Diyanet Raporundaki Yanlışlar ve Raporun Usûl Açısından Analizi

Diyanet raporundaki yanlışlar ve raporun usûl açısından analizi

  1. GİRİŞ
  2. RAPORUN USÜL AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
    1. Rapor İlmî Bir Çalışma Olmaktan Uzaktır
      1. a. Tahminde Bulunulmuş, Sübjektif Yorumlara Başvurulmuş ve Asılsız Tevillere Gidilmiştir.
      2. b. İlmi Çalışmalarla Bağdaşmayacak Üslûp, Kelime ve Cümleler Kullanılmıştır.
      3. c. Alaycı Bir Üslûp ve Halk Ağzı Kullanılmıştır.
      4. d. Siyasi Bir Dil Kullanılmıştır
      5. e. Farklı Yorumlara Karşı Hazımsızlık Gösterilmiştir
    2. Bağlamından Koparılmış İfadeler Üzerine Hüküm Bina Edilmiştir
    3. Okuyucuya Belli Fikirler Zorla Empoze Edilmektedir
    4. Tasavvufi Kavramlardan Habersiz Bir Kesim Tarafından Hazırlanmıştır
    5. İslam’ın Ruhi Hayatı ve Metafizik Gerçekler Adeta Gözardı Edilmiştir
    6. Önyargı ve Art Niyet Hâkimdir
    7. Niyet Okuma Hâkimdir
    8. Mecazî İfade ve Teşbihler Gerçek Gibi Lanse Edilmiştir
    9. Hukuki Altyapısı Yoktur
    10. Tekfirci Bir Yaklaşım Sergilenmiştir
    11. Kendi İçinde Çelişkiler Vardır
    12. Yer Yer Cehalet Örneklerine Rastlanır
    13. Delilsiz İddia ve İftiralarla Doludur
    14. Baştan Sona Çarpıtmalarla Doludur
    15. Başkalarından Hikâye Edilen Şeylerden Sorumlu Tutulmuştur
    16. Nefret Dili Hâkimdir
    17. Komplo Teorileri Üzerine Hükümler Bina Edilmiştir
    18. Ayet ve Hadislerin Anlamı Daraltılmak Suretiyle İnhisarcı Bir Yaklaşım Sergilenmiştir
    19. Hadiseleri Te’vil ve Her Hadisede Bir Hikmet Aramak Suç Gibi Gösterilmiştir
    20. Şahsi Tecrübelere Dayalı Mevzularda Genel ve Kısıtlayıcı Hükümler Verilmiştir
    21. “Kendi Dilinden” Denmesine Rağmen Başkalarının İfadelerine Yer Verilmiştir
    22. Sayısal Analiz
  3. SONUÇ

GİRİŞ

Diyanet İşleri Başkanlığı 4 Ağustos 2016 tarihinde ‘FETÖ/PDY’ [1] gündemiyle olağanüstü bir din şûrası düzenledi. Şûranın sonucunda, Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet Hareketi hakkında bir rapor hazırlanmasına karar verildi. Bu rapor güya ilmî bir çalışma niteliğinde ve halkı, zararlı dini akımlara karşı uyarır nitelikte olacaktı. Gerçekte ise hizmetin fırak-ı dâlleden (sapık fırkalar) olduğuyla ilgili çoktan verilmiş olan bir kararın dayanaklarını üretmeye yönelikti. Daha sonra hazırlanan bu ön çalışma 11-14 Ekim 2016 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen 9. Avrasya İslam Şûrası’nda ele alınıp üzerinde duruldu. Normalde bir ay sonra yapılması düşünülen şûra, alınacak kararları ‘İslam Konferansı Örgütü’ toplantısına yetiştirmek ve oradakilere bu kararları, ulemanın genel kabulüymüş gibi lanse edebilmek için bir ay önceye alındı.

Hazırlanan bu ön çalışma bir taraftan katılımcılara sunulurken diğer taraftan ise ilmî bir heyet tarafından daha kapsamlı bir çalışmanın yapılacağı ifade edilmiş ve bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Din İşleri Yüksek Kurulu yetkili kılınmıştı. Kurulun yapısı şu şekilde oluşmaktadır; Kurul Başkanı Dr. Ekrem Keleş (İslam Hukuku); Kurul Başkan Vekili Doç. Dr. Cenksu Üçer (Dinler Tarihi); Sekreteri Kenan Oral (Hadis); Üyeleri; Zeki Sayar (Fıkıh), Mehmet Kapukaya (Fıkıh), Rıfat Oral(Fıkıh), Dr. Muhlis Akar (İslam İktisadı), Prof. Dr. Ahmet Yaman (İslam Hukuku), Prof. Dr. Bünyamin Erul (Hadis), Prof. Dr. Zekeriya Güler (Hadis), Prof. Dr. H. İbrahim Karslı (Tefsir), Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz (Dinler Tarihi), Prof. Dr. Mehmet Ünal (Tefsir), Prof. Dr. Mürteza Bedir (İslam Hukuku), Prof. Dr. Kaşif Hamdi Okur (Fıkıh), Prof. Dr. Çağfer Karadaş (Kelam)

Yukarıda verilen bilgilerden de görülebileceği gibi raporu hazırlamakla yetkilendirilen kurul, dini alanda bu akademik unvanları kazanmaya yetecek çalışmalara imza atmış kişilerden oluşmaktadır. Ne var ki böyle bir kurulun hazırlayıp altına imza attıkları bu rapor -ilmî kriterler açısından- tam bir hayal kırıklığına sebep olmuştur. Hayal kırıklığı tabirini belki peşin hüküm olarak algılayabilirsiniz ama sabredip bu metni sonuna kadar okursanız siz daha fazlasını söyleyeceksiniz.

Hayal kırıklığına sebep olmuştur zira;

  1. Aşağıda da belirtileceği gibi rapor, kesinlikle ilmî kriterlere uygun değildir. En basit bir master çalışmasında bile uyulması gereken kriterler ne yazık ki birçok master öğrencisine danışmanlık yapmış olan hocalar tarafından gözardı edilmiştir.
  2. Bir sene boyunca üzerinde çalışıldığı söylenen raporda 80 kitabın incelendiği ve 670 saat dinleme yapıldığı ifade edilmiştir. Hocaefendinin görüşlerini ifade eden yaklaşık 25.000 sayfa kitap okunmuş ve 40.000 dakikalık dinleme yapılmıştır. Tenkidi yapılan metinlerin toplamı 20 sayfayı, dinlemelerin toplamı ise 60 dakikayı ancak bulmaktadır. Bu kadar uzun okuma ve dinlemelerden sonra tenkit adına sadece bu kadar yerin tespit edilebilmesi ve bunlar üzerinden genellemelere gidilmesi ilmî bir çalışmaya uygun değildir.
  3. Yer alan örneklerin neredeyse tamamı rüya, yakaza, keramet, cinler, melekler gibi manevi-metafizik âleme ait konular olduğu için ispatı imkânsız, sübjektif yorum ve tecrübelerden oluşmaktadır. Yoruma açık bu ifadelerden hareketle sözün sahibi hakkında kesin hükümlere varmaya çalışılmıştır.
  4. Bu kadar materyal incelendikten sonra -ilmî araştırmanın gereği olarak- tenkit edilen kişinin olumlu yönlerinin de söylenmesi gerekirdi. Yukarıda akademik unvanlarını belirttiğimiz kişilerden -akademik objektiflik adına- böyle bir tavır göremiyoruz. Bu durum konuya başından itibaren önyargıyla yaklaşıldığına işaret etmektedir.
  5. Tenkide tabi tutulan metin ve konuşmaların pek çoğu 30-40 yıl öncesine aittir. Burada gözden kaçırılan husus, 30-40 yıl önce yazılan ve konuşulan şeylerin o dönemin muhataplarının kültür, anlayış ve ilim seviyesine göre olacağı hakikatidir. Zaman ve muhataplar zikredilmeden bugün yapılmış gibi değerlendirilip üzerine hükümler bina edilmiştir. Akademik objektifliğin gereği yerine getirilmemiş; onun fikirlerine, bütüncül bir bakışla, dünü ve bugünüyle birlikte bakılmamış, konuşma ve yazılarının yeri, zamanı ve muhataplarının durumu da dikkate alınmamıştır. ‘İhtilâfu’l-Kur’an’ ve ‘Muhtelifü’l-Hadis’ gibi dersleri okutan insanların bunu bilmemesi düşünülemez.
  6. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin yıllar önce söylediği ve yazdığı şeylere ulaşılmış fakat halen hayatta olmasına rağmen kendisine ulaşma gereği görülmemiştir. İlim ahlâkı gereği hakkında rapor hazırlanan kişinin kendisine da bazı soruların yöneltilmesi gerekmez miydi? Oysa ne hazırlık aşamasında ne de rapor ortaya konulduktan sonra kendisine müracaat edilmemiş, cevap verme hakkı gözardı edilmiştir.
  7. Raporun içerisinde tek tek cevap isteyen iddialar çok olsa da biz raporun bilhassa usül açısından ele alınmasının daha önemli olduğuna inanıyoruz. Bu sebeple raporu başlıklar halinde hem usül açısından tenkit edecek hem de bazı iddialara bu çerçevede cevaplar vereceğiz.

Aslında genel itibariyle böyle bir raporun ne usülü ne de füru’u açısından cevabı hak etmediğini düşünüyoruz. Ne var ki yer alan tutarsız iddiaların topluma mal edilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Bu iddialar her ne kadar hakikatte müspet bir karşılık bulamasa da tarihe bir kara leke olarak not edildi. Biz de elinizdeki bu çalışma ile rapordaki usülsüzlük, ilmî verilerden yoksunluk, şartlanmışlık ve önyargıları tarihe mal etmek için böyle bir gayret içerisine girdik.

RAPORUN USÜL AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

Diyanetin, Hizmet hareketine yönelik hazırlamış olduğu raporun mahiyetini anlayabilmek için öncelikle raporun hazırlanmasında nasıl bir usulün takip edildiğinin bilinmesi gerekirdi. Bu sebeple rapor üzerinde müzakerelerde bulunuldu ve şu neticelere ulaşıldı:

Rapor İlmî Bir Çalışma Olmaktan Uzaktır

Raporun ilmi bir kıymeti haiz olmadığı gibi, halkı şüpheye düşürücü bir maksat gözetildiği tespit edilmiştir. Konuyla ilgili-ilgisiz ayet ve hadisleri alt alta sıralanmış, uzun bir bibliyografya verilerek şekil şartlarını yerine getirilerek ilmi bir görüntü verilmeye çalışılmıştır. Ne var ki aşağıda zikredilen sebeplerden dolayı bu rapor ilmi bir çalışma olarak kabul edilemez. Çünkü:

a. Tahminde Bulunulmuş, Sübjektif Yorumlara Başvurulmuş ve Asılsız Tevillere Gidilmiştir.

Rapor ilmi usullerle bir hakikati ortaya çıkarmak için değil, belli kişilerce dile getirilen şeyleri Din İşleri Yüksek Kurulu’nun itibarından yararlanıp, bir kere de kaynakları kullanarak isnat etmek için hazırlanmıştır. Belli isnatları destekleyebilmek için sübjektif birtakım yorum ve tahminlerde bulunulmuş ve asılsız tevillere girilmiştir. İlmin ve ilim adamı olmanın ciddiyeti bunları kaldıramaz.

İslam tarihine baktığımızda zaman âlimlerin birbiriyle ilmî münakaşa ve münazaralarda bulunduğuna şahit oluruz. Bu münakaşa ve münazaralar bazen karşılıklı yazılan risaleler şeklinde bazen de ulema meclisinde yüz yüze gerçekleşmiştir. İslami ilim geleneğinde bir fikre nasıl itiraz edileceği veya bir fikrin nasıl savunulacağı bellidir. Bu konuyla ilgili onlarca kitap yazılmış ve bu gelenek yüzlerce yıl devam ettirilmiştir. Ne var ki Diyanet, hazırlamış olduğu raporla bu geleneği alt-üst etmiş, kendi hazırladığı kaynaklara da ters düşmüştür. Mesela Diyanet’in hazırlamış olduğu ansiklopedide ilmî münazara adabı şöyle anlatılır:

“Münâzara literatüründe üzerinde durulan konulardan biri de münâzara âdâbıdır; bununla ilgili olarak bazı ilkeler belirlenmiştir. 1. Tartışırken sözü aşırı derece uzatmamalı, ancak amacın anlaşılmasına engel olacak şekilde kısa da tutmamalıdır. 2. Yan konulara girilmemeli ve hedef saptırılmamalıdır. 3. Tartışma esnasında gülme, hiddetlenme gibi olumsuz tavırlar gösterilmemelidir. 4. Muhataba konuşma fırsatı tanınmalıdır. 5. Münâzara kurallarını ve âdâbını bilmeyen, ayrıca alay eden ve böbürlenen kimselerle tartışmaya girişilmemelidir. 6. Muhataba karşı nazik ve saygılı bir tavır takınılmalıdır. 7. Muhatabın, gerçeği ortaya çıkarmasına engel olunmamalıdır.” (DİB, İslam Ansiklopedisi, Münazara md.)

Raporda, yukarıda sayılan adabın bir tanesine bile dikkat edilmediği çok açıktır. Çalışmada asıl amacın hakikati ortaya çıkarmak ve halka dini bilgilerin doğrusunu göstermek değil, tam tersine hakkında hüküm verilen bir zümreyi karalamak olduğu açıkça görülmektedir. Münazara adab ve ahlâkına uymayan, sübjektif, karalayıcı, alaya alıcı, asılsız tevil ve yorumlarla dolu onlarca örnek vardır. Biz, misal olması açısından bunlardan bir tanesini vermekle yetineceğiz.

Örnek

Bu örnekte Hocaefendi, Bediüzzaman’a ait bir kaide üzerinden tevazuyu anlatmaktadır. Kaide şudur: “Tevazu yapayım derken Allah’ın vermiş olduğu nimetler görmezlikten gelinemez. Aksi takdirde bu, nimete karşı nankörlük sayılır.” Hocaefendi bu kaideyi, herhangi bir şahıs belirtmeksizin yorumlamakta ve şöyle demektedir:

Tevazu ve Kibir

İnsanın, muttasıf olmadığı hâlde “azamet” ve “kibir” gibi vasıflara sahip çıkıp, bunlarla diğer insanlara karşı üstünlük taslaması, onun ruh dünyası adına ciddî bir hastalık emaresidir. Böylesi insanlar, her ne kadar akıllı görünseler de, ben onların psikolojik bir hastalık içinde olduklarına inanıyor ve mutlaka tedavi olmaları gerektiğini düşünüyorum. İnsan, tevazu ile kibri birbirine karıştırmamalı ve her birini yerli yerine kullanmalıdır. Ancak, bunun tam gerçekleşebilmesi için, –Risale-i Nur’un yaklaşımıyla– insanın her şeyden önce kendi nefsinin bir sinek değerinde olduğunu nefsine kabul ettirmesi gerekir. Aksi hâlde insanın, tevazu ufkunu yakalaması imkânsız denecek ölçüde zordur.

