ne o düzeyde dinî ve entelektüel yetkinliğe sahip ne de o ölçüde fikri bağımsızlığa ulaşmış, âlim ve entelektüel kişilik fazla çıkmıştır. Görünen o ki sivil âlimin entelektüel ve sosyal otoritesi ile iktidar erkinin resmi otoritesi arasında sürüp giden bu gizli mücadelede kazanan taraf, daima devletin devasa güç ve şiddet aygıtlarını elinde tutan iktidar erki lmuştur. İslam dünyasının bugünkü fikri ve entelektüel ataletinin, ahlâkî ve toplumsal yozlaşmasının tarihsel izleri, iktidari erkin otoritesini tüm sivil alanı kontrol ederek her yere tahakküm etme güdüsünde sürülebilir. Bu mücadelede sivil ulema kendine güç devşirmek sâikiyle değil; dini ve toplumu, onu (alimi) kendi var oluşuna bir tehdit olarak algılayan iktidar erkinin hışmından korumak niyetiyle hareket etmiştir. Bu tarihsel gerçeğe rağmen İslam tarihinde iktidar erki sık sık böyle kendine alternatif entelektüel, sivil ve toplumsal bir otorite varmış vehmiyle hareket ederek hem ahlâkî, hem de siyasi ve toplumsal yozlaşmaya neden olmuştur.
İktidari erkin alimi tehdit algısı vehim derecesine ulaştığında, bazen alimin toplumsal imajı, kredisi ve otoritesi üzerinde kuşkular oluşturacak tedbirlere baş vurma bir çıkar yol olarak düşünülmüştür. Ancak bu siyasi tedbir, âlimin toplumsal kredisini yıkmaya yetmediği zamanlarda, doğrudan devletin devasa şiddet aygıtlarını kullanarak zulüm, baskı, nefy ve sürgün gibi cezri ve kasri tedbirlere yöneldiği görülmüştür. Bu mücadelede resmi dinî kurum ve resmi ulema da devletin dini şiddet ve baskı araçlarından birisi olarak sık sık devreye sokularak, sivil âlimin dindarlığı, dinî telakkisi, akidesi ve düşünceleri üzerine musallat edilmiştir. Bu iktidar erki ve resmi dinî kurum beraberliğinde ne yazık ki bazı devirlerde İslâmî ahlak ve ilmi etik değerler yerle bir edilmiş, toplumda dindarlık üzerinde yaygın ve köklü bir yozlaşmaya neden olunmuştur. Bazen ahlâkî kriz o boyuta yükselmiştir ki, kurulmuş yüksek bir medeniyetimiz olsaydı bile, onu dahi yerle bir edecek vüs’ate ve derinliğe ulaşmıştır.
Kuşkusuz din- iktidar ve toplum ilişkileri, siyaset biliminin kavram ve yöntemleriyle ele alındığında, iktidar erki ile sivil âlim arasında yaşanan bu gerginliğin neden olduğu yozlaşmanın daha net bir envanteri çıkarılabilir. Ama biz burada yalnızca kısa ve seri bir bakışla bu yozlaşmanın dinî ve tarihsel izlerine işaret etmiş olduk.
Bugünkü Durum
Bugün de İslam dünyasında sivil ulema ile siyasi erk arasında sık sık gerginlik yaşanır. İktidar erki hala aynı tarihsel reflekslerle hareket ederek, tarihte yaşanan bu dinî, ahlâkî ve toplumsal yozlaşmayı aynen sürdürür. Bu iktidar anlayışı ister sözde İslamcı bir temelde tezahür etmiş olsun, isterse de seküler bir siyaset teolojisi üzerinde, durum değişmiyor. İslam dünyasında iktidar, her tür yozlaşmanın dolaylı ve doğrudan sorumlusudur. Türkiye’de de durum bundan farklı değildir. Batı’da iktidar bir çok sembolik anlamlar ve araçlar ardına gizler kendini. Bu yüzden orada güç ve iktidarı deşifre etmek felsefi ve ciddi entelektüel bir çabayı gerektiriyor. Ama Türkiye’de iktidar ve devlet, şiddete eğilimlerini gizlemeye gerek duymayacak kadar kaba, doğrudan ve arsızca bir siyaset izler. Hiç kimseye hesap verme mesuliyeti hissetmez. Son on beş yıldır iktidarı elinde tutan sözde İslamcı AKP iktidarı, doğrudan başkanlarının, başbakanlarının ve cumhurbaşkanlarının dilinden milyonların ve dünya kamuoyunun önünde bu umarsız politik tavrı sergilemeyi ısrarla sürdürmektedir! Bunca yolsuzluk, hukuksuzluk, zulüm, şiddet, baskı, entrika ve dinî/ahlâkî yozlaşmaya rağmen AKP iktidarı başı dik, ama ayakları pisliğe batmış bir kasaba horozunu andırıyor! İslamcı ve muhafazakâr bir gelenekten yola çıkmış olsa da, din-devlet, din-toplum ve din-ahlak ilişkilerinde ciddi kırılmalara neden olmuştur. Çünkü giderek Türkiye ve dünya reel politik gerçeklerinden koparak kendi siyasal hırslarına ve İslamcı romantik takıntılarına geri dönmüştür. Son on yıllık AKP iktidarında Erdoğan tüm siyasi eforunu neredeyse yalnızca kendi liderlik formunu besleyecek esrarengiz bir güç tutkusuna sarf etmiştir. İktidarın kaba, zorba ve hukuk dışı bütün araçlarını kullanarak içeride ve dışarıda ‘ kudretli bir İslâmî lider’ imajı oluşturmaya çalışmıştır. O yüzden bu coğrafyada iktidarın politik, felsefi ve ideolojik temellerini deşifre etmek için ciddi entelektüel ve zihni çabaya gerek duyulmaz. İktidar zaten son derece kaba ve görünür biçimde kendini tüm kurumsal ve bürokratik temelleriyle ifşa eder. Sembolik anlamlara kendini gizlemek için değil, aksine gücünü hissettirmek için başvurur. Bu yüzden İslam dünyasında iktidar, güç, şiddet ve totalitarizmin kaynaklarına yönelik arkeolojik bir fikri ve felsefi çaba yoktur. Alim ve entelektüel tüm fikri, felsefi çaba ve eleştirisini iktidarın görünen toplumsal, ahlâkî ve politik yüzünde gösterir. Bu açıdan bakınca Türkiye’de AKP iktidarının ciddi hiçbir eleştiriye maruz kalmadan pohpolana pohpohlana bugünlere geldiğini söyleyebiliriz. Tam da bu nedenle İslam tarihinde nadir görülür bir dinî, siyasi ve ahlâkî yozlaşma alttan alttan sessizce gelişebilmiştir.