Yeri gelmişken tevazu adına bir hususa işaret etmek istiyorum. Halk arasında umumi kabule vâbeste olmuş ve vilâyete ermiş insanlar vardır. Bazı kimselerin o şahısta gördükleri bazı hususiyetleri, bazen ona karşı ifade ettikleri de olur. Bu durumda o şahsın “Hayır, bunlar bende yok. Nerede ben, nerede bu söylediğiniz şeyler?” demesi üç açıdan doğru değildir. Bir; bu ifade o insanları müşâhede ettikleri şeylerde onları tereddüde sevk eder. İki; o insanlara karşı bir saygısızlıktır. Üç; hepsinden önemlisi de Allah’a karşı saygısızlık, hatta küfran-ı nimettir (nimete karşı sagısızlık). Şayet Allah, kendi katından göndermiş olduğu bir kısım ışınları, onun üzerinde kırıp, başkalarına yansıtıyorsa, bu yüce ve kutsî iş için o insanın, kendisini seçen Rabbi’ne karşı şükran duyguları ile iki büklüm olması gerekmez mi? Hâsılı, tevazu kavramının da yerli yerine oturtulması ve ona göre davranışların ayarlanması gerekir. Aksi takdirde tevazu niyetiyle küfran-ı nimet içine düşmeler bile olabilir.” (Gülen, Fasıldan Fasıla 4, Nil Yayınları, İzmir 2009, s. 108)

Diyanet ise hem bir niyet okuması yaparak hem de önyargılı yaklaşarak bu ifadeyi şöyle yorumlamıştır:

“Alıntıda şu hususlar açıkça gözükmektedir: 1. Allah’tan gelen ışınla Yüce Allah’ın gönderdiği vahiy, ilham veya keşif gibi bilgiler kastedilmektedir 2. Gülen, bu bilgilerin kendisine geldiği kişidir 3. Gülen, bu bilgileri almak ve dağıtmak gibi yüce ve kutsal iş için seçilmiş kişidir.”

Hocaefendinin ifadelerini bir bütün olarak okuduğumuzda onun burada tevazuyu anlattığı ve azamet ve kibir gibi özelliklerin insan ruhundaki bir boşluğa işaret ettiği sonucunu çıkartırız. Ayrıca tevazu gösterme adına, Allah’ın insana verdiği birtakım nimetleri görmezlikten gelmenin de yanlışlığını anlarız. Bugüne kadar yüz binlerce kişi bu sohbetleri dinlemiş ve böyle anlamıştır. Diyanetin çıkardığı sonuçların metinle bağdaştırılması mümkün değildir ve art niyetlidir. Diyanet böyle sonuçlar çıkarmak için hangi ilmi usulleri kullandığını mutlaka açıklamalıdır.

b. İlmi Çalışmalarla Bağdaşmayacak Üslûp, Kelime ve Cümleler Kullanılmıştır.

Raporda şu kelimeler kullanılmıştır: Örgüt lideri (14 kere), sahte-sahtekârlık (11 kere), hezeyan (10 kere), uydurmak (8 kere), ima etmek (5 kere), robotlaştırmak (4 kere), pervasız (2 kere), şarlatan (1 kere).

Ayrıca raporda geçen şu başlıkları erbâb-ı ilmin değerlendirmesine havale ediyoruz:

Yüce ve Kutsî Bir İş İçin Seçilmiş (!)

Gülen’i Üzerseniz Cehenneme Gitmekten Kurtulamazsınız

Hırı̇stiyanlıktan Vazgeçmek İsteyene Söyledı̇ğine Bak (!)

Bu başlıkların, içeriği okuma zahmetine katlanmayan insanların zihinlerinde olumsuz bir algı oluşturmak için kullanıldığı açıktır. Başlığın altında yazılanlar da başlıkta ortaya çıkan art niyetin bir göstergesinden ibarettir. Oysa hocaefendinin ifadeleri, öncesi ve sonrası ile dikkatli bir şekilde aslından okunup-dinlendiği zaman hiç de raporda belirtildiği gibi bir anlam çıkmayacağı görülecektir.

c. Alaycı Bir Üslûp ve Halk Ağzı Kullanılmıştır.

Örnek 1

Güya Yüce Allah ve O’nun kutlu elçisi ile sürekli görüşebilen, Allah ile arasında sır bulunan, felekler burcunda dolaşan, melekten merhaba gören ehl-i vefa bir zatın kendi başına bırakılması düşünülemezdi. Bir yanlış yaptığı zaman da manevî olarak düzeltilmeliydi (!)”

Örnek 2

“Öyle anlaşılıyor ki böyle bir ifadeyle o, aslında kendi saçmalıklarına ve aykırılıklarına cemaati nezdinde bir gerekçe hazırlamak peşindedir. Kendisindeki bu durumu başkalarına yansıtması ise psikoloji ve psikiyatri uzmanları tarafından değerlendirilmelidir.”

Yukarıdaki ifadeler bize magazin dergilerinden alınmış bir yazı üslûbunu çağrıştırmaktadır. Bir fikir eleştirilecekse o fikrin yanlış yönleri ortaya konulur ve ona göre bir değerlendirmede bulunulur. Raporda ise eleştirilecek bir nokta bulamadığı taktirde ele alınan fikirle ve fikir sahibiyle alay edildiğini, gözden düşürme çabalarına girildiğini görüyoruz. Bu durum raporu yazanların düştükleri aczin delilidir. Nitekim Mekke müşrikleri de fikirleriyle Efendimizin karşısına çıkamamışlar, O’nunla alay etmeyi ve birtakım iftiralarda bulunmayı tercih etmişlerdir.

d. Siyasi Bir Dil Kullanılmıştır

Dinî bir kurumun hazırlamış olduğu ilmî bir raporda daha çok dinî bir dilin kullanılması beklenirdi. Fakat raporun genelinde siyasi söylemin hâkim olduğu görülmektedir. Raporun kapağı bile son dönemlerde siyasetçiler tarafından uydurulan ismi taşımaktadır. Üslubu gösteren birkaç örneği inceleyelim;

Örnek 1

“Nitekim 15 Temmuz ihaneti ve işgal girişiminde de görüldüğü üzere Gülen bağlıları, iradelerini bütünüyle elebaşlarına teslim etmiş ve onun talimatlarını, “Mutlaka bir hikmeti vardır.” düşüncesiyle hiç sorgulamadan yerine getirmişlerdir.”

Örnek 2

“... örgüt mensuplarının motivasyonunu artırma ve yapıya yeni eleman devşirmenin bir aracı olarak kullanılmaktadır.”

Örnek 3

“Çeşitli isim, benzetme ve lâkaplarla devlet büyüklerine tahkir söylemleri dikkat çekmektedir.”

Yukarıdaki örneklerde görülebileceği üzere Hocaefendi’yi -güya- dine ait görüşleri bakımından eleştirme iddiası ile yola çıkan bir çalışmada ‘15 Temmuz Darbe Tiyatrosu’; ‘yapıya eleman devşirme’ veya ‘devlet büyüklerini tahkir’ gibi konuların ne işi olabilir.

e. Farklı Yorumlara Karşı Hazımsızlık Gösterilmiştir

Örnek 1

Hocaefendi bir vaazında, cinlerin bir kısım hastalıklara sebebiyet verebileceğinden bahsederken şöyle der:

“...mümkündür şizofreni de damarın içine yine cinler dolsun ve bozsunlar onun muvazenesini, bozsunlar. Sinir sistemini harab etsinler, bazen çıldırtsınlar, bazen de muvazeneli tutsunlar ...”

Bu ifadeler raporda şu şekilde yorumlamıştır:

“İslamî kaynaklarda cinlerin damarlara girip hastalıklara sebep olduğu yönünde bir bilgi bulunmamaktadır. Aksine onların zararlarının insanları aldatmak ve kötülüğe teşvik etmek suretiyle olduğu belirtilmektedir. Sosyal ve psikolojik nedenler yanında bazı genetik ve fizyolojik sebeplere de bağlı olarak zuhur edebilen akıl ve ruh hastalıklarının cinlerle irtibatlandırılması modern bilime de ters düşmektedir. Diğer taraftan böyle bir düşünce tarzı, Orta Çağ Hristiyanlığındaki akıl hastalarının içine cin girdiği kabulüyle paralellik arz etmektedir.”

Hâlbuki hadis-i şerifte Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şeytanın insanın damarlarında kan gibi dolaştığını ifade etmektedir. (Buhari, İ’tikaf, 8) Ayetin ifadesiyle şeytan da bir cindir. (Kehf Suresi, 18/50). Bu naslar çerçevesinde düşünüldüğünde cinlerin insanda bir kısım rahatsızlıklara sebebiyet verebileceği en azından ihtimal dahilindeyken rapor bunu kesin bir dille reddetmektedir. İslam Ansiklopedisi’nin Cin maddesinde şu ifadeler yer alır: “Cinlerin insanlarla ilişkileri ve birbirlerine karşı etkileri hususunda da âlimler arasında görüş birliği yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine göre insanlarla cinlerin birbirlerine tesir etmeleri mümkündür. Zira Kur’an’da, faiz yiyenlerin kıyamet günü şeytanın çarptığı kimselerin kalkışı gibi kalkacakları belirtilmiş (Bakara Suresi, 2/275), bir hadiste de şeytanın insan bedeninde kanın dolaştığı gibi dolaştığı bildirilmiştir (Buhârî, “Ahkâm”, 21; “Bed’ü’l-halk”, 11). Bu tür nakiller yoruma tâbi tutulmadan zâhiriyle benimsendiği takdirde şeytanlar gibi cinlerin de insanları etkileyebileceği ve meselâ onları saralı hale getirebileceği sonucuna varılabilir.” (DİA, “Cin” md.)

Hakkında ittifak olmayan bir konuda Hocaefendinin yaptığı yorumun ilmî bir çalışmada en azından bir görüş olarak değerlendirilmesi gerekmez miydi?

Örnek 2

Diğer bir örnekte yine Hocaefendi’nin bir ayetle ilgili tevcihine karşı hazımsızlık gösterilmiştir:

Hz Meryem’e temessül eden ve Kur’an’ın ‘Beşeran seviyya’ dediği ruh da –ihtimal ki- bu mânâdaki Hz. Ruh-u Seyyidü’l- Enâm’dır ...” (Gülen, Fikir Atlası, s. 59) Müfessirlerin genel kanaati, Hz. Meryem’e Allah’ın gönderdiği Ruhu’l-Kudüs’ün Cebrail (as.) olduğudur. Bu nedenle Ruhu’l-Kudüs’ün Hz. Peygamber olduğunu söylemek İslam âlimlerinin ittifakına ters düşer.”

Bu örnekte Hocaefendi, -bir hadise dayanarak- ayetle ilgili bir tevcihte bulunuyor. Ancak onun bu farklı tevcihi -bırakın üzerinde tartışmayı- en baştan reddediliyor. Dayandığı hadisin zayıf olduğu, dolayısıyla tevcihinin dayanaksız olduğu gibi bir iddiada bulunmak yanlıştır. Zira bu konudaki genel prensip; İslamiyetin genel ilke ve prensiplerine muhalif olmadığı ve ‘sadece benim yorumum doğrudur’ denmediği sürece bu tür indî yorumlara müsamaha nazarıyla bakılması yönündedir. Nitekim tefsir kitaplarında müfessirlerin, herhangi bir hadis veya ayete dayanmaksızın indî olarak yorumladıkları birçok ayet yer almaktadır.

Ayrıca tefsir ilminde, bir ayetin yorumu üzerinde sağlanan ittifak o konu üzerinde bundan böyle hiç kimsenin yorum yapamayacağı manasına gelmez. Eğer böyle olsaydı ayetler çağlara göre yorumlanamaz ve tefsir ilmi de gelişemezdi.

Bağlamından Koparılmış İfadeler Üzerine Hüküm Bina Edilmiştir

Bir söz, bir yazı veya bir davranışın ne anlama geldiğini tam olarak anlayabilmek için şu beş şeyin mutlaka biliniyor olması gerekir; zaman, mekân, muhatap kitle, kültür ve ortam. Bunları bilmeden yapılacak her türlü yorum eksik kalmaya mahkûmdur.

Diyelim ki siz, insanların kahkahalarla güldüğü bir yere aniden girdiniz. Bu insanların neye güldüğünü anlamayacağınız için ilk bakışta size garip gelebilir. Ancak anlatılan bir fıkraya güldüklerini öğrendiğinizde o zaman topluluğun bu durumunu kavrayabilir ve belki siz de onlarla aynı şeye gülebilirsiniz. Burada insanların neşeyle sohbet ettikleri bir ortam vardır ve siz bu ortamı bilmeden gösterilen davranışları tam yorumlayamazsınız.

Efendimiz, bir beyanlarında “Elbisesini kibirle yerde sürüyen kimseye Allah merhamet nazarı ile bakmaz.” (Müslim, Libâs, 42) buyurmaktadır. Bu hadise istinaden günümüzde bazı kimseler pantolonlarının paçasını oldukça kısa tutmayı önemli görmüşlerdir. Ne var ki hadisi bağlamından kopartmak suretiyle mana verildiği için yanılmışlardır. Hadisi tam olarak anlayabilmek için söylendiği dönemin kültürünü bilmek gerekir. O dönemde bir insanın elbisesinin paçalarının uzun olması kibir alameti olarak kabul ediliyordu. Günümüz kültüründe ise elbisenin uzun olması kibir alâmeti olarak görülmediği için mutlaka kısa giymeye ihtiyaç yoktur.

Yukarıda verdiğimiz örneklerde, bağlamından kopartılan bir söz veya davranışın ne kadar yanlış anlaşılabileceği görülmektedir. İrticali olarak yapılan konuşmalarda bu yanlış anlamalar çok daha fazla görülür. Bizim de raporda eleştirdiğimiz en bariz özellik, verilen örneklerin, bağlamından kopartılarak alınmış olmasıdır. Öncesinde ve sonrasında ne dediği bilinmeden sadece alıntılanan ifadelere bakan bir kişi elbette ki yanlış anlayabilir. Hocaefendiden alıntı yapılan ifadeler 30-40 yıl öncesine aittir. Raporu hazırlayanların -ilim ahlâkının gereği olarak- ifadelerin bağlamı üzerinde birkaç kelime konuşması gerekirdi. Ne var ki bir kelime bile söylememişlerdir. Onların ifade etmediği bu bağlamı biz bir nebze açıklamaya çalışalım.

Zaman : Vaazlar, 70’li yılların sonu, 90’lı yılların başı itibariyle verilmiştir. Bunları 80 darbesi öncesi ve sonrası olarak iki döneme ayırabiliriz. Darbe öncesi yani 1970’li yıllarda Türkiye’nin içinde bulunduğu ortamı bilmeden o dönemde yapılan vaazların içeriğini tam olarak anlamamız mümkün değildir. Türkiye’de 1971 yılında asker tarafından hükümete muhtıra verilmiştir. Savaşlardan yeni çıkılmış, yeni bir rejim inşa edilmiş ve devlet yavaş yavaş belini doğrultmaktadır. Halk, ekonomik sıkıntılarla boğuşmaktadır. Darbe öncesi Türkiye’nin her yerini anarşi olayları sarmıştır. Halk, ciddi olarak kutuplara ayrışmış, sokaklar bile sağcı ve solcu olarak tescillenmiştir. Her gün onlarca insan sokak ortasında öldürülmektedir.

Mevcut siyasi, sosyal ve ekonomik problemlerin yanısıra dini yönden de birçok problem vardır. Bir yandan komünizm, dini değerleri tahrip edip maneviyatı sıfırlarken diğer yandan kapitalizmin etkisiyle insanlar dünyevî bir hayat yaşamaya çağrılmaktadır. Manevi alan ciddi manada yara almıştır. İmana ait meseleler ya açıktan inkâr edilmeye veya önemsenmemeye başlanmıştır. İnsanlarda, ‘Allah tarafından yaratılmış olma’ fikri yerini yavaş yavaş ‘kendi kendine meydana geldi’ düşüncesine bırakmaya başlamıştır. Tek parti döneminde geçmişiyle bağları kopartılmaya çalışılan toplum, kendisini yönlendirecek manevi önderlerden mahrumdur. Cinler ve melekler, dede korkut hikâyelerinde anlatılan ancak gerçekliği olmayan bir takım destansı varlıklar haline gelmiştir. Keramet denilen şey, yüzlerce yıl öncesinde kalan harika hallerdir ve bugün görülmesi imkânsızdır.

Manevi hayattan bu kadar uzaklaşmış insanlara anlatılması gereken şey evvela manevi hayatın varlığı olması gerekmez mi? Maddi hayatın ötesinde meleklerden, cinlerden, ruhanilerden hâsılı gözle görülmeyen âlemlerden bahsetmek gerekmez mi? Evliya kerametini geçmişte yaşanmış birer hadise olarak anlatmanın yanında bunların bugün de yaşanabileceğini, insanların böyle bir hayat yaşamak için gayret etmeleri gerektiğini anlatmak gerekmez mi? Hocaefendi’nin 1980 öncesi vaazlarını bu bağlamda değerlendirirsek doğru sonuçlara ulaşırız.

1980 sonrası ise hem Türkiye’nin hem de hizmetlerin dış dünyaya açılması dönemidir. Bu dönem vaazlarında Hocaefendi, belli bir manevi kıvama gelen cemaati, sahip oldukları bu kıvamı başkalarına da ulaştırsınlar diye hicrete teşvik etmektedir. Evini-işini kimi zaman da çoluk-çocuğunu geride bırakıp Allah rızası için bilmediği diyarlara hicret etmek çok zor bir meseledir. Bu sebeple Hocaefendi vaazlarında Cenab-ı Hak tarafından bahşedilen, rüya, yakaza, keramet nevinden manevi birtakım müjdelerden bahsederek insanları hicrete teşvik etmiştir.

Vaazlarda anlatılan -ve raporda eleştiri mevzusu yapılan- hadiseleri bu bağlamda okuyup değerlendirmek gerekir.

Mekân : Mekân Türkiye’dir ve caminin içidir. Camide nelerden ne kadar bahsedilirse Hocaefendi de ancak o şeylerden o kadar bahsetmiştir.

Muhatap Kitle : Vaazlarda muhatap kitle, büyük çoğunluğunu avam halkın oluşturduğu cami cemaatidir. Anlayış seviyelerini, neye nasıl ilgi duyduklarını hesaba katmadan yine Hocaefendinin vaazlarını tam manasıyla anlayamayız.

Kültür : Muhatap kitlenin kültürünü de bilmemiz gerekir. Zira Hocaefendinin vaazlarını takip eden cemaat, onun sembolik diline alışmışlardır ve yadırgamazlar. Ne var ki o vaazları ilk defa dinleyenler için bu dil garip gelebilir. Burada sembolik dil mevzusuna biraz değinmemiz gerekir.

Herkesin, isteyerek veya istemeden oluşturduğu sembolik bir dil vardır. Örneğin, bilhassa edebî çevrelerde güvercinden bahsedilince “özgürlük” anlaşılır, gül, “aşkı”; bülbül ise “derdi” hatırlatır. Eğer bir şair yasak meyveden bahsediyorsa kastettiği şey “günahtır”. Yağmur, “rahmetin”; okşamak, “şefkatin”; şeytan, “düşmanın” sembolüdür. İsmail ve İbrahim ise “teslimiyeti” anlatır.

Hocaefendinin vaaz ve sohbetlerinde oluşturduğu bir kültür ve bu kültüre ait sembolik bir dil vardır. Bu dili bilmeden onun konuşmalarını yorumlamak bazen yanlış anlamalara meydan verebilir. Onun dilinde üveyk ne demektir? Aşk ne manaya gelir? Kadeh, neyin sembolüdür? Sevgili kimdir? Ağzın şeker-şerbet suyuyla hangi hadise işaret edilmektedir? Ehl-i vefa nasıl olunur? Kendini sıfırlama hangi anlamdadır? Bunların bilinmesi gerekir. Efendimizin, gaybe dair meseleleri sembol, mecaz ve teşbihlerle anlatmasını örnek alan Hocaefendi de bir kısım meseleleri bu yöntemlerle anlatmıştır.

Ortam : Her konuşmanın kendine göre bir ortamı vardır. Hocaefendi, bir konferans veya ders ortamında değil irşad ve vaaz u nasihat ortamında konuşmaktadır. İrşad ve vaazda hislerin ve duygusallığın öne çıkması ihtiyaçtır. Vaazlarda, insanların yeterince önemsemediği bazı mevzulara daha fazla eğilmek, insanları ona teşvik etmek gerekir. Bu sebeple, teşvik ve terğib için söylenen şeylerin bir kısmını almakla yetinenler yanılabilirler. Alınan bölüm konuşmanın tamamı dikkate alınarak hatta mümkünse konuşan kişinin genel görüşleri dikkate alınarak değerlendirilmedir. Ne ki raporda, bu durum tamamen göz ardı edilmiştir. Hocaefendinin, o gün için toplumda önemli gördüğü bir eksiklikten -üzerine basa basa- bahsetmesini genel kanaati gibi yorumlamışlardır.

Bağlam meselesi konuşmalarda olduğu gibi yazılarda da aynı öneme sahitir. Bir yazı genellikle, giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşur ve kendi içerisinde bir bütünlüğe sahiptir. Bazen ana fikri destekleyici örnekler de yer alabilir. Bazen de cevap verme niyetiyle ana fikre zıt birtakım görüşler nakledilir. Bütün bunları göz ardı ederek metnin sadece bir paragrafını almak ve bu şekilde yazarı eleştirmek –art niyetli insanlar için- çok kolaydır. Bu türden alıntıların defalarca uygulandığını görüyoruz. Burada bir-iki örnek vermekle yetineceğiz.

Örnek 1

“Vuslat Muştusu isimli eserinde Gülen şöyle demektedir. “... Şeytan, bazen bir baykuşu –gerekirse içine girerek– çekip sizin balkonunuza getirir ve orada saatlerce öttürür...” (Gülen, Vuslat Muştusu, s. 205-206)” “.... Nitekim baykuş vb. hayvanlara farklı anlamlar yükleyerek uğursuzluk iddia edilmesi, cahiliye döneminde görülen ve Hz. Peygamber’in, “İslam’da uğursuzluk yoktur.” (Buhârî, Tıb 53; Müslim, Selâm 110) ve “Baykuşta uğursuzluk yoktur.” (Buhârî, Tıp, 49; Müslim, Selam, 102) buyurmak suretiyle reddettiği batıl inançlar cümlesindendir.”

Alıntı yapılan bu ifadelerle Hocaefendi’nin, İslam’da uğursuzluk inancının varlığına inandığı iddia edilmektedir. Oysa mesele tam tersidir. Hocaefendi bu yazısında, İslam’da uğursuzluk diye bir inancın yerinin olmadığını anlatmaktadır. Raporda yapılan alıntıyı aşağıda bağlamıyla beraber tekrar okuyalım isterseniz, acaba onlar gibi mi anlayacağız?

“İslam’da Uğursuzluk Yoktur!..

Cahiliye’de teşe’üm (uğursuzluk inancı) çok yaygındı. O dönemin insanları hemen her şeyde bir uğursuzluk yanının bulunduğunu düşünür ve çoğu zaman hadiselerden aldıkları sinyallere göre yaptıkları/yapacakları işlere devam eder ya da onlardan vazgeçerlerdi. Mesela; evlerinin çatısına bir baykuş konar ve orada ötmeye durursa, başlarına büyük bir belanın gelmesinden korkarlardı. Kuşların isimlerinden, cinslerinden ve şu ya da bu cihete uçmalarından bir kısım manalar çıkarırlar; özellikle kasden uçurdukları bir kuş, sağa giderse hayra, sola giderse şerre yorarlardı. Ceylan gibi av hayvanlarından sağ taraftan sola doğru geçip gidenlerin uğursuzluğa sebebiyet vereceğine, sol yandan sağa doğru kaçanların ise şans getireceğine inanırlardı. Fal oklarına büyük değer verirler ve ekseriyetle, yapıp edeceklerini bunlara göre belirlerlerdi. O kadar çok uğursuzluk emaresi icad etmişlerdi ki, adeta paranoya ile yatıp kalkar hale gelmiş ve bir korku toplumuna dönüşmüşlerdi. Çoğunluk itibarıyla, ruhî bunalıma girmiş ve vücutlarının kimyası bozulmuş gibi bir hal sergiliyorlardı; sanki duydukları her ses, gördükleri her nesne ve şahit oldukları her hadise onlar için bir vehim kaynağıydı. Uğursuzluk düşüncesi genel telakkilerinin ana çizgisini teşkil etmeye başlamıştı.

Böyle karanlık bir asrı nuruyla aydınlatan İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtu vesselâm) eşya ve hadiseleri hayırsız saymayı, şundan bundan uğursuzluk çıkarmayı bâtıl addetmiş; hatta teşe’ümün bir noktada şirke varıp dayanacağına dikkat çekmişti. Fakat, tefe’ülü (hayra yorma) bütün bütün kesip atmamış, onun doğru değerlendirilmesi gerektiğini belirtmekle iktifa etmişti.

Ayrıca, şeytanın, teşe’üme yol açabilecek rüya ve hadiseleri her zaman kullanabileceği de hatırdan dûr edilmemelidir. Şeytan, bazen bir baykuşu -gerekirse içine girerek- çekip sizin balkonunuza getirir ve orada saatlerce öttürür. Böyle bir olay karşısında, “Acaba bunun manası nedir?” diyebilir ve şayet işin ehli iseniz, hadiselerin dilinden bir ima çıkarmaya çalışabilirsiniz. Fakat, onu mutlaka başınıza gelecek bir felaketin habercisi gibi görmeniz ve o afeti beklemeye durmanız mü’mince bir davranış değildir. Zaten şeytanın öyle bir hileden maksadı, tansiyonunuzu yükseltmek, ruhunuzda gerilim hasıl etmek, vücudunuzun kimyasını bozmak, sizi ciddi anguazlara sokmak ve hatta psikosomatik rahatsızlıklara sürükleyerek ibadet ü taatinizden dahi alıkoymaktır.

Sözün özü; eşya ve hadiseleri hayırsız saymak, şundan bundan uğursuzluk çıkarmak bâtıldır; hatta teşe’ümün bir derecesi şirke varıp dayanır .” (Vuslat Muştusu, 204-206)

Örnek 2

“Haçlının ülkenizi işgal etmesi çok tehlikeli değildir. Çünkü sizinle onlar arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar sizin kadınınıza, kızınıza ilişmezler. Mabedinize ilişmezler. İlişmemiş Haçlılar.” ... Sonuç olarak dinlerarası diyalog adı altında belli bir siyaset mühendisliği olduğu anlaşılan ortak bir dinî teoloji veya dinî kültür birliği oluşturma çabası, dinî açıdan hiçbir şekilde tasvip edilemez.”

Hâlbuki Hocaefendi konu akışı içerisinde, bugün Türkiye’de Müslümanlık görüntüsü altında yapılan zulümlerle bir kıyas yapmakta ve bu zulümlerin yanında haçlı işgalinin daha hafif kalacağını ifade etmektedir. Söz konusu metin öncesi ve sonrasıyla şöyledir:

“En tehlikeli şey, şeytanın kafiri kafiri yapması değildir, münafığı Müslüman göstermesidir. En tehlikeli şey odur. Haçlının ülkenizi işgal etmesi çok tehlikeli değildir. Çünkü sizin ve onların arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar sizin kadınınıza, kızınıza ilişmezler. Mabedinize ilişmezler. İlişmemiş Haçlılar. Fakat münafık meseleyi öyle bir karıştırır ki, Müslümanlık ile kafirlik bir harcın parçaları gibi farklı kimyevi şeylerin bir araya gelmesi gibi olur.”

Diğer bir mesele ise yukarıda bir miktar değindiğimiz ortam mevzuudur. Hocaefendi de vaaz u nasihatin gereği olarak bazı meselelerin önemini belirtmek için o mesele üzerinde ısrarla durmuştur. Haçlıların kadınlara ve mabetlere ilişmediği meselesi yüzde yüz geçerli olmasa bile mukayese bağlamında söylenmiş bir sözdür. Ayrıca hislerin öne çıkartıldığı bu tarz konuşmalardaki ifadelerin, hissiyatın ifadesi bağlamında değerlendirilmesi gerekir. Daha önce söyledikleriyle birlikte değerlendirilince Hocaefendi’nin hiç de “ortak bir dinî teoloji veya dinî kültür birliği oluşturma çabası” içinde olmadığı, Müslümanlar arasındaki nifaktan ve münafıkların yaptığı zulüm ve baskılardan bahsettiği açıkça görülecektir.

Okuyucuya Belli Fikirler Zorla Empoze Edilmektedir

DİB raporunu hazırlayanlar, iki yönden fikir empozesinde bulunmuşlardır:

Birincisi , raporun giriş kısmında, Hocaefendi’den alınan metin ya da konuşmaları sunmadan önce maddeler halinde kendi anladıklarını yazmışlar, böylece daha konuya girmeden okuyucuyu yönlendiren, şartlandıran bir dikte denemesi yapmışlardır. Daha sonra da her başlık altında, yapılan alıntılardan sonra maddeler halinde kendi anladıklarını (tahrifatlarını) yazmışlardır. Yani metinden anlaşılabilecek manalar konusunda okuyucuya bir düşünme payı bırakmamışlardır. Başlığın yönlendiriciliği, alıntıların cımbızlanarak yapılması da buna eklenince, raporu okuyan kişinin daha baştan Hocaefendi’nin metnini şartlı olarak okuyacağı açıktır.

Örnek

Yeri gelmişken tevazu adına bir hususa işaret etmek istiyorum. Halk arasında umumî kabule vâbeste olmuş ve vilâyete ermiş insanlar vardır. Bazı kimselerin o şahısta gördükleri bazı hususiyetleri, bazen ona karşı ifade ettikleri de olur. Bu durumda o şahsın “Hayır, bunlar bende yok. Nerede ben, nerede bu söylediğiniz şeyler!” demesi üç açıdan doğru değildir. Bir; bu ifade o insanları müşâhede ettikleri şeylerde onları tereddüde sevk eder. İki; o insanlara karşı bir saygısızlıktır. Üç; hepsinden önemlisi de Allah’a karşı saygısızlık, hatta küfran-ı nimettir. Şayet Allah, kendi katından göndermiş olduğu bir kısım ışınları, onun üzerinde kırıp, başkalarına yansıtıyorsa, bu yüce ve kutsî iş için kendisini seçen o insanın Rabbi’ne karşı şükran duyguları ile iki büklüm olması gerekmez mi? Hâsılı, tevazu kavramının yerli yerince oturtulması ve ona göre davranışların ayarlanması gerekir. Aksi takdirde tevazu niyetiyle küfran-ı nimet içine düşmeler bile olabilir.” (Gülen, Fasıldan Fasıla 4, Nil Yayınları, İzmir 2009, s. 108)”

Bu alıntıdan sonra raporda şu üç maddelik değerlendirme yapılmıştır:

“1. Allah’tan gelen ışınla Yüce Allah’ın gönderdiği vahiy, ilham veya keşif gibi bilgiler kastedilmektedir.

2. Gülen, bu bilgilerin kendisine geldiği kişidir.

3. Gülen, bu bilgileri almak ve dağıtmak gibi yüce ve kutsal iş için seçilmiş kişidir.”

Bu maddelerden birincisi isabetli olsa da ikinci ve üçüncü maddeler tamamen okuyucuyu yönlendiren, şartlandıran ve onlara bakış açısı empoze eden niyet okumalarıdır.