Türkiye’de iktidari erk yalnızca entelektüellerle sorunlu değil, toplumun büyük bir kesimiyle de sorunlu bir ilişki içindedir. Erdoğan’nın şahsi liderlik karizmasıyla çatışan ve ters düşen herkes onun düşmanıdır. Entelektüel, politik, ekonomik ve toplumsal, hangi sınıftan olursa olsun Erdoğan’ın politikalarını ya da şahsi liderlik karizmasını eleştiren herkes, ya hapsi boyluyor veya ülkeyi terk ediyor.
Diyanet Raporu ve Türkiye Dindarlığının Geldiği Nokta
İmdi bu makalenin asıl amacı olan sözde İslamcı bir gelenekten yola çıkan AKP iktidarının, devletin tüm güç ve şiddet araçlarını kullanarak Hizmet hareketi ve Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi aleyhinde yürüttüğü iftira kampanyalarına geri dönelim. Hocaefendi ile iktidari erk arasında yaşanan gerginlik, uzun İslam tarihinin hiçbir döneminde klasik ulema ve siyasi erk arasında yaşanan cinsten bir gerginlik temelinde ele alınamaz. Çünkü geçmişte yaşanan gerginliğin yine de daima siyasi ve ahlâkî bir sınırı olmuştur. Ancak Hizmet hareketi ve Hocaefendi aleyhine yürütülen kampanyaların dinî, ahlâkî ve insani hiçbir sınırı kalmamıştır. Erdoğan dört senedir elindeki devasa bürokrasinin güç ve şiddete dayalı tüm imkanlarını, bir soykırım yaparcasına hizmet hareketi mensuplarına, ailelerine, sevenlerine ve Hocaefendiye karşı kullanmaktadır. Bu geniş maddi ve fiziki baskı ve zulümle nefreti teskin olmamış ki, Hocaefendi'nin ilmi, irfani ve manevi şahsiyetini de hedef tahtasına oturtmuştur. Nihayet Hocaefendi aleyhine birkaç yıldır yürüttüğü örgütlü iftira kampanyalarına resmi bir dinî kurum olan diyanet teşkilatını da katarak, kampanyaları yeni bir boyuta taşımıştır. Türkiye’de din işlerini koordine etmek amacıyla kurulan diyanet teşkilatı da bu iftira ve imha kampanyalarına, kendi var oluşunu sorgulatacak bir heves, yöntem ve üslupla katılmıştır. Son birkaç yıldır mâli, ailevi, siyasi ve ticari ilişkilerindeki yozlaşma ayyuka çıkmış ve uluslararası imajı dibe vurmuş olan Erdoğan, diyanet kurumundan Hocaefendi'nin kitaplarından ve konuşmalarından aleyhte bir rapor oluşturmasını talep etmiştir. Çünkü dahilde yürüttüğü politik goygoyu sürdürebilmenin tek yolu, atılan yalanları yeni yalanlarla desteklemek. Yalanın sosyolojik tabiatı böyledir, bir yalan ancak başka birçok yalanla ayakta durabilir! Diyanet kurumu da nihayet devletin resmi bir kurumu olduğu için yukarıdan gelen emri yerine getirmek maksadıyla sözde ilmi bir heyet teşkil ederek çalışmaya başlamıştır. Lakin heyetin çalışması sonuçlandığında dehşet ve hayretle gördük ki, siyasi yozlaşmaya taş ve şapka çıkartacak bir dinî kırılmaya imza atılmış. Hocaefendi'nin metinleri üzerinde yaptıkları tahrif, saptırma ve yorum, ibretlik bir çarpıtma örneğidir. Dinin resmi temsili üzerinden yapılan bu tahrif ve çarpıtma, Türkiye’de resmi din telakkisinin geldiği kurumsal, ilmi ve etik kırılmanın boyutunu gözler önüne seriyor.
Biz bu makalede Diyanet'in Hocaefendi'nin eserleri üzerinden sözde ilim libası içinde takdim ettiği iftira ve karalama raporunda yer alan tüm iddia ve saptırmalara cevap verme niyetinde değiliz. Çünkü zaten saptırma ve tahrif o kadar bariz ki, tırnak içinde yapılan alıntılarda Hocaefendi'nin söz, beyan ve kastı ile altta heyetin yaptığı yorum ve saptırma, kör gözün dahi yakalayabileceği kadar birbirinden farklılık arz etmektedir. Heyetin düşmanca tavrı ve saptırma niyeti raporun her satırında apaçık görülmektedir. Sıradan dünyevi ve salt fikri bir konuyu farklı yorumlayarak kendi maksadınıza uydurabilirsiniz. İlkesiz olmakla birlikte bu bile bir derece anlaşılabilir. Ama sırf bir insanın imanı, ahlakı, dünya görüşü, toplumsal ve manevi otoritesini karalamak maksadıyla kamuoyunu aleyhte bir kanaate sürüklemek, üstelik bir din heyeti tarafından kendi inandıkları değer ve ilkeleri hiçe sayacak bir rapor hazırlamak, hiçbir biçimde ne ahlaken, ne dinen ne de insâniyeten anlaşılabilir bir şey değildir. Dini, ahireti ve hesabı yok sayarcasına böyle bir tahrif ve saptırmaya kim ne maksatla cesaret edip imza atabilir ki. Diyanet kisvesi altında yürütülen bu ciddiyetsiz tavır, bir çeşit ilmi ahlaksızlıktan başka neyle izah edilebilir. Bu kurum askeri darbe ve rejim dönemlerinde bile bu denli bir ilmi ve ahlâkî ilkesizliğe müracaat etmedi ve ciddiyetini daima korudu. Cumhuriyet tarihi boyunca bu kurum, herhangi bir insanın inanç masumiyeti, ilmi, irfani ve toplumsal varlığı üzerinde şüphe uyaracak hiçbir faaliyete girişmedi. Nasıl bir kırılma oldu da diyanet işleri son birkaç yıldır sözde İslamcı bir iktidarın elinde böyle bir dinî ve ahlâkî düşüklüğe imza attı.