İkincisi , bazı örnek ve alıntıların tekrarlanması suretiyle anlatılan hususların, okuyucunun zihnine iyice yerleşmesi hedeflenmiştir.

Örnek

Prizma örneği raporun üç farklı yerinde kullanılmıştır. Bunlardan biri şöyledir:

“Gülen, kendisini, Allah’ın kendisine gönderdiği bilgileri diğer insanlara aktaran, anlatan bir konuma yerleştirmektedir. Bunu ışının prizmada kırılıp yansımasına benzeterek anlatmaktadır.”

Burada, Hocaefendi’nin, toplum karşısında mesuliyeti olan insanları anlatırken benzetmeamaçlı kullandığı ve aynı zamanda seri halindeki bazı kitaplarının ismi olan prizma kelimesi üzerinden onun kendini kutsadığı neticesi çıkarılmıştır. Hâlbuki prizma basit tarifiyle ayrıştıran ve yansıtan bir maddedir; üzerine gelen ışığı ayrıştırır ve etrafına yansıtır. Bu manada her ilim ve fikir adamı, her veli, her öğretmen, her hoca bir prizma gibidir. Allah’ın lutfuyla kesbî ya da vehbî olarak elde ettiği bilgileri toplumun idrakine uygun olarak anlatır ve etrafını aydınlatmaya çalışır. Konu bu kadar basit ve açıkken prizmadan komplike manalar çıkarmak, açık ifadesiyle halka kendi düşüncelerini empoze etmek ve onları şartlandırmaktır.

Tasavvufi Kavramlardan Habersiz Bir Kesim Tarafından Hazırlanmıştır

Örnek 1

“Cenâb-ı Hak, gözünü haramdan çeviren bir insanın kalbinde, imana ait öyle bir lezzet vermektedir ki bu lezzet, o insana âdeta her türlü iştihayı (arzuyu) unutturmaktadır. O kişinin haram karşısındaki bu tutumu, daha sonra Cenâb-ı Hakkı müşahede gibi mühim bir neticeyi de semere verecektir. Bu müşahede ötede olabileceği gibi bu dünyada da olabilir.” (Gülen, Yol Mülahazaları, Nil Yayınları, İzmir 2008, s. 80) Bu ifadelerde, gözünü haramdan koruyan kimselerin Cenâb-ı Hakk’ı müşahede (görme) gibi güzel bir sonuçla karşılaşacakları dile getirilerek bunun âhirette olabileceği gibi bu dünyada da gerçekleşebileceği iddia edilmektedir.”

Örnekte geçen ‘müşâhede’ kelimesinin ne manaya geldiği Tasavvuf eserlerinde gayet açık olarak izah edilmiştir. DİB tarafından hazırlanan İslam Ansiklopedisi’nin “Müşâhede” maddesinde konuyla alâkalı şu bilgiler verilmektedir: “Müşâhede kelimesi tasavvufta, Allah’ın zuhur ve tecellîlerini görmeyi, seyir ve temaşa etmeyi ifade eder. Müşâhedenin; gözün müşâhedesi, kalbin müşâhedesi, ruhun müşâhedesi ve sırrın müşâhedesi gibi mertebeleri vardır. Gözle (basar) müşâhede hareket noktasıdır; bunun ilerisi kalp gözüyle (basîret) müşâhededir. Belli bir mânevî mertebede bulunan bir sâlike içinde bulunduğu mertebenin üstü gâibdir, onunla üst mertebeler arasında birçok perde (hicâb) bulunur. Sülûkün amacı bu perdeleri aşıp ardındaki ilâhî hakikatleri temaşa etmektir.” “Müşâhede ise hiçbir şüphe kalmadan Hakk’ın kalpte huzurudur; Cüneyd-i Bağdâdî’nin ifadesiyle sâlikin kendini kaybederek Hakk’ı bulmasıdır.” (DİA, “Müşâhede” md.)

Görüldüğü gibi bu açıklamalarda, insanın Allah’ı beden gözüyle görmesinden bahsedilmemektedir. Raporda ise sanki Hocaefendi böyle bir iddiada bulunuyormuş gibi yorum yapılmıştır. Bu yaklaşım, ya tasavvufi kavramın manasını bilememekten ya da bildiği halde manayı saptırmaktan kaynaklanmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki heyet, diyanetin ilmî dev bir kadroya hazırlattığı kendi temel kaynaklarına bile bakma zahmetine girmemiştir. Kalb ve ruhun sınırları, insan idrakini aşkındır; ancak tecrübeyle anlaşılacak boyuttadır. Bu açıdan, kalbî ve ruhî hayatı tecrübe etmeyen kimse müşâhedenin ne olduğunu bilemez ve bu konuda hüküm de veremez.

Örnek 2

Ben şimdi tepeden tırnağa his kesilmiş doğrudan doğruya O’nun rahmeti adına konuşuyorum. Şu anda adeta gazabını unuttum gibi. Rahman ve Rahim gözümün önünü doldurdu. Bismillahirrahmanirrahim adeta beni çepeçevre sardı. Allah, Rahman Rahim huzurunuzda mütecellî...” (1979-07-09_Gonul Dunyamizdan-02 - Muhabbet fedailerinin özellikleri - Beraat Gecesi (İzmir-Hisar Camii), dk. 38 vd.) Yukarıdaki pasajdan anlaşıldığına göre: ... Allah, konuştuğu toplulukta tecellî etmekte yani apaçık görünmektedir.”

Bu yorumda da yine tasavvuf kavramlarından biri olan “tecellî”nin manasının anlaşılmadığı ortaya çıkmaktadır. İslam Ansiklopedisinin “Tecellî” maddesinde bu kavram şu şekilde tarif edilmektedir: “Hakk’ın varlığının çeşitli mertebelerde zuhur etmesi, sâlikin keşf yoluyla bu zuhuru idrak etmesi anlamında tasavvuf terimi.” (DİA, “Tecellî” md.) Böyle bir tarifle başlayan konunun devamında Allah’ın zatıyla, esma ve sıfatıyla tecellîsinden bahsedilmekte ve bu tecellîlerin insanda nasıl tezahür ettiği anlatılmaktadır. Görüldüğü gibi tarifte Allah’ı görmekten ya da O’nun apaçık görülmesinden değil, bir idrakten, bir şuurdan bahsediliyor. İdrak ve şuur ise müşâhede konusunda olduğu gibi gözden ziyade kalbin işidir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in ‘ihsan’ı tarif ederken, “Rabbine, O’nu görüyormuş gibi ibadet et” buyurması, Abdullah b. Ömer’in, “Tavaf esnasında Allah’ı görür gibi olurduk” demesi tecellîye dair birer örnektir. (Bkz. DİA, “Tecellî” md.)

Ayrıca insanın, Allah’ın rahmetini açıklaması, insanlara o rahmeti müjdelemesi manasına “O’nun rahmeti adına konuşmak” tabirini kullanmakta din usulü açısından hiçbir mahzur yoktur. Bu tür ifadeleri biz sohbet ve vaazlarımızda hatta günlük konuşmalarımızda bile rahatlıkla kullanırız ve bununla Allah’ın rahmetinin ne kadar engin olduğunu kastederiz.

Diğer yandan yine tasavvufî kaynaklarda ifade edildiği üzere Allah Tealâ kâinatta daima isim ve sıfatlarıyla tecellî etmektedir. Bütün kâinat O’nun isim ve sıfatlarının tecellîlerinden ibarettir. Bu açıdan Hocaefendi “Rahman ve Rahim, huzurunuzda tecellî ediyor” derken, tasavvuf ilminde kabul edilmiş bir mevzuyu seslendirmekten başka bir şey yapmıyor.

İslam’ın Ruhi Hayatı ve Metafizik Gerçekler Adeta Gözardı Edilmiştir

En bariz özelliklerinden biri de -hemen tüm rapor boyunca- meselelere rasyonalist ve maddeci bir akılla yaklaşılmasıdır. Öyle ki İslam’ın ruhî hayatı, metafizik gerçekler, güçlü bir inancın madde âlemindeki tesirleri inkâr edilircesine görmezden gelinmiştir. Bu arada âlimler tarafından hak olduğu (dinde bir yerinin olduğu) ifade edilen ve sayısız kere tecrübe edilen keramet gibi bir hakikat “akıl dışı garip şeyler” denilerek inkâr edilmeye çalışılmıştır.

Örnek 1-2

Bu örnekte, Kutsilerin Takvası adlı vaazda Hocaefendi’nin anlattığı iki olay alıntılanmıştır. Fakat biz bu alıntıları olduğu gibi değil özet halinde aktaracağız: Birinci olay şöyledir: Bediüzzaman Hazretleri Barla’ya gittiğinde Muhacir Hafız Ahmed Efendi’nin evinde misafir olur. Gece kalkar teheccüd kılar ve günlük evrad ü ezkarını okur. Allah’ı zikrederken evin duvarları inlemeye ve bu arada Yunus ve Eyyüb aleyhimesselam’ın Kur’an’da geçen duaları duyulmaya başlar. Zira o esnada Üstad da bu duaları okumaktadır. Evin sahibi kalb insanıdır, halden anlar. Heyecanla uyanır, hanımını da uyandırır ve Üstadın Allah’ın kendilerine bir lutfu olduğunu söyler.

İkinci olay ise hac yolculuğu esnasında mola halindeyken bir Hak dostunun otobüste sessizce zikre dalması, bir müddet sonra otobüsün lerzeye gelmesi, bu arada Hak dostunun cehenneme girecek ümmet-i Muhammedi düşünerek “Allah’ım onları değil beni yak” demesi şeklindedir.

Bu iki olay anlatıldıktan sonra raporda şu değerendirme yapılmaktadır:

“Din adına akıl dışı garip şeyler anlatarak dikkat çekmek öteden beri bir takım şarlatanların taktiği olagelmiştir. Burada aktarılan pasajlar da bunun tipik örnekleridir. Bu tür anlatımlar, halkı doğru din anlayışından uzaklaştıran yaklaşımlardır.”

Burada üç husus vardır : Birincisi keramet gibi sayısız örneği yaşanan bir gerçeği “akıl dışı garip şeyler” diye vasıflandırmak. Hâlbuki DİA’nın “ Keramet” maddesine bakıldığında konunun ele alınış şeklinden ve tasavvuf büyüklerinin yaklaşımlarından, kerametin hiç de akıl dışı olmadığı, sadece olağanüstü bir hal olduğu ve bunun Allah’ın veli kullarına bir ikramı olarak görüldüğü anlaşılacaktır. Hem teoride hem de pratik tecrübelerde tarifi, çerçevesi, çeşitleri, bir kısım vartaları bu kadar açık ve net olarak belirtilen bir hakikati inkâr etmek, ilimle ve ilmî olmakla bağdaşmaz.

İkincisi , bu tür kerametlerin anlatıldığı yerde Hocaefendi’nin maksadı keramet anlatmak değil, o yolla başka bir hakikati vurgulamaktır. Mesela Bediüzzaman örneğinde anlatılmak istenen şey, Üstad’ın gece hayatı, dua dünyası, Allah’la olan irtibatıdır. Bu irtibat neticesinde Allah ona böyle bir manevi ikramda bulunmuştur. Meseleyi konu bütünlüğünden kopararak sanki Hocaefendi hep böyle kerametler anlatıyor ve bunu da dikkat çekmek için yapıyormuş gibi lanse etmek de yine ilmîlikle bağdaşmaz.

Üçüncü husus ise raporu hazırlayanların rüya, keramet, ilham gibi metafizik hadiselere, imanın gücüyle pek çok imkânsız görünen şeyin mümkün hale gelmesi türünden yaşanmış hakikatlere kapalı bulunmalarıdır. Ayrıca bu insanlar, kalb, ruh ve hayalin kapasitesinden habersiz görünmektedirler. Hâlbuki kainatın bir mülk yönü bir de melekût yönü vardır. Yani bir fiziki alem vardır, bir de metafizik alem. Göz, kulak, deri ve akıl gibi organ ve duyularımız kâinatın maddi yönünü algılarken, bunların kapasitesinden çok daha aşkın bulunan ruh, kalp ve lâtifelerimiz maddenin çok ötesini müşâhede edebilmektedir. İnsandaki maddi gözün görme kabiliyeti çok sınırlı iken, kalp eğer usulünce inkişâf ettirilirse gözün görmediği nice âlemleri görür, hatta cennet ve cehennemi müşâhede edebilir. Tıpkı rüyada olduğu gibi.. Rüyada gören şey maddi göz değildir, çünkü o anda göz kapalıdır. Ancak insan uyandığında “Rüyada şunu gördüm.” diye bahsetmektedir. Öyleyse burada maddi gözün dışında bir görme söz konusudur. İşte bu kadar kolay anlaşılabilir bir mesele bile raporu hazırlayanlar tarafından göz ardı edilmiştir.

Ayrıca Peygamberimizin rüyalara girmesi, gelip bizzat insanlar arasında dolaşması, cemaate görünmesi yadırganmakta ve bunların asılsız olduğu ifade edilmektedir. Bu hükümleriyle raporu hazırlayanlar, farkına varmadan kendilerine, manevi alemlere kota koyma yetkisi vermektedirler. Yani “Peygamber Efendimiz rüyada görülemez”, “O’nun ruhu gelip aramızda dolaşamaz” der gibi bir halleri vardır. Hâlbuki mülkün de melekûtun da fiziğin de metafiziğin de sahibi olan Allah, istediği ruhu istediği kimseye gösterebileceği gibi yine istediği ruhu istediği yerde gezdirebilir. Nitekim bir ayette şehitlerin hakikatte canlı oldukları bildirilmektedir. Bu hakikatin bir tecellîsi olarak pek çok şehit ruhunun bu âlemi ziyaret etmesi, sevenlerine ve ailesine görünmesi meşhur vakalardandır. Şehitler eğer böyle bir nimete mazhar olabiliyorsa peygamberler neden mazhar olmasınlar. Zira âlem bu görülen âlemden ibaret olmadığı gibi göz de bu maddi gözden ibaret değildir. Peygamberimizin ruh-u şeriflerinin vefatından sonra ümmetiyle alakadar olduğuna/olacağına dair pek çok tecrübenin yanında naslardan bazı deliller de vardır. Bunlardan sadece şu hadis-i şerifi nakletmekle yetineceğiz: “Bir kimse bana salâvat getirdiğinde Allah bana ruhumu iade eder, ben de o salâvata karşılık veririm.” (Ebû Dâvud, Menâsik 97)

Önyargı ve Art Niyet Hâkimdir

Fazlaca rastlanan bir husus da önyargı ya da art niyetin hâkim olmasıdır. İlmî olduğu iddia edilen ve tamamen mevcut kitap ve kayıtlar üzerine yoğunlaşan bir çalışmada defalarca “örgüt lideri”, “elebaşı” gibi hitapların yer alması, bu önyargı ve art niyetin bir emaresi olsa gerek. Hâlbuki bir şahsın fikirleri araştırılırken o şahsın beyanları esas tutulmalı, beyan üzerine yapılacak yorumlar da ilmî kriterlerle ve gerçeklerle çelişmemelidir.

Örnek 1

“FETÖ elebaşı, 09.02.1979 tarihinde yaptığı bir konuşmada yıllar öncesinden 15 Temmuz darbe girişiminin adeta detaylarını vermektedir: “Ama sen her şeyi salıverirsen, bir yerde asker, öbür yerde subay öldürülür, öbür yerde parlamentoya bomba konur, öbür yerde Meclis tahrip edilir. Başka bir yerde masum halkın üzerine ateş edilir. Bütün bunların temelinde küfür vardır, küfran vardır. Maziyi inkâr vardır, kendinden kaçış vardır. Zulmanilik vardır, maziye sövüş vardır. Veyl olsun topunun köküne!” (1979-9-02-09_Zekat-7.mp3”, dk. 01:15:00 vd.).”

1979’da yapılmış olan ve darbeyi, anarşiyi reddedip kötüleyen bir konuşmadan 2016’da oynanan ve masum insanların üzerine atılan bir darbe tiyatrosunun detaylarını çıkarmak, ilmî çalışma olduğu iddia edilen bir metinde ancak art niyetle açıklanabilir.

Örnek 2

“...İçimizden bir kısmımız kalbinde onlarla sohbet ederler, bazılarımızın nazarında onlar temessül ederler. Bazen ruhaniler görünür bazen de cinler görünür. Bilim yanlışlıkla bunları başka şekilde izah edebilir...” (02 Sesli Vaazlar-1/ Melekut Alemi/1978-03-03_Melekut Alemi-01.mp3, dk. 30:20) Melekler; insanlar ve cinlerden farklı yaratılan, duyularla algılanamayan, Allah’ın ve Elçisi’nin bildirmesi ile hakkında bilgi edinilen nurani varlıklardır. Âlemin görünen (şehadet) tarafında değil, görünmeyen (gayb) tarafında yer alan meleklerin, insan suretinde görünmesi olağanüstü bir durum olduğundan, böyle bir olay basit bir hâdise gibi sunulamaz.”

Verilen örnekte tenkit edilebilecek birşey bulunamayınca adeta art niyet tezahürü olarak meleklerle insanların görüşmesinin sıradan bir hadise gibi aktarıldığı ve bunun da inanç esaslarına aykırı olduğu ifade edilmiştir. Bu tür bir aktarım –velev ki sıradan bir hadise gibi aktarılsın- bizim bildiğimiz hiçbir inanç esasına aykırı olmadığı gibi bugüne kadar bu meselenin istismar edildiğini de bilmiyoruz.

Niyet Okuma Hâkimdir

Kişinin beyanları asıl olması gerekirken aşağıdaki örneklerde de görebileceğimiz gibi beyanlar ya farklı şekillerde yorumlanmış veya “şunu kastediyor” demek suretiyle adeta niyet okumasına gidilmiştir. Niyet okuması yöntemiyle yapılacak hiçbir çalışmadan sağlıklı bir sonuç çıkmayacağı gibi, bu yöntem sayesinde en masum insanlar bile rahatlıkla suçlu gösterilebilir. Raporda kullanılan şu cümleler bu niyet okumayı açıkça göstermektedir.

Örnek 1

“...Hz. Peygamber’le görüştüğünü ima etmekte...”

“...Allah, Cebrail ve Hz. Peygamber ile nitelik ve niceliği belirsiz bir şekilde görüştüğünü ima etmektedir.”

“...birilerinin bilgi sahibi olabileceğini ima etmektedir.

Örnek 2

Her ne kadar Bu diyalog tüm farklılıkları koruyarak herhangi bir zorlamaya girmeden, hoşgörü ve anlayış içinde ortak meseleleri konuşma, müzakere etme ve işbirliği yolları arama gayreti ” gibi takdim edilse de, aslında bunun Kilise ve Batı ile sıkı bir ilişki kurma, onların desteklerine mazhar olma gibi gizli bir amaca matuf olduğu zaman içerisinde anlaşılmıştır. 

Mecazî İfade ve Teşbihler Gerçek Gibi Lanse Edilmiştir

Örnek

“1978 yıllarındaydı. Çamaşırlarım iyice birikmişti. Akşam yıkarken bayağı canıma tak etti. Bir ara içimden, “Acaba evlense miydim?” diye geçti. Katiyyen düşünme şeklinde değil, şimşek süratinde gelip geçen bir fikir. Ertesi gün erken vakitlerde bir arkadaş geldi ve bana şunu nakletti: Akşam rüyamda Efendimizi gördüm. Size selam söyledi ve “Evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem” buyurdu. Bu bir rüyaydı. Rüya ile amel edilmeyeceğini de biliyordum, ama şahsım adına bu işarete saygılı olmaya çalıştım. (Küçük Dünyam, s. 63) İslam inancına göre Hz. Peygamber, Cebrail veya Azrail dahi olsa, bir kişinin ölümü hakkında bilgi ve hüküm verme yetkisi hiç kimseye verilmiş değildir. Bu, Allah’a ait alana müdahale anlamına gelir.”

Rüyada görülen şeyleri hakikat olarak kabul edip üzerine yorum yapmak ve buradan hareketle de rüyayı göreni bile değil rüyanın kendisine anlatıldığı kişiyi tenkit etmeye çalışmak ancak art niyetle açıklanabilir. Hâlbuki bu bir rüyadır. Rüyada görülen şeyler çoğunlukla semboliktir. Bu sembolleri alıp gerçek hayatta söylenmiş gibi yorumlamak, ilimle ve ilmîlikle bağdaşmaz. Kaldı ki rüya bile olsa burada geçen “evlendiği gün ölür” ifadesinin mecâzî bir ifade olduğu da açıktır.

Hukuki Altyapısı Yoktur

Ne İslam hukukuna ne de merî hukuka uygun bir dil kullanılmamıştır. Zira hukukta beraat-i zimmet asıldır; suçu ispatlanana kadar kişi masum kabul edilir. Eğer bu asla riayet edilmezse toplumda herkes suçlu ilan edilebilir. Düşmanı tarafından iftira atılan bir insana suçu sabitmiş gibi muamelede bulunmanın ve onu birtakım haklardan mahrum kılmanın ne kadar yanlış olacağı herkesin malumudur. Aynen bunun gibi de Hocaefendiye isnad edilen suçların mahkeme süreci halen devam etmektedir. Devam etmekte olan bir dava hakkında hiç kimse konuşup ihsas-ı re’y’de bulunamaz. Fakat buna rağmen raporda, hocaefendi yargılanmış ve suçu sabit olmuş gibi bir dil kullanılmıştır.

Ayrıca mahkemelerin beraat kararı verdiği ve defalarca medyada tekzip edilen konular -bir suçmuş gibi- tekrar gündeme getirilmiştir. Mesela; kendi mensuplarını kadrolara yerleştirip devleti ele geçirme, sınavlarda usülsüzlük gibi iddialar mahkemelerce verilmiş hükümler olmayıp siyasetçiler tarafından ortaya atılmış boş iddialardır.

Bu ve benzeri bütün iddialar, 2000 yılında başlayan ve 24 Haziran 2008 tarihinde sona eren sekiz yıllık mahkeme süreci sonunda Yargıtay Ceza Genel Kurulu tarafından hükme bağlanarak nihaî şekilde reddedilmiştir.

Tekfirci Bir Yaklaşım Sergilenmiştir

Örnekler

“... bu sözleri ve ihtiva ettiği düşünceleri dalalet (sapkınlık) olarak nitelemek kaçınılmazdır.”

“... bu yorum ve değerlendirmeler tam bir fırka-i dâlle yaklaşımıdır.”

“Bazı İslam âlimleri ise böyle bir iddiayı ileri sürmenin kişinin imanını zedeleyeceği görüşündedir.”

“Nitekim bu görüşleri savunan Müşebbihe ve Mücessime gibi gruplar tarih boyunca sapkın olarak nitelendirilmişlerdir.”

“Örgüt liderinin bu menkıbesindeki (!) bakış açısının da inkârcı zihniyetle aynı olduğu görülmektedir.”

Verilen örneklerde Hocaefendinin ve dolayısıyla Hizmet hareketine mensup olan herkesin açıkça tekfir edildiği görülür. Tekfirci (bir müslümanın küfür ve dalalet içerisinde olduğunu iddia etme) bakış açısı bugün özellikle İslam dünyasının baş belası akımlarından birisidir. Bu sapkın anlayışa göre tekfir edilen kişi her şeyi hak etmiş demektir ; kanı helâldir, malı ganimettir, hanımları ve kızları da cariye olarak alınabilir . Oysa İslam hukukunda bu konular, hassasiyetle korunması gereken beş temel ilke kapsamında tutulmuştur.

Tekfir meselesinin nasıl ortaya çıktığını ve ne büyük bir bela olduğunu anlayabilmek için Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlatılmış olan İslam Ansiklopedisi’nden yaptığımız şu alıntının yeterli olacağı kanaatindeyiz;

“Tekfir

Sözlükte “örtmek, gizlemek; nankörlük etmek” anlamındaki küfr (küfrân) kökünden türeyen tekfîr “küfre nisbet etmek, mümin diye bilinen bir kişi hakkında kâfir hükmü vermek” demektir.

Bazı âyetlerde müslüman olduğunun bir işareti olarak selâm veren birine, “Sen mümin değilsin” şeklinde karşılık verilmemesi emredilmiş (en-Nisâ 4/94), savaşa gitmekten korkan münafıklar hakkında “küfre daha yakın” ifadesi kullanılmak suretiyle “müslümanım” diyen kimseleri bazı karînelere dayanıp tekfir etmenin yanlışlığına dikkat çekilmiştir (Âl-i İmrân 3/167).

Hadislerde nakledildiğine göre Hz. Peygamber, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve kendisinin nübüvvetine inanıncaya kadar insanlara karşı mücadele etmekle emrolunduğunu, kelime-i tevhidi söyleyenlerin kanlarının ve mallarının koruma altına alındığını, kıbleye yönelip namaz kılanların ve müslümanların kestiği hayvanın etini yiyenlerin Allah’ın ve resulünün güvencesini kazandığını, dolayısıyla tekfir edilemeyeceğini belirtmiş (Buhârî, “İman”, 17, “Salât”, 28; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 95), müslümana kâfir diye hitap eden kimsenin kendisinin küfre gireceğini haber vermiştir (Müsned, II, 18; Buhârî, “Eymân”, 7, “Edeb”, 73).

Tekfir meselesinin ashap devrinin sonlarına doğru ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Bu problem, Hz. Ali ile Muâviye b. Ebû Süfyân arasında vuku bulan Sıffîn Savaşı’nda halifenin ordusunda bulunan ve daha sonra Hâricîler diye anılan bir grubun, isyancılarla savaşılmasını emreden ilâhî hükmü terkedip ihtilâfı çözmek için hakeme başvurulmasına rıza gösteren Hz. Ali ile Muâviye’yi ve bunu onaylayan ashabı tekfir etmesiyle başlamıştır (Hayyât, s. 102; Eş‘arî, I, 4-5; II, 452).

Ebû Hanîfe ile Şâfiî’nin belirttiğine göre ortaya çıkmaya başlayan ilk itikadî mezheplerin mensupları başta ashap olmak üzere muhaliflerini tekfir etmeyi sürdürmüş ve bu durum umumi bir iptilâ halini almıştır (Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-müteallim, s. 11; İbn Asâkir, s. 338). Siyasî ihtilâflardan kaynaklanıp beslenen tekfir hareketinin öncüleri olan Hâricîler’i takip eden bazı bid‘at ehli kelâmcılarının yeterli bilgiye sahip bulunmadıkları, özellikle Resûl-i Ekrem’in uygulamalarını iyi bilmedikleri belirtilmektedir (İbn Hazm, IV, 237; Gazzâlî, Faysalü’t-tefrika, s. 95-97). Bu da tekfirin ortaya çıkmasındaki temel sebebin cahillik olduğunu kanıtlamaktadır. Buna siyasî hırs ve menfaat, mezhep taassubu, nefsânî arzulara uyma, dinde aşırılığa kaçma ve katı davranma, mezheplerin yerilmesi veya övülmesine ilişkin uydurma rivayetlere inanma gibi etkenleri de eklemek gerekir.

Başlangıçta büyük günah işleyen müminin dinden çıkıp çıkmadığı konusuyla sınırlı kalan tekfir mezheplerin teşekkülünden sonra farklı bir boyut kazanmış ve mezhep mensupları hemen her meselede muhaliflerini tekfir etmeye yönelmiştir.

Ehl-i kıbleyi tekfir etmemeyi bir ilke olarak benimseyen Ehl-i sünnet âlimleri muhaliflerini sadece hataya nisbet edip tekfirden uzak durduklarını ileri sürmüştür (Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, s. 299).

Öte yandan Ebû Hanîfe’nin ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceği hususunda ortaya koyduğu esas hemen bütün Sünnî âlimleri tarafından benimsenmiştir. İmanın tarifi, imanı teşkil eden unsurlar, iman-amel münasebeti ve tekfir gibi konuların işlenmesi sırasında söz konusu âlimlerin tutumu bunu ispat etmektedir.

Sünnîler’in müslümanların büyük çoğunluğunu teşkil etmesi, diğer mezheplerin zayıflaması veya ortadan kalkması sebebiyle eski devirlerde tekfir meselesi gündemde fazla kalmamıştır. Son dönemlerde Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve müslümanların Batı medeniyetinin etkisi altına girmesiyle birlikte tekfir problemi yeniden baş göstermiştir. 1928’de Mısır’da Hasan el-Bennâ tarafından kurulan ve İslâm’ın siyasî bir devlet düzeni olduğu görüşünü benimseyen İhvân-ı Müslimîn mensuplarının 1936 yılından itibaren hapse atılarak işkenceye mâruz kalması, Hasan el-Bennâ ve Seyyid Kutub gibi liderlerinin öldürülmesi üniversiteli gençleri tekfir hareketine sevketmiştir. Cemâatü’l-müslimîn (Cemâatü’t-tekfîr ve’l-hicre) adıyla bilinen bu hareket, âdil-İslâmî hükümlere göre davranmayan yöneticilerle onları destekleyen kişileri tekfir etmenin dinî bir görev olduğunu savunup bu fikri yaymaya çalışmıştır.

Tekfir Şartları

Tekfir hususunda farklı mezheplere mensup âlimlerin belirlediği temel şartlar şöylece özetlenebilir:

  1. Allah’tan başka bir ilâh bulunmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna ve O’ndan vahiy getirdiğine kesinlik derecesinde inanan bir kimsenin küfre nisbet edilebilmesi için onun bu inancını terketmesi veya ona aykırı inançları benimsemesi gerekir. İster inanca ister davranışa ilişkin olsun zarûrât-ı dîniyye içinde yer alan bir esası inkâr eden kişi dinden çıkar ve kâfir muamelesi görür; bütün İslâm âlimleri bu hususta ittifak etmiştir (Bağdâdî, s. 9; İbn Hazm, III, 246, 266-267; Gazzâlî, Faysalü’t-tefrika, s. 63, 86-87; İbnü’l-Vezîr, s. 375-377).
  2. Ehl-i kıble tekfir edilemez. Zira ehl-i kıblenin dinden sayıldığı kesinlikle bilinen bütün ilkelere inandığı kabul edilir (İbn Asâkir, s. 408-409; Ali el-Kârî, s. 162; Keşmîrî, s. 16-17).
  3. Âlimler arasındaki ihtilâflı meseleler tekfire konu teşkil etmez. Çünkü âlimlerin bir meselede farklı görüşler ortaya koyması onun İslâm dinine ait kesin bir ilke durumunda bulunmadığı anlamına gelir.
  4. İlzâmî (dolaylı) yöntemle insanlar tekfir edilemez. Zira kişinin, benimsediğini açıkça belirtmediği halde bazı münasebetlerle beyan ettiği görüşlerinden hareketle üretilen düşünceler o kişiye değil onları üretene aittir (İbn Hazm, III, 294; Kâdî İyâz, II, 1084-1085).
  5. Tekfir şartlarını belirlemekle yetinip insanları tekfir etmekten kaçınmak gerekir. Çünkü kişiyi tekfir edebilmek için onun kalbindeki inancı bilme zarureti vardır.
  6. Bilmeden bazı yanlış inançları benimseyen kimse tekfir edilemez, zira bilgisizlik mazeret kabul edilmiştir. Bundan dolayı müslümanın öncelikle insanı küfre düşüren inanç ve davranışları öğrenmesi dinî bir görev sayılmıştır (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 367).