Şurası bir gerçektir ki AKP iktidarında son yıllarda Türkiye dindarlığında ‘Ahiret ve hesap yokmuş gibi davranan gevşek bir dindarlık’ moda oldu. Görkemli dinî görünümler içinde gelişen ve fakat ahlâkî temeli ve kaygısı zayıf bir dindarlık. AKP iktidarı, dindar kitlelerin dinî ve ahlâkî tutum ve davranışlarını kontrol etmekle kalmıyor, yaptığı gayr-i meşru hibe ve bağışlarla, onları İslâmî haklara ve ahlâkî idelere karşı duyarsızlaştırıyor da. Masum vatandaşlardan haksızca gaspettiği binlerce mülkü İslâmî camialara dağıtarak, onları alınlarının teri olmadığı gayri meşru kazançlara, hibe ve bağışlara bağımlı hale getiriyor. AKP bu kolaycı, zahmetsiz, çilesiz ve sanal dindarlık formu üzerindeki kontrolü son sınıra taşıyacak, yeni bir İslâmî liderlik profili de icad etti. Bu liderlik formunun bölgede herhangi bir karşılığı yoksa da, Türkiye’de İslâmî camialarda belli bir karşılık bulduğu söylenebilir. Erdoğan’ın fütursuz tabiatında ve şahsi karizmasında geliştirilen bu sanal İslâmî siyasi liderlik formu, devletin finansa ettiği bir çok yerli dizi içinde subliminal bir mesaj halinde verilerek kitlelerin bilinç altlarına işlenmektedir.
Diriliş Ertuğrul, Filinta, Sultan Abdülhamid, Muhteşem yüzyıl gibi devlet destekli dizilerde bir taraftan bu İslâmî siyasi liderlik formu örtük bir şekilde işlenirken, bir taraftan da Türkiye’de son yıllarda gelişen kaba ve hamasi dindarlıkla uyumlu; lümpen (maço, kasabalı) ve kabadayı bir İslâmî kimlik tahrik edilmektedir. Aslında tüm bu çabaların üst, sembolik bir anlamı daha var; subliminal mesajlarla yeni bir Osmanlı ve hilafet romantizmi üreterek İslam dünyasına ‘güçlü, cesur ve kudretli bir reis’ imajı pompalamak! Dolayısıyla bayraklarla, dinî vakıf flamalarıyla, düğün dernek sözde 15 Temmuzu protesto etmek ve demokrasi mücadelesi vermek adı altında sık sık sokağa dökülen geniş halk kitlelerinin muhayyilelerinde, böyle sembolik ve romantik bir Osmanlı ve hilafet tahayyülü vardır. Oysa bu kitleler düne kadar özgürlükçü ve demokratik söylemlere şiddetle karşı çıkıyordu. İşte sözde İslamcı AKP iktidar ve din anlayışının on beş yılda ülkedeki dindarlığı getirdiği nokta budur! Diyanet'in sözde ilmi raporunda da bu kaba, dışlayıcı, ötekileştirici ve tekfir edici dindarlğın, dil ve üslubunu görmek mümkündür.
Diyanet'in Raporu ve Yaptığı Tahrif
Raporda en dikkat çekici şey, Hocaefendi'den yapılan alıntıların kahir ekseriyetinin sûfi kavramların geçtiği konuşma ve yazılar olması. Sûfi literatürün en bariz hususiyeti de bilindiği gibi kelime ve kavramların çok anlamlı olması ve sık sık mecaz, teşbih, istiâre, remiz, işaret ve ibham diline başvurmasıdır. Mesela maiyyet, huzur, kurbiyet, muhabbet, müşâhede, sır gibi kavramlar normal zahir ve lügat anlamlarının dışında İslam irfan tecrübesinde hepsi özel irfâni bir anlam ve derinlik kazanmışlardır. Bu kavramları Hocaefendi elbette sûfi anlamlarına riayet ederek kullanmakta. Zaten onun dil ve üslubu, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi İslâmî disiplinlerin hemen bütün altyapısını, kavramsal dünyasını ve örgüsünü barındırıp mezceden zengin bir dil ve kültür atlasından beslenir. Hocaefendi bu disiplinlerin hemen bütününde ciddi bir ilmi otoritesi olan bir ilim adamıdır. Dolayısıyla o derin ve geniş dil temelli kullanımı ve söylemi, bu disiplinlerin söylem düzenini görmezden gelerek ele alıp anlamak mümkün değildir. İşin garib ve tuhaf yönü ise sözde ilahiyat okumuş din işleri yüksek kurulu ilmi heyeti, Hocaefendi'nin söylemi üzerine sözde ilmi bir rapor hazırlarken, asgari olarak bile bu islami ilimlerin ıstılahi ve kavramsal temeline müracaat etme zahmetine girmemiş, ilmi bir kritik yapmak yerine, böylesine yoğun kavramsal ve ıstılahi bir temelle konuşan Hocaefendi'nin söylemine günlük sokak ve halk ağzıyla sınırlı kalarak yaklaşmıştır. Pek tabi olarak ortaya çıkan çalışmada, Hocaefendi'nin sûfi ve irfâni söylemini çarpıtma yoluna gidildiği görülmüştür. Demek ki heyetin Hocaefendi'nin söylemindeki sûfi ve irfani kavramları öne çıkarmasındaki amaç, irfani dilin ve kullandığı kavramların halk ağzında ve zihninde kolayca tahrife müsait anlamları içermesidir. Halbuki Serrac’tan Kuşeyri’ye, Hucvurî’den Kelebâzi, Ebu Talip el-Mekki ve İmam Gazali ’ye kadar pek çok sûfi âlim ve ârif, sûfi tecrübeyi ve literatürü zahir ulemasının kahrından ve halk ağzının besâtet ve tahrifinden korumak maksadıyla eserler kaleme almış ve Sünni tasavvufun ilkelerini ve terminolojisini ortaya koymuşlardır. Yani önümüzde bin yılı aşkın bir literatür tecrübesi ve mirası olduğu halde diyanet heyeti, İslam ilim geleneğine ihanet edercesine bu ilkeleri görmezden gelerek Hocaefendi'nin sûfi ve irfani deneyimlerini tahrif ve halk indinde manüple etmeye kalkmıştır.
Oysa itham ettikleri konularda Hocaefendi'nin yazılmış ve basılmış, sûfi kavramların dünyasını ele alan ansiklopedik ciddi bir eseri de var. (Kalbin Zümrüt Tepeleri). Bu koca eserden ne hikmetse tek kelimelik bile bir alıntı yoktur! Çünkü o eser çarpıtılamayacak kadar ilmi bir otorite, uzun yıllar çileli ve irfani bir deneyim ile hazırlanmış ve ortaya çıkmıştır. Öyle anlaşılıyor ki heyet-i âli, Sünni İslamın fıkıh, usül, kelam ve akide esasları ve blokajı üzerine bina edilmiş böyle ciddi bir eseri çarpıtabilecek açık yürekliliği sergilemekten ne hikmetse özenle kaçınmıştır. Onun yerine, cami kürsülerinden ya da dar dairede üç beş dosta yapılan şifahi sohbetlere ve onlardan yapılan derleme kitaplara başvurmuştur. O yüzden de rapor her açıdan sorgulanabilir, önyargılı, düşmanca bir niyete, iftira ve ithama dayanan yanlı ve kasıtlı bir iftira örneği olarak ortaya çıkmıştır.
Hocaefendi'nin İlmi ve Sufi Kavramsal Temelleri
a- İlmi kişiliğinin oturduğu çerçeve
Yukarıda İslam ilim, irfan ve düşünce geleneği içerisinde epistemolojik bir çerçeveye sahip üç temel referans sisteminden söz ettik kısaca. Hocaefendi hiç kuşkusuz İslam ilim geleneğinde bu üçlü profil içinde tanımlanabilecek bir ilmi kişiliktir. Yani yaptığımız üçlü tasnifler içinde onun ilmi kişiliğine karşılık gelen epistemik referans sistemi, âlim, ârif ve hakîm profilidir. Dolayısıyla tüm konuşmaları, yazı ve sohbetleri bu epistemik geleneğin akidevi, ahlâkî, ilmi, dilsel ve kavramsal sistematiğini sadakatle izler. Her tavrında ve konuşmasında daima ve en azından bu üç ilmi disiplinin (fıkıh, kelam, irfan) usul, ifade ve düşünsel temellerini hassasiyetle takip eder.Dolayısıyla onun söz ve yazılarını açık bir çarpıtmaya, kişisel ve tahrif amaçlı yorumlamaya maruz bırakmadan, Sünni İslam’ın temel disiplinleri ve epistemik gelenekleri dışına çıkarmaya imkan yoktur. Doğuda ve batıda İslam düşüncesi ve epistemik referans sistemlerinden birisi ya da birkaçı içerisinde neş’et etmiş çok az insan, tüm konuşma ve yazılarında bu geleneklerin akidevi, kelami, ahlâkî, fikhi ve irfani temellerini onun kadar dikkat ve temkinle kullanabilir. Hem bu kadar dikkat ve temkin hem de bu farklı epistemik geleneklerin tümünü bütüncül bir söylem düzeni içerisinde -tabir yerinde ise- peynir ekmek yeme rahatlığı ve kolaylığında kullanabilmek o kadar kolay bir şey değil. Onun söylemi böylesine geniş bir düşünsel gelenekten beslenir. Dili ve söylem düzeni üzerine yapılacak ayrıntılı, entelektüel ve arkeolojik bir çalışma bu geniş epistemik referans sistemlerini ortaya koyabilir. Felsefi-entelektüel söylemlerle boğuşmaya aşina olan herkes, beş on dakikalık konuşmalarından birisini dinleme fırsatı bulsa, söyleminin felsefi, düşünsel ve ahlâkî temellerini yakalayabilir. Yani kitabın neresinden konuştuğunu anlar. Ama elbette onun bir de sosyal ve manevi liderlik ve sohbet geleneği içerisinden gelen bir şahsiyet olduğunu hesaba katarsak, tüm konuşmalarının salt felsefi ve entelektüel bir epistem içerisinde gerçekleşmediğini bilmeliyiz. İslam klasik hitabet ve sohbet geleneğinin de hemen tüm enstrümanlarıyla onun konuşmalarında yansımalarını bulmak mümkün.
Maalesef diyanet heyeti kasıtlı ve düşmanca bir tavırla Hocaefendi'nin konuşma ve yazılarını ele alırken bu üç disiplinin de yorum ve ictihad temellerini görmezden gelmiş, asgari ölçüde bile ilmi ve etik kurallara riayet etmemiştir. Diğer taraftan heyet-i âli klasik İslam hitabet ve sohbet geleneğinin de hiçbir enstrümanını göz önünde tutmadığını yaptığı tahrif ve sergilediği suizanla ortaya koymuştur.