Tekfirde asıl kabul edilen şey, Hz. Peygamber’i Allah’tan getirdiği kesinlikle bilinen vahiy konusunda açıkça yalanlamaktır. Vahyin doğru biçimde anlaşılması, İslâm’ın ana ilkelerine dair yöntem bilgisine ve nasları yorumlama birikimine sahip bulunmayı gerektirir. Bu da bir müslümanı tekfir etmenin kolay bir iş olmadığını kanıtlar. Tarihte ve günümüzde görüldüğü gibi bir müslümanı din anlayışında veya nasları yorumlamasındaki yanlışlarından dolayı tekfir etmek yerine İmam Şâfiî’nin belirttiği üzere hata ettiğini söylemek daha doğru bir yöntemdir (İbn Asâkir, s. 338). Zira küfür belli bir mezhebin görüşlerine muhalefet etmekle değil zarûrât-ı dîniyyeye inanmamakla vuku bulur, bu da kişinin sadece Allah’ın bildiği iç dünyasına vâkıf olmayı gerektirir. Hz. Peygamber’in şahısları tekfirden sakındıran tutumu ve bu konudaki hadisleri dikkate alındığında, onun bazı sözleri söyleyenlerle bazı fiilleri işleyenlerin kâfir olacağına dair beyanlarının “dinden çıkarmayan küçük küfür” mânasına geldiği anlaşılır (İbn Asâkir, s. 405; Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, s. 299-304; İbnü’l-Vezîr, s. 389-392, 399-404).” (DİA, “Tekfir” md.)

Kendi İçinde Çelişkiler Vardır

Raporda, birbiriyle çelişen ifade ve yorumlar mevcuttur.

Örnek 1

“Gülen, Hz. Peygamber’in şahsına hitap eden, “ Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da.” (Duhâ, 93/3) âyetini, kendisi hakkında kullanarak Allah’ın desteğine mazhar olmuş intibaı uyandırmaktadır. Hâlbuki bu âyet-i kerime, ilk vahyin ardından kısa bir süre vahyin kesilmesi nedeniyle müşriklerin Hz. Peygamber’le alay etmeleri üzerine onu teselli etmek amacıyla nazil olmuştur.”

Yukarıda verilen örnekte vaazı dinleyenler, Hocaefendinin bu ayeti kerimeyi kendisi hakkında kullanarak Allah’ın desteğine mazhar olmuş intibaı uyandırma gibi bir niyetinin olmadığını anlarlar. Kaldı ki kendisi böyle bir yorumda bulunmuş olsa bile raporu hazırlayanların kendilerinin de ifade ettiği gibi “ Âyetlerin iniş sebeplerinin özel ve hususî olması, bu âyetlerden umûmî ve genel anlamlar çıkarmaya engel değildir. ” Ne var ki yukarıdaki örnekte, vaazda geçen bu ayetin manasının sadece Peygamber Efendimizi kapsayacağı, başka hiçkimse hakkında geçerli olmayacağı ifade edilmiştir. Raporun aşağıda verdiğimiz kısmında ise bu sefer tam tersi iddia edilerek ayetlerin manasının belli bir kimse veya zümreye hasredilemeyeceği söylenmiştir ki doğrusu da budur.

“....İslam yorum geleneğinde Hz. Peygamber döneminde sahabeden bazı kimseler hakkında bir sûre ya da âyet inmesine rağmen ilgili âyet ya da sûre o şahsa münhasır kılınmamış; onun yerine “Âyetlerin iniş sebeplerinin özel ve hususî olması, bu âyetlerden umûmî ve genel anlamlar çıkarmaya engel değildir.” ilkesi işletilmiştir. Böylece Kur’an âyetleri, her çağın ve dönemin insanına teşmil edilebilecek genel bir çerçeve ile değerlendirilmiştir.”

Yer Yer Cehalet Örneklerine Rastlanır

Raporu hazırlayanların bazı şeyleri bilmediği ya da görmezlikten geldiği dikkat çekmektedir.

Örnek 1

“Gülen cinlerle ilgili bir konuşmasında cinlerin, habis ruhların şizofreniye yol açabileceklerini şu sözleriyle ifade etmektedir: “...mümkündür şizofreni de damarın içine yine cinler dolsun ve bozsunlar onun muvazenesini, bozsunlar. Sinir sistemini harab etsinler, bazen çıldırtsınlar, bazen de muvazeneli tutsunlar ...” İslamî kaynaklarda cinlerin damarlara girip hastalıklara sebep olduğu yönünde bir bilgi bulunmamaktadır.”

Burada sırf tenkit edebilmek amacıyla cinlerle ilgili birçok ayet ve hadis görmezlikten gelinmiştir. Nitekim en başta akla gelebilecek bir hadiste Efendimiz, gayet sarih bir şekilde, şeytanın, insanın damarlarında dolaştığını haber vermiştir (Buhari; İ’tikaf; 8) Şeytanın bir cin olduğu ise ayet-i kerime ile sabittir. (Kehf Suresi, 18/50)

Örnek 2

Yukarıda izahı yapılan, “tecellî” ve “müşâhede” kelimelerinin tasavvufî birer kavram olduğunu bilmemek -veya bilmezlikten gelmek- ve bunları, Allah’ı dünya gözüyle görmek olarak yorumlamak da yine derin bir cehalet örneğidir.

Delilsiz İddia ve İftiralarla Doludur

En dikkat çeken hususlardan bir tanesi de çokça zikredilen, iftira mahiyetindeki delilsiz iddialardır. Bu haliyle hukuktaki “Delili, iddia edenin getirmesi gerekir” prensibi defalarca çiğnenmiş ve hem kul hem de kamu hakkına tecavüz edilmiştir. Cevap vermeye bile değmeyecek bu iddia ve iftiralardan sadece birkaç örnek vereceğiz;

Örnek 1

“Gülen örgütü, kendini gizleyerek devletin stratejik birimlerine sızmak ve yıkıcı gizli hedeflerini gerçekleştirmek adına İslam’ın tesettüre riayet etmek, zinadan uzak durmak gibi emirlerini görmezden gelmiştir.”

Örnek 2

“Örgütün gayr-ı meşru işler çevirirken uyguladığı temel taktiklerden birinin de hedefe ulaşıncaya kadar tedbir adıyla takıyye yapmak olduğu bilinmektir.”

Örnek 3

“Bunlar arasında en dikkat çekici olanı, liderlik pozisyonundaki Gülen’in ‘masûniyet’ (korunmuşluk) sıfatıyla mücehhez olduğu iddiasıdır.”

Yukarıda yer alan iftiralar, temel amacı dini hayatı yaşamak ve yaşatmak olan bir topluluğa atılmaktadır. İftiranın da bir mantığı olması gerektiğini düşünüyoruz. Mensuplarının belki yüzde doksanı tesettürlü olan ve bugüne kadar zina ile ilgili haklarında bir tek haber bile çıkmayan, takıyye yapmayı münafıklıkla eşdeğer gören bir topluluğa bu iftiraların atılması akıl ve mantıkla bağdaşmasa gerek. Hele Hocaefendinin -nefsini yerden yere vuran bunca sohbet ve yazısı varken- masûn, korunmuş, günahsız olduğunu düşünen tek bir insan bile çıkmamıştır bugüne kadar. Farz edelim ki yukarıda sayılan günah ve hatalardan birisini bir kısım insanlar yapmış olsun. Bu insanların yaptığı hataları herkese mâl etmek dinin de hukukun da çerçevesine sığmaz. Günahlar ve hatalar kişileri bağlar. Bir kişinin yaptığı hatadan bir başkasını sorumlu tutmak, hele bir topluluğu sorumlu tutmak büyük bir günahtır.

Baştan Sona Çarpıtmalarla Doludur

Bir diğer husus da çokça yer alan çarpıtmalardır. Nakledilen söz ve yazılar, bağlamından kopartma, mecaz ifadelere hakikî anlam yükleme, kasten yanlış yorumlama, vb. yöntemlerle çarpıtılmış, anlaşılması gereken mananın haricinde anlamlar verilmiştir.

Örnek 1

“...bu uğurda belki bin defa aldanacak, bin defa ateş böceklerine koşmalar dizecek, yüz bin defa zangoçlara yahşi çekecek ve vaftiz suyunu âb-ı hayat diye içeceğiz...” (Gülen, Çağ ve Nesil 1, s. 26) Gülen’in, örgütün hedeflerine ulaşabilmesi sürecinde bağlılarının izlemesini tavsiye ettiği stratejiyle ilgili olarak kullandığı bu ifadeler, İslam itikadı açısından tasvip edilemeyecek söylemlerdir. Can tehlikesi haricinde Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ve sahabe-i kiramın İslam’ı tebliğ süreçlerinde Müslüman kimliklerini gizleyerek bir yol izlediklerine asla şahid olunmamıştır.”

Yukarıda verilen örnekte Hocaefendi, aldatma ve takiyye yapmanın değil tam tersine aldanmanın örneklerini vermektedir. Zira cümlenin başında “belki bin defa aldanacak...” demekte ve Allah yolunda hizmet ederken bir müminin hüsnü zan gereği aldanabileceğini ifade etmekte ve bunu da teşbihlerle sunmaktadır. Fakat bakış açısındaki inhiraftan dolayı onun, aldatmayı teşvik ettiği zannedip –veya kasten öyle anlayıp- konu çarpıtılmıştır.

Örnek 2

“Dine hizmet eden büyük şahısların zat ve eserleri ile ilgili Kur’ân’dan işaretler çıkarılmasının dinimizdeki yerini izah eder misiniz?... Konunun anlaşılması adına ikinci önemli bir husus da şudur: Kur’ân-ı Kerim’den kendi devir, kendi cereyan, kendi hizmetlerine işaret çıkaran zatların durumu, ilk defa çağımızda görülen bir hâdise değildir.... İbn Abbas’a, “Hâ Mim Ayn Sin Kaf”ın mânâsı soruldu. O da bu soruya şöyle cevap verdi: “Ha Mim Ayn Sin Kaf’ın mânâsı şudur: Bir zaman pâyitahtı bir tepenin başında bulunan bir devlet olacak. Bu pâyitahtın bulunduğu şehrin ortasında, bu şehri bir baştan bir başa kateden bir nehir geçecek...” (Gülen, Zihin Harmanı (Prizma 7) Cefr konusuyla ilgili akademik araştırmaların ulaştığı neticelere göre cefre ilişkin ilk telakkiler, Bâtınî-İsmâilî çevreler ve eski dinî-felsefî kültürleri aktaran kaynaklar yoluyla İslam dünyasına girmiştir. Şiîlerin çoğunluğu ile bazı Sünnî âlimler de bu yaklaşımdan etkilenerek cefrin, geleceğin bilgisini içerdiği zannına kapılmışlardır... Sonuç olarak usul-i tefsir ve usul-i fıkıh âlimleri Kur’an’ın anlaşılması ve tefsiri ile ilgili böyle bir metottan bahsetmemektedirler.”

Yukarıda yer alan örnekte Hocaefendinin cefr (veya cifr) ilmiyle uğraştığı ve bu ilmin aslının ise ehl-i sünnet olmayan Bâtınî-İsmâilî çevrelerine dayandığını söylemek suretiyle Hocaefendiyi tenkit etmek istemişlerdir. Ne var ki Hocaefendinin ifadelerinden alıntı yaparken tam da onun bu mevzulara değindiği ve bu ilimle uğraşmanın nereye kadar caiz olup nereden sonra caiz olmadığını anlattığı yerleri almamışlardır. Dolayısıyla bağlamından kopartmak suretiyle maksadının aksini söyletmeye çalışmışlardır. Hocaefendi, rapora alınmayan kısımda şunları söylemektedir:

“Konunun anlaşılması adına ikinci önemli bir husus da şudur: Kur’ân-ı Kerim’den kendi devir, kendi cereyan, kendi hizmetlerine işaret çıkaran zatların durumu, ilk defa çağımızda görülen bir hâdise değildir. Huccetü’l-İslâm İmam Gazzâlî’den büyük veli Muhyiddin İbn Arabî’ye, ondan ikinci bin yılın müceddidi İmam Rabbânî Hazretleri’ne kadar çok ciddî ve büyük zatlar da Kur’ân’ın enginliğinin emaresi deyip, işarî tefsir açısından pek çok şey söylemiş ve bu tür istinbatlarda bulunmuşlardır. Ayrıca bu zatlar, kendi dönem ve hizmetlerine bir kısım işaretler çıkarırken, “Kur’ân, sarahaten (açık bir şekilde) benden bahsediyor” gibi bir iddiada da bulunmamışlardır. Belki İslâm tarihi boyunca sadece Fazlullahi’l-Hurufî gibi bazı kimseler bir şekilde “Kur’ân benden bahsediyor” iddiasında bulunmuş ve her bir harfe kendince ayrı sırlar atfeden, çok değişik mânâlar vererek bâtıl yorumlarla Hurufîlik denilen –kökü çok eskilere dayanan– bir bâtıl mezhebe sülûk etmişlerdir. Öyle ki bu zatın müntesipleri “Mim onun gözüdür, nun burnudur, şu harf kulağı, bu harf da ayağıdır, –hâşâ bağışlayın– Kur’ân da onun fesidir” gibi hezeyan türünden sözler sarf edebilmişlerdir. İşte gerçek Hurufîlik denilen bâtıl yol da bu yoldur.”

Yazı, raporda alınmayan kısmıyla birlikte değerlendirildiğinde iddia edilen şeylerle uzaktan-yakından bir ilgisinin olmadığı görülecektir. Hakikatin açığa çıkacağını bile bile böyle bir çarpıtmaya gitmenin amacı sanırız, ilk bakışta insanların kafa karışıklığına sebep olmaktır.

Örnek 3

“Sizin hakkınızda hep hüsn-ü zan besledim, sizi kaydederken, sizin hesabınıza bakarken, sizin durumunuzu değerlendirirken sol gözümü kapadım. Defterin sol tarafına elimi koydum, sol meleğe dilini tut dedim ve hep sağı işletmeye çalıştım. Sağla baktım, sağla gördüm, sağca görmeye çalıştım ve her şeyi defterin sağ tarafında aradım...” (Ümit ve Korku 1, dk. 08:39-09:07) Bu pasajda yer alan ifadelerden, 1. Bağlılarının amel defterlerini görüyor, hatta kaydediyor ve değerlendiriyor 2. Günahları yazmakla görevli meleğe talimat veriyor 3. Bütün bunları yapabilen kişi olarak cemaat açısından kendisini çok yüce (!) bir konuma yerleştirdiği anlaşılmaktadır.”

Hocaefendinin, yukarıdaki ifadeleri, mecaz anlamda, teşbihler yaparak cemaatine karşı daima hüsnüzan ile baktığını, onların hata ve kusurlarına bakmadığını farklı cümlelerle ifade etmektedir.