b- Sufi kişiliğnin oturduğu çerçeve
Hocaefendi klasik anlamda bir postnişin geleneğinden gelmiyor. Ancak hem ilmi şahsiyeti hem de bireysel yaşamı uzun yıllar irfani deneyimlerle doludur. Özellikle gençlik yıllarında uzun ve derin irfani ve sufi deneyimler yaşamıştır. Onu yakinen tanıyanlar da bilir ki, Hocaefendi geniş ilmi karîhasının yanında, derin ve yoğun bir manevi kişiliğe de sahip. Yani sufizmin kavramsal dünyasından söz ettiğinde yalnızca literatür üzerinden konuşmaz. Uzun manevi ve ruhi deneyimle geçen çileli ve yorucu bir tecrübenin kazandırdığı perspektiften konuşur. Bilindiği gibi İslam irfanı teori ve pratik olmak üzere iki yönden oluşur. Yani ‘islam sufizmi’ deyince biz, hem uzun asırlar içte, manada ve kılcallarda yaşanan pratik manevi bir tecrübeden, hem de bu tecrübenin ilmi bir sistematik içinde dile ve ifadeye dökülen kavramsal, literal ve disipliner yönünden söz ediyoruz demektir. Lakin pek çok tasavvuf akademisyeni için bile alan bugün yalnızca literal ve ilmi bir disiplinden ibarettir. Çünkü sûfizmin derin tecrübi boyutu maalesef neredeyse tarihe karışmıştır. Her ne kadar modern zamanlara kadar sûfi tecrübe tarikat geleneği içerisinde varlığını sürdürdü ise de, bugün elimizdeki sûfi literatürün bütün kavramsal altyapısını kullanabilecek kadar zengin ve yetkin bir tarikat tecrübesinden kolay kolay söz edilemez. Günümüzde postnişin geleneğini tutan pek çok meşâyih ve mürşidânın zâhiri ve bâtıni ilimlerdeki otorite ve yetkinliği sorgulanabilir. Fâtiha'yı yüzünden kusursuz okuyup manasını veremeyecek kadar zâhir ilimlerinden bihaber yüzlerce meşâyih var. Bırakınız o derin ve geniş çileli manevi pratik tecrübeleri deneyimlemeyi, işin teorik ve literal yönüne de hâkimiyet yok. Burada hiçbir şekilde herhangi bir ismi ve tarikatı ima etmiş değiliz. Ancak meşâyihin youtube piyasasına düşmüş görkemli zikir ve sohbet halkalarına şöyle kaba taslak bir göz gezdirmek bile, günümüzde tarikat kurumunun nasıl bir manevi ve ahlâkî kriz içinde olduğunu göstermeye yeter. Van’dan Edirne’ye neredeyse tüm tarikatler, kendini arz için, modern kapitalizmin en acımasız piyasa araçlarından birine zikir ve irfan mahremini sere serpe açabilmekte olduğu görülür. Sözde dinî ve dinî ilimleri koruma ve geliştirmeyi kendine vazife edinen Diyanet'in kıymetli ilmi heyetinin, bu tarihsel irfan ve manevi eğitim ocağının böylesine sere serpe piyasaya ve halk pazarına düşüşüne sesleri çıkmazken, Hocaefendi'nin tamamen ilmi ve irfâni disiplinlerin usul ve yöntemlerine uygun konuşmalarını kırparak oradan sözde sapık sûfi fikirler devşirmekle meşgul olmaktadır.
Fethullah Gülen Hocaefendi uzun yıllar Sızıntı dergisinde İslam sûfi geleneğinin literal dünyasına ait sûfi kavramları, İslâmî disiplinlerin usul ve altyapısına uygun olarak ele almakta ve kendi manevi tecrübe ve duyuşları doğrultusunda da açımlamaya çalışmaktaydı. ‘Kalbin Zümrüt Tepeleri’ adıyla da bu yazı ve yorumlar bir seri halinde yayınlanmıştır. Bu ansiklopedik çalışma hemen tüm sûfi kavramlara yer vermekle kalmayıp, bu kavramları tarihsel bağlamları içine de hapsetmeyerek, yetkin bir ilmi otorite ve manevi pratik karîha ile de mezcederek bir anlamda güncellemiştir de. Bu çalışma bundan üç dört asır önce yazılmış olsaydı şüphesiz üzerinde onlarca şerh yapılmış olurdu. Zira irfan şerh geleneğine uygun bir metindir. Diyanet'in ilmi heyeti salt nefret ve iftira gayretiyle değil de, ilmi ve etik kaygılarla hareket edebilseydi Hocaefendi'nin sohbetlerinden kırpıp kırpıp bayraklaştırdığı sözde sorunlu ifade ve ibarelerin, bu çalışmada ilmi ve irfâni karşılıklarını pek ala bulabilirdi. Oysa ki bu çalışmanın en temel hususiyeti, İslam irfanını, diğer İslâmî disiplinlerle (özellikle de fıkıh, usul ve kelam) bütüncül bir perspektiften yorumlayarak ele almasıdır. Yani bu çalışma bir açıdan, kendi döneminde Kuşeyri’nin Risale’sinin, Serrac’ın el-Luma’sının, Kelebâzi’nin et-Tearrüf’ünün, Hucvurî’nin Keşfu’l Mahcub’unun çağdaş bir versiyonudur. İslam irfâni tecrübeyi, yine Sünni İslâmî disiplinlerle bütünleştiren ve temellendiren bir eserdir. Bu benzetmeyi yapmamızın nedenini işin erbabı anlayacaktır. Bilindiği gibi İslam sûfi tecrübesi tarihte yer yer İslam akîde, kelâm ve fıkıh geleneğinden hem ahlâkî hem de epistemik bir kırılma yaşamıştır. Bu yüzden sık sık ilmi, hatta popüler eleştirilere ve ithamlara konu olmuş, tabir yerinde ise minder dışına çıkan görüş ve uygulamalarında tashihe ihtiyaç duyulmuştur. İşte yukarıda zikredilen eserler, İslam irfanının maruz kaldığı epistemik, ahlâkî ve akidevi kırılmaları, yeniden merkezi Sünni yoruma ve kelâmi epistemik sisteme bağlayarak yeni bir literatür inşa eden çalışmalardır. Kalbin Zümrüt Tepeleri de benzer kaygılardan hareketle ele alınmıştır. Bu çalışmadaki kavramların bazılarının yazılış hikâyesine bizzat tanık olan bir insan olarak ifade edebilirim ki, her bir kavram bin bir manevi çile ve ince murakabe ile yazılmıştır. Yazıldığı zamanlarda dar dairedeki sohbetlerde ve derslerde bu kavramların Hocaefendi'nin manevi ve ruhi ahvâli, etvârı ve konuşmaları üzerinde derin ve coşkulu yansımalarına tekerrüren şahid olduk. Yani Hocaefendi bu kavramları ele alırken yalnızca literal bir kaygı üzerinden yürümedi, her bir kavramı ciddi bir murakabe şuuru ve hissi içerisinde yorumladı. Pek çok kez bu kavramların onu günlerce etkileyip ağlattığına şahid olduk. Zira bir çok kavram orada öyle bir ansiklopedi maddesi gibi yazılı dursa da, sıfat, esma ve zatla ilgili derin manevi mülahazaları da içerdiğinden, Hocaefendi'nin şaşılacak kadar temkin, dikkat ve teyakkuzunu tetiklediğini sık sık gözlemledik. Dolayısıyla bu çalışma, İslam irfanının diğer disiplinler blokajı üzerine oturtularak modern çağda da yeniden bütün derinliği ile yaşanabildiğinin mütevazi ama canlı bir resmini sunuyor bize diyebiliriz.
Diyanet Raporunun Bağlamını ve Geleneksel Anlamını Çarpıttığı Bazı Sûfi Kavramlara Dair Birkaç Söz
Raporda en fazla çarpıtılan konu ve kavramlar, Hocaefendi'nin kullandığı irfâni ve sûfi literatüre ait kavramlardır. Müşâhede, huzur, ilham, keşf, rüya, maiyyet, kurbiyet, sır, gayb, tecelli, insan-ı kâmil ve Hz. Peygamberin manevi şahsiyeti ile temas gibi sûfi kavramlar. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sûfi tecrübe, daha ziyade manevi, kalbi ve hâli bir tecrübedir. Zâhirin dili yaşanılan bu derin tecrübeyi her zaman tam ifade ve tavzihe yetmediğinden, sûfiler sık sık remiz, işaret, teşbih, mecaz ve şiir gibi edebi ifade araçlarına başvurmuşlardır. Mevlana ‘zâhirin dili akıl, bâtının dili zevktir’ derken bu tecrübenin hâli ve zevki olduğuna işaret eder. Sûfiler daha ilk dönemden itibaren yaşadıkları tecrübeyi başkalarına aktarmanın yollarını aramışlardır. Çünkü tasavvuf henüz ilmi bir disiplin halinde sistemleşmemiş olduğundan hala meşruiyet sorunu yaşıyordu. Yani sûfiler bir taraftan meşruiyet sorununa bir çözüm bulmak, diğer taraftan da yaşadıkları tecrübeyi anlaşılabilir ve aktarılabilir bir ifade sistematiği içine yerleştirmek istiyorlardı. Hicri dördüncü asırdaki sûfi otoritelerin verdiği eserler bu iki sorunu birden aşma amacı taşıyordu.Serrâc da, Kuşeyri ve Hucvuri de Kelebâzi de eserlerini hem sûfizmin Sünni temellerle meşruiyetini kuracak, hem de bu hali ve zevki tecrübeyi anlaşılır bir dile ve ifadeye dökecek kavramsal bir yöntemle yazdılar. Aslında diğer İslâmî ilimler sistematiğine nispetle biraz gecikmeli olsa da sûfizm, yine de oldukça erken sayılabilecek bir dönemde dil, yöntem ve kavramsal sistematiğini kurmayı başarmıştır.
Elbette sûfi tecrübenin dil, zihin ve kavramsal dünyası o asırda demir atmadı. Gazali, İbni Arabi ve talebeleri gibi sufiler bu tecrübenin dilini daha da genişleterek İslam irfanının en geniş deneyimlerini ortaya koydular. Gazali’den sonra literatürde âlim ârif profili, ibni Arabi’den sonra da âlim, ârif ve hakîm profili yaygınlık kazanmaya başladı. Yani islam ilim, irfan ve hikmet geleneğinin bu üç saç ayak üzerine oturduğu söylenebilir. Dolayısıyla biz bin yılı aşkındır sûfi tecrübelerin anlaşılması zor, karmaşık, remiz, işaret, mecaz, teşbih ve hatta şatah gibi metafizik ifade ve ibareleri bu gelenek içinde anlıyor ve yorumluyoruz. Zaman zaman sorun yaratmış olsa da sûfi tecrübelerin dili, ancak bu geleneğin kalıpları içeresinde çözülebilmiştir. Denebilir ki bu geleneğin ilmi, ahlâkî, akîdevi, dilsel ve zihinsel kodları olmasaydı, bu geniş sûfi tecrübeyi Sünni İslamın meşruiyet minderinde tutmak mümkün olmazdı. Bugün artık bu uzun manevi mirası görmezden gelerek sahih bir irfan tecrübesi ne yaşanabilir ne de tanımlanabilir. Bu yüzden İslamın kılcallarında yaşanmasına rağmen bu derin tecrübeyi ancak İslamın ilim, irfan ve hikmet geleneği içerisinde zahir bir dile ve kalıba dökebiliriz. Bu geleneğin yorum ve ifade kurallarına uymayan her tecrübe, meşruiyet açısından sorgulanmaya mahkumdur.
Fethullah Gülen Hocaefendi hiç kuşkusuz ârif ve hakîm bir profile de sahip olduğundan, klasik İslam irfanının referans sistemi içinde neş’et etmiş tüm zevki, hâli ve dilsel manevi enstrümanları kullanır. Onun irfanı bu manevi referans sisteminin hem tecrübe hem de dil ve literatür boyutunu kapsar. Elbette her hatip gibi Hocaefendi'nin de vaaz ve sohbetlerinde zaman zaman coşkulu anları ve ibareleri olmuştur. Ama asla ve kat’a geçmişte bazı sûfi tecrübelerde şatah halinde görülen hulul ve ittihad işmam eden ifade ve ibarelere rastlanmaz. O en coşkulu anlarda dahi kitap ve sünnetle temellendirilmiş Sünni akîde, kelâm, fıkıh ve irfanın temel kriterleri ve ilkeleri ile çelişebilecek tek cümle kurmamıştır. Her tavrında ve konuşmasında temkini esas almış âlim, ârif ve hakîm bir kişiliktir.