Örnek 4

“Bir önceki alıntıda Hz. Peygamber’e alnını öptüren Gülen, burada ise Hz. Peygamber’in elinden tutup kendisini sahabenin içine kattığını âdeti olduğu üzere rüya üzerinden aktarmaktadır: “Bizim gibiler hakikatte öyle şeyler görmezler, ama rüyada görebilirler. Gördüm ki ben, Efendimiz elimden tuttu benim. Mina’da dolaştırdı, Müzdelife’de dolaştırdı, Arafat’ta dolaştırdı. Getirdi sahabenin içine kattı. Sonra da hepimizi Kâbe’nin içine doldurdu. Ne güzel şeyler. Ben buna başka bir yorum, başka bir mahmil aramalıyım. Acaba Kâbe’nin içine girmem nedir? Yani te’vil-i ehadis açısından bu bir sukût mudur? Yani bir düşme midir? Belki de öyledir ...” (15-Sesli Sohbetler-2\Bamteli_11-20 (Bamteli) 14_01-Peygamberane tavır ve eneden kaçma. dk. 03.15-05.00)

Bu örnekte de çok açık bir çarpıtma vardır. Zira sohbeti baştan sona dinleyen bir insan anlar ki, hocaefendinin burada bahsettiği şey görülen bir rüya değil, böyle bir rüya görülse bile insanın kendine pay çıkarmaması meselesidir. Zaten sohbetin başlığından da anlaşılabileceği gibi Hocaefendi burada enaniyet, benlik, gurur, kibir, övünme gibi özelliklerden uzak kalmayı anlatmaktadır. Burada kullanılan ‘gördüm ki’ ifadesi sohbet bağlamından kopartılıp yazıya döküldüğünden hakikî manada anlaşılmıştır. Ne var ki Hocaefendi bunu “diyelim ki gördüm” manasında kullanarak bir varsayıma işaret etmektedir. Buna göre mana aslında şu şekildedir: “Ben böyle bir rüya görsem bile bunu şu şekilde yorumlamalıyım.”

Başkalarından Hikâye Edilen Şeylerden Sorumlu Tutulmuştur

Hocaefendi, vaaz, sohbet ve yazılarında doğal olarak gerek İslam büyüklerinden gerekse başka kaynaklardan birçok bilgi nakletmektedir. Bazen itimat ettiği birisinin gördüğü müjdeleyici bir rüyayı, bazen bir Allah dostunun bir müşâhedesini, bazen bir âlimin başından geçen bir hadiseyi dinleyenlere hikâye etmektedir. Nakletmiş olduğu bu bilgilerden farklı manalar çıkarmak ve tüm bunlardan kendisini sorumlu tutmak son derece yanlıştır. Meselelere eğer bu mantıkla yaklaşırsak İmam Gazali’yi, Ebu Hanife’yi, Mevlana’yı, İmam Rabbani’yi bile –tıpkı bu rapordaki gibi- naklettikleri bilgilerden dolayı tenkit etmenin ve hatta dalaletle suçlamanın önü açılmış olur. Aşağıda vereceğimiz örnekte Hocaefendi, haccın şuurlu bir şekilde yapılması gerektiğinden bahisle konuyu destekler mahiyette bir Allah dostunun müşâhedesini nakleder;

Örnek 1

“Bu yıl hacca gittim. Arafat’ta uyurken gökten yeşil elbiseli iki kişi inip kendi aralarında konuştular. Konuşmalarına kulak kesildim. Bir de baktım biri diğerine “bu yıl kaç kişi hacca geldi” diye soruyor. Diğeri de 600.000 kişi geldi diye cevap veriyor. Bu sefer aynı kişi “Allah bunlardan kaçının haccını kabul etti” diye soruyor. O da “Allah, sadece 6 kişinin haccını kabul etti...” (Sesli Vaazlar 5, Hac-1 mp3, 1978-10-20, dk. 49:50 vd.) Gücü yeten Müslümanlara farz olan hac ibadetine ilişkin olarak, görülen bir rüyadan hareketle yüzbinlerce insanın ibadetinin kabul edilmediğini ileri sürmek hezeyandan başka bir şey değildir.”

Yukarıda da görüleceği üzere başkasının görmüş olduğu bir rüyadan Hocaefendiyi sorumlu tutmak, o kimselerin haccının gerçekten kabul edilmediğini söylemiş gibi Hocaefendiye yüklenmek ancak bir önyargının eseri olabilir. O, bu örnekte, bütün ibadetlerde olduğu gibi hac ibadetinin de hakkını vererek yapılması gerektiğini anlatmak istemiş ve bu düşüncesini de Allah dostlarından birinin gördüğü bir rüya ile desteklemiştir. Konuşulan mekân camidir; muhatap kitle çoğunluk itibariyle avam halktır; konuşma ise vaaz üslubunda gerçekleşmektedir. Bütün bunları bir arada düşündüğümüzde avam halka haccın önemini anlatan bir vaizin, böyle bir rüyadan bahsetmesi ve bunun üzerinden insanları uyarması son derece normaldir. Ayrıca meseleyi değerlendirirken irticali konuşmanın esnekliğini de hesaba katmak gerekir.

Örnek 2

Bir diğer örnekte ise Hocaefendi, tasavvufçuların, hadis alımıyla ilgili bir görüşünü nakleder;

“Bazen hadis kriterleri ölçü olmayabilir. Ehlullah’ın Efendimiz’den keşfen hadis alması hiç de az vaki olmuş hâdiselerden değildir... Onlar “keşfen aldık” dediklerini mutlaka öyle almışlardır ve dedikleri de kat’iyen doğrudur. Ne var ki, bunları belli hadis kriterleri içinde tahlil etmek imkânsızdır. Onun için de hadisçiler bu türlü ifadelere iltifat etmemişlerdir. Ama onların iltifat etmemesi bu ifadelerin doğru olmadığı mânâsına da gelmez.” (Gülen, Prizma 1, Zaman Gazetesi Yayınları, İstanbul 1997, s. 149-151) Hadis âlimleri keşif yoluyla hadis alınarak bunun üzerine hüküm kurulamayacağını açıkça belirtmişlerdir. Kaldı ki Peygamber Efendimizin vefatından sonra ondan keşif ve kerametle hadis alınabileceği şeklindeki bir iddia, dinin tamamlandığını ifade eden âyet (Mâide, 5/3) ile çelişmektedir. Prensip olarak tasavvufta keşif kişiye has bir tecrübe olarak kabul edilmiş ve dinde kaynak olmadığı özellikle vurgulanmıştır.”

Yukarıdaki sözlerinde Hocaefendi keşfen hadis almayla alâkalı iki noktaya temas etmektedir:

Bunlardan birincisi; keşif yoluyla hadis almanın ve alınan bu hadislere hüküm bina etmenin hadis âlimleri tarafından kabul edilmediğidir ki kendisi de bu yaklaşımı esas almaktadır. İkincisi ise keşfen alınan hadislerin manasının mutlaka yanlış olduğu gibi bir iddiada bulunulamayacağıdır. Yani “Efendimizden keşfen alınan şeyler hadis olarak kabul edilmez. Hadis olarak kabul edilmemesi de manasının yanlış olduğu anlamına gelmez.” gibi bir ifade üzerine, Hocafendi, keşif ve kerametle hadis almayı ve bunun üzerine hüküm bina etmeyi uygun görüyormuş gibi yorum yapmak, mevcut metni anlamamanın yanında, başkalarından nakledilen görüşler üzerinden bir insanı mahkûm etmek manasına gelir.

Diğer yandan, dikkatli bir nazarla bakıldığı zaman Diyanet’in lafı dolandırıp, Hocaefendi’yi suçlayarak neticede yine Hocaefendi’nin sözüne geldiği de görülecektir.

Nefret Dili Hâkimdir

Dikkatli bir şekilde okunduğunda raporda ayrıştırıcı ve tekfir edici bir nefret dilinin hâkim olduğu rahatlıkla görülebilir. Aşağıda vereceğimiz örnekler, çalışmanın aslında Hocaefendi ve Hizmet Hareketi’ne düşmanlık temeli üzerine bina edildiğini göstermektedir.

Örnek 1

“Fetullah Gülen gibi kendi sübjektif algılarına, hayallerine, halüsinasyonlarına ve rüyalarına dayanarak dini yorumlayan ya da din adına hüküm koyan kişilere...”

Örnek 2

“İslam’ın temel bilgi kaynaklarının göz ardı edilmesi hâlinde, saf zihinleri kendi halüsinasyonlarıyla saptıran, kişisel zanları ve vehimleri istikametinde insanları yönlendiren hasta ruhlu kişilerin din adına her şeyi söyleyip yapabilmelerinin önü açılmış olur.”

Örnek 3

“Din adına akıl dışı garip şeyler anlatarak dikkat çekmek öteden beri bir takım şarlatanların taktiği olagelmiştir.”

Örnek 4

“Nitekim örgüt liderinin ülkemizi düşürdüğü durum da ancak “hasta bir kalpten” sadır olabilecek bir fitne niteliği taşımaktadır.”

Örnek 5

“Açık bir hezeyan ürünü olan böyle bir anlatım, kendi süflî amaçları için Hz. Peygamber’i açıkça istismar anlamı taşımaktadır. Bu tür iddialar batınî/ezoterik bir söylemin yansımaları olup kabul edilmesi de mümkün değildir. Bunlar çoğu zaman halüsinasyon yani gerçekte var olmayan şeyleri görmek, işitmek gibi dayanaksız algılamalardır.”

Örnek 6

“Böylece onları seçkin bir cemaat olduklarına inandırarak her söylediğini yapmaya hazır mankurtlar haline getirmektedir.”

İlmî olduğu iddia edilen bir çalışmada değil Hocaefendi ve temsil ettiği zümre, herhangi bir şahıs hakkında bile bu derece nefret dili kullanılması, ilme ve ilim adamlarına karşı bir tahkir manasına gelir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın her fırsatta sevgi ve merhametten bahsettiğini biliyor ve Cuma hutbelerinde de buna şahit oluyoruz. Teşkilatın, dini temsil etme ve insanlara sevdirme gibi bir misyonunun olduğunu ve inanan-inanmayan; Müslüman-gayrimüslim ayrımı yapmaksızın tüm toplumu kucaklayıcı bir tarzda hareket etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu açıdan bakıldığında toplumun bir kesimine adeta nefret kusar gibi davranması diyanetin üstlendiği misyonla asla bağdaşmamaktadır. Her fırsatta dile getirdikleri Allah ve Peygamber merhameti ve hoşgörüsü ne hikmetse Hocaefendi’den ve hizmet mensuplarından esirgenmektedir. Yukarıda geçen ifadeler, bırakın kendi dindaşına ve soydaşına, düşmanlara bile söylenecek sözler değilken masum insanlara hem de gıyabında söylenmektedir.

Komplo Teorileri Üzerine Hükümler Bina Edilmiştir

Raporda, ilim usül ve adabıyla bağdaşmayacak, adeta bir komplo teorisyeninin kaleminden çıkmış satırlar yer almaktadır. Aşağıdaki örneklerde birçok komplo teorisinin üretildiği ve bunlar üzerine hükümler bina edildiği görülecektir.

Örnek 1

“Zerdüştlük, Roma putperestliği ve Antik Yunan çok tanrıcılığı da dâhil olmak üzere diğer din ve inançlardan alıp naklettiği birçok kavram, sembol ve fikir ile Gülen âdeta içerden bir figür olarak İslam’ı tahrif etme misyonunu üstlenmiş görünmektedir.”

Örnek 2

“Bu vaazında dikkat çeken bir diğer husus da Gülen’in kendisini, “mesihin merkebi” olarak tavsif etmesidir. Bu ifadesiyle o, aslında orada hazır bulunan cemaatin dışında başka mahfillere seslenmektedir .... Konuşmasında bu sembolü özellikle kullanan Gülen, görünen o ki hizmetine soyunduğu odaklara, kendisinin ve örgütünün ne derece “kullanışlı” olduğu mesajını vermek istemektedir.”

Örnek 3

“İkinci iddiasında ise Gülen, aslında prizma metaforunu kullanmaktadır. Nitekim dokuz seri hâlinde bastığı kitabın adı da Prizma’dır. Sözlük anlamı itibariyle prizma; ışınları saptıran ve ayrıştıran cismin adıdır. Yani bu ifadeleriyle Gülen, Allah tarafından bir ışın şeklinde gelen zaman ve mekân üstü bilgileri kendi süzgecinden geçirerek ışığın prizmadan geçip ışık tayflarına ayrışması gibi müntesiplerinin anlayabileceği bir düzeye indirgemektedir.”

Örnek 4

“Böylece insan ile ilah arasında yeni bir varlık formu oluşturulmaktadır. Bu söylemin, Gülen’in kitaplarında ve konuşmalarında Yunan mitolojisinden devşirdiği yarı tanrı yarı insan Herkül figürüyle benzeşmesi son derece dikkat çekmektedir.”

Örnek 5

“Gülen’in, İslam medeniyetinin yiğitlik, kahramanlık ve fedakârlıklarıyla sembolleşen onca şahsiyetini bir kenara bırakarak benzetme amaçlı da olsa İslam dışı mitolojik bir kişiliği simge olarak seçmesi Müslüman kuşakların zihinlerine başka kültürlerin imgelerini yerleştirme gayesine yönelik olabilir.

İhtimalleri gerçekmiş gibi değerlendirip, korkunç iddialar ortaya atabilmek hangi ilmi usulle açıklanabilir? Din İşleri Yüksek Kurulu gibi ilmine itimat edilen kişiler komploculara taş çıkartacak bu iddialara hangi ilmi usul ve etik ile müsamaha gösterebilir? Sembollerden, figürlerden hareketle bu gibi teoriler üretme, Din İşleri Yüksek Kurulu gibi ali bir heyetin değil, ancak internet sitelerinde liseli gençlerin uğraşacağı bir eğlence tarzı olabilir.

Ayet ve Hadislerin Anlamı Daraltılmak Suretiyle İnhisarcı Bir Yaklaşım Sergilenmiştir

Kur’an ayetleri, belli bir döneme değil bütün zamanlara hitap eder. Belli bir şahıs veya hadise üzerine nazil olsalar bile -âlimlerimizin genel kanaatine göre- ayetlerin hükmü kıyamete kadar gelecek herkese ve her hadiseye hitap eder. Bu bakış açısına göre Kur’an’da geçen bir sıfat ya da isim, –eğer ilgili şartları taşıyorsa- günümüzdeki bir insan veya bir zümre hakkında da kullanılabilir. Aynı durumu hadisler için de düşünebiliriz. Vereceğimiz örneklerde raporu hazırlayanların bu gerçeği göz ardı ettiği görülmektedir.

Örnek 1

“29.06.1980 tarihinde Yozgat’ta yaptığı bir konuşmasında Gülen, bağlıları hakkında şöyle demektedir: “...Hz. Muhammed (s.a.s.) yeniden bir Allah cemaatini teftiş ediyor. Bütün bunlar, bizim yeniden bir var olma ve dirilme yoluna girdiğimizin emaresidir. Bütün bunlar, geleceğin çok farklı olmasının emaresidir. Bütün bunlar, yeryüzünde ictimai coğrafyanın ileride değişmesinin emaresidir. Ama bütün bunların olması, kendi içinde bir kısım şartlara bağlıdır... Hakkın taraftarları, kendilerine düşen vazifeyi yapmalıdırlar” (1980-06-29_Gönül Dünyamızdan-06 - iman ve amel, dk.35:59 vd.) Gülen’in, kendine bağlı insanları “Allah cemaati” olarak nitelendirerek bu yapının Hz. Peygamber tarafından teftiş edildiğini ifade etmesi, kendi cemaatine bir kutsiyet atfettiğini, söz konusu yapıya bağlılığın Allah’a bağlılık anlamına geldiğini, böylece bağlılarını ayrıcalıklı bir konuma yerleştirdiğini göstermektedir.”