Hocaefendi'nin rapora konu olan sözlerinin çoğu, sûfizmin netameli ve yüksek gerilimli kavramlarını bırakın, bugün avam-ı nâsın dahi neredeyse günlük diline geçmiş irfani kavram ve ibarelerdir. Ayrıca her biri açık bir nassa ve rivayete dayanarak yapılmış bir yorum veya Sünni sûfi literatürden yapılmış bir nakilden ibarettir. Her bir kavramın neredeyse bin yıllık bir geçmişi var bizim irfan geleneğimizde. Yani o kavramların sahih anlamlarını kavrayabilmek için ne sûfizmin yüksek rakımlı remiz ve mecâz dünyasına gitmeye, ne de te’vil ve tavzih için yüksek bir zihni çabaya ihtiyaç vardır.
Evet Hocaefendi'nin konuşma ve yazılarında sık sık müşâhede, kurb, maiyyet, sır, huzur, ünsiyet, vuslat, zühd, fakr, muhâsebe, murâkabe, mahviyet, tevazu, müsâmaha gibi sûfi ve irfâni kavramlar geçmektedir. Zira Hocaefendi fıkhî, ictihadî, güncel ve ilmi hangi konuyu ele alırsa alsın sık sık işin ahlâkî ve manevi boyutuna da temas eder. Bu yüzden de sözü ve sohbeti daima İslam sûfizminin irfâni zevkini yansıtır. Bu onun yalnızca konuşma tarzı ve üslubu değil, bir yaşama biçimidir. O âlim, ârif ve hakîm bir şahsiyettir ve bu disiplinlerin açık ve örtük izlerini daima konuşma ve tavırlarında görürüz. Kırk yıldır yanına dünya kadar entelektüel, âlim, mütefekkir, edebiyat, sanat ve hatta siyaset dünyasından insanlar gelip gider. Onlardan da binlercesinin ifade ettiği gibi, Hocaefendi yalnızca zâhiri ilimlerde bir otorite değil, manevi ve ahlâkî derin bir metafizik kimliğe de sahiptir. Bugüne kadar ziyaretine gelip giden hiçbir ferd onun diyanet heyetinin iddia ettiği gibi ölçüsüz akli, akidevi, ahlâkî ve İslâmî temellerle bağdaşmayan tek bir söz ve davranışını gördüklerini ifade etmedi. Ne onda kibir alameti sayılabilecek bir îmâ, ne de herhangi bir kitlenin liderliğine ve riyasetine oynayan gizli ve örtük bir niyet sezdiler. Binlerin, belki milyonların (diyanet heyet-i alisi de dahil) kırk yıldır göremediği, sezmediği ve keşfetmediği sözde onlarca ilmi, akidevi, ahlâkî ve şahsi zaafı diyanet heyeti sezip keşfetti bir anda! Şimdiye kadar bu yoğun irfani ve manevi dil ve üsluptan kimse rahatsız olmadı ve zarar görmedi de sayın diyanet heyeti yetkilileri milyonlarca seveninin manevi ve akidevi zarar gördüğüne hükmetti! Eğer bu koca cemaat milyonlarca insanını Hocaefendi'nin ilmi ve yüksek manevi rehberliği ve irşadları ile zihnen ve ahlaken eğitmeseydi başlarına açılan onca zulüm, baskı, işkence, iftira, yalan, entrika ve siyasi derin tertiplere karşı bu kadar ahlâkî bir sabır ve kemal örneği sergileyebilirler miydi? Diyanet heyeti bu kadar mütevazi ve manevi bir yapıdan, ısmarlama bir manevi ve akidevi anarşi çıkarmaya çalışmaktadır. Üstelik klasik İslam sufi tecrübesinin ortaya çıkardığı irfâni kavramları da tahrif ederek.
Müşahede, kurb, ünsiyet, maiyyet, sır, huzur, vuslat gibi sûfi kavramların gelenekte ifade ettiği anlamları, yukarıda zikredilen klasik eserlere ve klasik sûfi mu’cemlere gitmeden, yalnızca Diyanet'in kendi hazırladığı ansiklopediye bakarak bile ortaya koymak mümkündür. Diyanet'in kıymetli ve sözde ilim heyeti Hocaefendi'nin kullandığı bu sûfi kavramları tahrif ederken, bilinçli olarak kendi ansiklopedisini bile refere etmemiş, onun yerine niyet okuması gibi etik ve ilmi ilkelerle bağdaşmayan avami bir yola başvurmuştur! Gayretli ve insaflı okuyucu lütfeder internetten ansiklopedinin bu ilgili maddelerine bakarsa, yapılan tahrif ve niyet okumanın, nasıl bir dinî ve ahlâkî yozlaşma gayretiyle yapıldığını anlar. Oysa ki bu kavramlar ta ilk sûfi tezahürlerin görülmeye başladığı ikinci asrın başlarından beri irfâni literatüre girmiş kavramlardır. Hepsi de yaklaşık olarak Allah’a yakınlığı, koyu bir taat ve zühd yaşamı içerisinde tanımlayan zevki, hali ve manevi kavramlardır. Ârifin yaşadığı tevhid tecrübesini, zevkin ve halin diline uyarlayıp tercüme ettiğinizde, elde edeceğiniz kavramlar müşahede, kurb, üns, maiyyet, huzur gibi kavramlar olacaktır.Bunun kelime-i tevhitteki (Lâ ilâhe illallah) karşılığı ise, ‘Lâ meşhûde illâ hû’ dur. ‘Varlıkta Allah’tan daha görünür olan bir hakikat yoktur’ şeklinde tercüme edilebilir bu ibare. Sûfilerin derdi yalnızca tevhid ibaresini dile söyletip kalbe tasdik ettirmek değil, bu hakikati büyük manevi bir zevk olarak da tüm varlık tasavvurlarının merkezine yerleştirmektir. Buradan sûfilerin yeni, geniş ve metafizik bir varlık tasavvuruna ulaştıklarını görebiliriz. Yani onlar kelamın kurduğuAllah-varlık-insan ilişkisinde Allah’a biçtikleri yaratıcı vasfı yeterli bulmuyorlar. Tamam Allah yegane yaratıcı kudret ama aynı zamanda herşeyin tek hakikatidir de’, diyorlar. Bir şeyin yaratıcısı olmakla hakikati olmak arasında fark vardır . ‘Allah her şeyin hakikatidir’ dediğinizde gerçek irfanın ve zevki tevhidin alanına girmiş olursunuz’, diyor sûfiler. İşte sûfilerin tevhide yükledikleri irfâni anlam budur; ‘ Allah’ı zevken her şeyin hakikati olarak müşahede etmek’. Derviş, aklın ve kelami tevhidin sınırları içinde hapsolup kaldıkça, şühûdi ve zevkî tevhide açılmasına imkan yoktur. Bunun için sûfinin akli ve hissi idrakin dar sınırlarını aşarak, zevki ve irfâni idrakin sınırsız imkanlarına ulaşması gerekir. Zevki ve irfâni idrak, istidlal, istihraç ve istinbat gibi akli ve mantıki imkanlarla değil, kalbin ve ruhun şühûdi imkanlarıyla gerçekleşir. İşte diyanet heyetinin Hocaefendi'nin kullandığı Müşahede, kurb, ünsiyet, maiyyet, sır, huzur, vuslat gibi sufi kavramların lügavi, ıstılahi ve irfani anlamlarını büyük bir tecahül-ü arif sanatı sergileyerek görmezden geldiği şey aslında, bunların sûfilerin tevhid telakkilerini bina ettikleri temel irfâni kavramlar oluşlarıdır. Bu tür kavramlar olmasaydı İslam sûfizminin ne tevhid, ne zevk, ne şühûd gibi temel anlayışlarını hakkıyla anlamamız mümkün olmazdı.
Üstelik bu kavramların hemen hepsi doğrudan Kur’an nassından ve lafzından da çıkarılmıştır. Yani bir bakıma bunlar Kur’ani kavramlardır. Tasavvuf literatürüne aşina herkesin bildiği gibi sûfiler deneyimlerini ifade ve söze dökerlerken, İslam fıkıh ve kelam geleneğininaşkın ve ulaşılamaz Allah telakkisi yerine, yakın ve içkin bir Allah tasavvuruna yaslanmışlardır. Zira Allah cc Kur’an’da bize kendisini şah damarımızdan bile daha yakın olarak vasfetmiştir. ‘Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne gibi vesveseler verdiğini biliriz. Ve Biz ona şahdamarından daha yakınız’ (Kaf, 16 ). ‘Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir’ veya ‘Allah (her daim) sizinleydi peki siz neredeydiniz’ (Hadid, 4) benzeri onlarca âyet, sûfilerin doğrudan istişhad ettikleri ayetler olmuştur. Evet bu ayetlerin bazısı belki müteşâbih kapsamında, bazıları da mecazi ifadeler kapsamındadır. Ama sûfi dili, bu mecâzî ifade ve ibâreleri merkezi Sünni kelâm ve akâid ilkeleri ile çelişmeyecek şekilde yorumlayacak edebi, lügavî ve usûli enstrümanlar geliştirmiştir. Gerçekte hiçbir sûfi Allah’ı bu ifadeler içinde açık bir tecsim ile tasavvur etmemiş, O’nu İslam irfanı içinde sistemleşmiş teşbih ve tenzih sınır ve ilkeleri içinde anlamış ve yorumlamıştır. Evet İslam sûfi tecrübesi içerisinde yer yer, kelamın tenzih kaygısı ile aşırı teorikleştirdiği ve soyutlaştırdığı ilah tasavvuruna karşı; varlığa ilim, irâde, kudret ve ihsanıyla içkin bir Allah tasavvuru geliştiren akım ve şahsiyetler çıkmıştır. İlk zamanlarda çok sıkı tartışma cereyan ettiyse ve alevi günümüze kadar bazı akımlarda sönmedi ise de, birbirine mukabil gelişen iki farklı bakışı (zâhir-bâtın) ortak bir tasavvur ve yorum etrafında telif edip bütünleştiren koca bir literatür de inşa edilmiştir. İrfani zevkle kelâmi ve fıkhi aklı telif eden bu çabalar, İslam toplumunun bir de kelam ve irfan temelinde ayrışmasına karşı bir sütre olmuştur. Ama bu koca literatüre rağmen, fıkıh ve kelam otoriteleri içerisinde zahiri şeri nassı ve sınırları aşırı koruma hissiyle bağnazca davranan kimseler de çıkmıştır. Buna mukabil sûfizmin aşırı tecrübelerinde zâhiri şer’i nassa meydan okurcasına hulûl ve ittihâd çağrıştıran beyan ve iddialarda bulunanlar da olmuştur. Hallac-ı Mansur’dan ibni Fârid ve ibni Seb’in’e, Nesimi’den Niyazi Mısri’ye, Şüsteri ve ibn Arabi’den Yunus ve Mevlana’ya kadar uzanan çizgide sûfi şiirin müstesna örnekleri verilirken, aşk ve fenâ mülahazaları içinde farklı bir tevhid anlayışı da geliştirilmiştir. İslam sûfizminin bu yüksek gerilimli hattında nice sûfi âşık berdâr edilmiştir. Ama bu yüksek gerilime rağmen İslam sûfizmi, ümmetin büyük hoşgörüsüne ve telakki-i bi’l-kabulüne de mazhar olmuştur. Bu yüzden Diyanet'in bu yobaz ve bağnaz tavrı, İslam sûfi geleneğinin ilk dönemlerde karşılaştığı bağnazlığa bile rahmet okutacak niteliktedir.
- tarihinde hazırlandı.