Raporu hazırlayanlar genelde yaptıkları gibi bu örnekte de inhisar (kısıtlama, belli bir alana hapsetme) yoluna gitmişler, şuurlu, ihlaslı ve dengeli bir şekilde dinini yaşayan her mü’min topluluk için söylenebilecek “Allah cemaati” tabirini Hocaefendi’nin kullanmasını tenkit etmişlerdir. Ardından bir de niyet okuma yaparak, bu tabirden hamasi manalar çıkarmışlardır.

Hâlbuki “Allah cemaati” tabiri, Kur’an’da geçen ve belli sıfatları taşıyan bir topluluk hakkında kullanılan “Hizbullah” kelimesinin manalarından biridir (Mücâdile Suresi, 58/22) DİA’nın “Hizbullah” maddesinde, “hizb” kelimesinin bir manasının da “cemaat” olduğu ifade edilmektedir. Öyleyse hizbullahın bir manası da ‘Allah cemaati’ demektir. Hocaefendi’nin kelimeyi kullanırken bu ayeti mülahazaya alıp almadığını bilmesek bile en azından bu tabiri, gereken özellikleri taşıdığına inanarak huzurunda bulunduğu topluluk için kullanmasında bir mahzur yoktur. Herhangi bir tarikat şeyhi veya bir fikir insanı da Kur’an’da belirtilen söz konusu vasıfları taşıyan herhangi bir topluluk hakkında bu tabiri kullansa Kur’an’ın ruhuna ters bir davranışta bulunmuş olmaz. Zira Kur’an tabirleri sadece belli bir zaman ve topluluğa inmiş değildir. Kıyamete kadar pek çok defa o tabirlerin temsilcileri olacaktır. Başka bir tabirle Kur’an’da zikredilen vasıflar ve kavramlar, her asırda ve her mekanda değişik şekillerde tecellî edecektir. Bu gerçek, onun evrensel bir kitap oluşunun neticesidir.

Örnek 2

Gülen, 19.10.1976 tarihinde İzmir Menemen’de yaptığı bir konuşmasında şu sözlere yer vermektedir: “...Meseleyi teyit için Nebiler nebisinin nur havuzu sözlerinden bir tanesini aktarmak istiyorum: Ben cemaatler içinde öyle bir cemaat gördüm ki, buyuruyor, nurları bütün nurları söndürür, âlemi alıyor ama onlar ne nebidir ne nebevidir. Herkes gıpta edecek, nebiler, veliler gıpta edecekler...” (1976-10-19_Gonul Dunyamizdan-10 - Azim ve kararlilik (Menemen), 0s.51dk.30 sn.) Gülen, bütün bu konuşmalarında örgütünü Yüce Allah’ın, Hz. Peygamber’in (s.a.s.), geçmiş peygamberlerin, tüm İslam büyüklerinin ve velilerin desteklediğini tekrar tekrar söyleyerek bu yapıya atfettiği kutsallığı perçinlemekte, böylece cemaatini diğer Müslümanlardan farklı ve çok yüksek bir konuma yerleştirmektedir.

Yukarıda bahsettiğimiz ayetler hakkında geçerli olan evrensellik özelliği Efendimizin nurlu beyanları için de geçerlidir. Söz konusu alıntıda Hocaefendi, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bir beyanını naklediyor. Bu rivayette Allah Resulü, nurlu bir cemaatten bahsediyor. Hocaefendi ise muhatap olduğu cemaatin o cemaat olması ümidiyle teşvik edici ifadeler kullanıyor. Efendimizin evrensellik ifade eden nurlu beyanlarını okuyup, insanları o istikamete teşvikte ne mahzur olabilir. Kur’an ve hadis okumalarında esas yapılması gereken bu değil midir? Alimlerin vazifesi, yedinci asırda inen Kur’an’ı, o asırda söylenen hadisleri yaşadıkları asra göre yorumlayıp toplumu aydınlatmak değil midir? Böyle olmayacaksa Kur’an ve Efendimiz’in beyanları sadece birer kıssa, hatıra ve birer haber olarak mı okunacaktır!

Hadiseleri Te’vil ve Her Hadisede Bir Hikmet Aramak Suç Gibi Gösterilmiştir

İslam’ın kalbî ve ruhî hayatını görmezden gelen bir yaklaşım sergilendiği için aslında pek çok insanın başına gelebilecek birtakım hadiseler raporda eleştiri konusu yapılmıştır. Oysa hayatta tesadüf olmadığına, her şeyin kader kalemi ile ince ince yazıldığına inanlar, hadiseleri de bir kitap gibi okurlar. Onlardaki mesajı almaya çalışırlar. Hayata kör ve sağır gibi bakanlar için eğer bir anlam taşımıyorsa, bu durum onların hayata bakışları ile ilgili sığlıktan kaynaklanır. Diyanet, raporda “min verai’l-hicab” yani Allah’ın kullarına mesajını iletme yollarından birinin de “perde arkasından vahiy etmek” olduğunu zikrettiği halde, aşağıdaki olayı “perde arkası mesaj” gibi yorumlayanı tam tersine yorumlayarak itham etmekten çekinmemiştir.

Örnek 1

Allah’ın azametini misallendirmek için bir böceğin ıtrahatındaki (dışkı) harikuladeliği ifade ederken nereden geldiğini bilemediğim bir danaburnu önce başımda bir daire çizdi; sonra da pençeleriyle dudaklarıma yapışarak ağzımı kapattı. Can havliyle danaburnunu elimle tutup attım ve sözüme kaldığı yerden o böcek misaliyle devam ettim. Ancak danaburnu az sonra yine geldi ve pençeleriyle ağzıma bir defa daha kilit vurdu. Neden sonra vicdanımda Allah’a karşı bir saygısızlık mı yaptım diye ciddi bir endişe oldu. O anda ürperdim ve nerede hata yaptığımın farkına vardım. Evet, Allah’ın azameti ifade edilirken verilen misaller de O’nun azametine yakışır olmalıydı. Bundan dolayı o hayvancık vazifeli kılınarak, Cenâb-ı Hakk’ın azametini dillendiren misalimden dolayı gelip benim ağzımı kapatmıştı. Bu hâdise, yanımdaki insanların dahi anlayıp ürperti duyacakları şekilde açık cereyan etmişti...” (Gülen, Gençlere Pırlanta Ölçüler 6 Fasıldan Fasıla’dan, Muştu Yayınları, 2011, s. 34). Gülen, bu sözleriyle, yaptığı işlerin ve söylediği sözlerin âdeta manevî bir gözetim ve denetim altında olduğu görüntüsü vermektedir. Bunun neticesinde de bağlıları, ilahî bir denetime tabi tutulan bir kişinin her söylediğinde ve her yaptığında bir hikmet aranması gerektiği mesajını algılamaktadır. Hâlbuki İslam itikadına göre her insan hata yapabilir. Hata üzerinde bırakılmayanlar sadece peygamberlerdir.”

Bu türden hadiseler, birçok insanın hayatında belki pek çok defa yaşanabilir. Özellikle hayatını Kur’an ve sünnet çizgisinde süzerek yaşayan insanların, Allah’ı kendisine “şah damarından daha yakın, rakib ve müheymin” olarak tanıyıp, iman edenlerin “ihsan şuuru” ile yaşamasından daha tabii ne vardır? Din İşleri Yüksek Kurulu’nun, her biri sahasında uzman mensupları da bunu çok iyi bilirler.

Hocaefendinin birkaç sohbetini dinleyenler bile korunmuşluk iddiasının onun düşüncesiyle asla bağdaşmayacağını anlar. O, gerek sözlerinde gerekse yazılarında –mübalağasız- binlerce kez kendisini, arkadaşları arasındaki en günahkâr insan olarak gördüğünü ifade etmiştir. Onun, Allah yolunda yapılan güzel işlerdeki temel felsefesi, bu işleri yapan kişinin kendisini “racül-i fâcir” (günahkâr olduğu halde dine hizmet eden) görmesi gerektiğidir. Kendisi de her fırsatta kendi adına bunu dile getirmektedir. Onun, raporda iddia edildiği gibi bir korunmuşluk iddiasında bulunmadığına dair yüzlerce örnek bulunabilir. Ancak biz kendisinin ifadelerinden iki örnekle yetineceğiz:

“İnsanın, günahtan bütün bütün hâlî kalması mümkün değildir. Zaten o, temelde melekler gibi günahtan masun tutulmamıştır. Bu açıdan o her zaman hata işlemekle yüz yüzedir. İnsan için asıl önemli olan, sürçüp düştükten sonra tekrar ayağa kalkmak ve eskisinden daha bir temkinle yoluna devam edebilmektir. İşte, onu meleklerden daha yüksek seviyeye ulaştıracak şey de budur.” (Prizma 3)

Aşağıda vereceğimiz örnekte ise kendini günahkâr görmenin çok ötesinde, tabiatta meydana gelen birtakım felaketlerin bile kendi günahları sebebiyle olduğunu düşünür. Bu kadar engince düşünen bir insana ‘kendisini günahsız, korunmuş görüyor’ demek büyük bir iftiradır.

“Musibetlerin Asıl Sebebi

Aslında, tekvînî emirler, bazen dar bazen de daha geniş dairede insanların ruh dünyalarına ve Cenâb-ı Hak’la münasebetlerine göre cereyan etmektedir. Ne var ki, sellerin, depremlerin, çeşit çeşit âfetlerin ve hatta ekosistemin bütünüyle bozulmasının temel kaynağına inilemeyince, bunlar birer tabiî hâdise gibi kabul edilmekte ve dolayısıyla, bu hâdiseler vesilesiyle verilmek istenen mesaj doğru okunamamaktadır.

Hâlbuki, kâinat ağacının şuurlu ve iradeli meyvesi insandır. Bir yönüyle, insan tabiatın bağrında yaratılmış, gelişmiş ve hâl-i hazırdaki kıvama ermiştir; diğer yönüyle de, kâinat ağacındaki genel durum insan meyvesine göre şekillenmiştir. Bu itibarla, bir bakıma insan sebep olur, tekvînî emirler ve kâinat ise sonuç; bir bakıma da kâinat sebep olur, insan ise sonuç. Tekvînî emirler ile insan arasında bu şekilde bir içli dışlı olma meselesi söz konusudur. Onun için –meselâ– yer sarsılması ile insanlardaki sarsıntı arasında ciddi bir irtibat vardır. Ne ki, bu ancak iman gözüyle görülebilir.

Tekvînî emirlerde olduğu gibi, ferdî ya da içtimaî hayatta da, arzu edilen bazı şeylerin gerçekleşmemesi veya istenmeyen bir kısım hâdiselerin vuku bulması haddizatında insanların ruh dünyaları ile yakından alâkalıdır. Hemen her musibet, bir yönüyle insanın kendisinde başlar, onun boşluklarında beslenip boy atar; zamanla büyümesini tamamlar ve gün yüzüne çıkar. Dolayısıyla, musibetin gerçek sebebi insandır ve bu anlaşılacağı âna kadar sebep-sonuç açısından doğru yorumlar ortaya koymak mümkün olmayacaktır.

Bu açıdan, gerçek sebebi arama ve bulma yolunda atılması gereken ilk adım insanın kendisini sorgulamasıdır. “Bu musibet, benim yüzümden meydana geldi; buna benim tutarsızlığım ve Allah’la münasebetteki kopukluğum sebebiyet verdi!..” diyerek musibeti iradenin hakkını veremeyişe bağlamak ve hemen istiğfara sarılmak mü’mince bir tavırdır. Evet, insan, nefsini problemlerin asıl kaynağı görmelidir ki bu, aynı zamanda zımnî nedamet, tevbe ve istiğfar sayılır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, kaldı ki Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” denilmektedir. Bu itibarla, mü’minlere gelen sıkıntılar, onlar için kefarettir. Fakat, günahların neticesi olmayan musibetler de yok değildir; meselâ, Allah’ın dinine hizmet yolunda çalışan bir kimsenin çektiği sıkıntılar, onun Allah katındaki derecesinin yükselmesine vesiledir. Dolayısıyla, diğer insanlar söz konusu olduğunda, musibetlerin onların günahlarından kaynaklandığını düşünmek suizan sayılır; hüsn-ü zanna memur olan mü’minlere yakışan, musibetler sayesinde başkalarının Allah’a kurbet mazhariyetine erdiklerine inanmalarıdır. Ne var ki, kendileri hakkındaki mülâhazaları hep “Kuraklık ve kıtlık var; benim yüzümden!.. İşler yolunda gitmiyor; benim yüzümden!.. Falan mesele fiyaskoyla neticelendi; benim yüzümden!..” şeklinde olmalıdır.” (Kırık Testi Serisi – Kalb İbresi)

 

Şahsi Tecrübelere Dayalı Mevzularda Genel ve Kısıtlayıcı Hükümler Verilmiştir

Hocaefendi vaaz ve sohbetlerinde vaaz ve irşadın gereği olarak yer yer hadis-i şeriflerde “müebeşşirat” olarak ifade edilen rüya, yakaza, keramet gibi birtakım hadiselerden bahsetmektedir. Ancak bunlardan bahsederken sübjektif olduğunu ifade etmekte, dinin bu tür hadiselerle ilgili genel hükmünü mutlaka hatırlatmaktadır. Buna rağmen anlatılan bu tecrübeler, bir kısım genellemelerle ya da kısıtlamalarla çarpık şekilde yorumlanmıştır.

Örnek 1

“... başında kapalı arz ettim, şimdi de açık arz edeyim. Namaz kıldığımız mescide geliyorduk. Kalabalık akın akın içeriye giriyordu diyor nâkil. Ben de içeriye giriyordum. Mahfil gibi bir yerin merdivenlerinde bulunduğum esnada, Resûl-i Ekrem cemaatımıza şeref verdi dediler. Mihraba doğru yanaşıyordu, caminin daimi hatibine vaaz etme teklifini yaptılar, Yâ Resûlallah sizin bulunduğunuz yerde olur mu bu, şeref buyurdu, mihrabın önünde oturdular...” (1979-07-09_Gonul Dunyamizdan_Muhabbet fedailerinin ozellikleri - Beraat Gecesi (Izmir-Hisar Camii)-, dk. 57:33) Yukarıdaki pasajlarda Gülen şunu söylemektedir: 1. Hz. Peygamber, Gülen’in vaazını dinleyen cemaatin arasındadır 2. Vaaz dinleyen gençlerin alnını sıvazlıyor ve “yürü evladım” diyor 3. Hz. Peygamber, Gülen’e vaaz etme teklifi yapıyor. Dinen geçerli olabilecek hiçbir bilgi kaynağına dayanmayan bu söylemlerle Gülen ya hayal dünyasını konuşturmakta ya da bağlıları nezdinde tartışılmaz bir mevki elde etmek için yalan üretmektedir.”

Yukarıda görüldüğü üzere Hocaefendi başkasının gördüğü bir rüyayı anlatmakta ve cemaati camiye, cemaate teşvik etmektedir. Görülen güzel bir rüyanın anlatılmasında hiç bir mahzur yoktur. Peygamber Efendimiz hayatında pek çok defa rüya görmüş ve bunların bir kısmını bizzat kendisi anlatmıştır. Ayrıca Mescid-i Nebevi’de otururken pek çok defa ashabına rüya gören olup olmadığını sormuş, görenlere rüyalarını anlattırmış, hatta bunları yorumlamıştır. Bir defasında bir sahabinin gördüğü rüyayı Hazreti Ebu Bekir Efendimize yorumlatmış, sonunda da yorumunda isabet ettiğini söylemiştir. Bir hadiste Efendimiz “Nübüvvetten ümmete yalnız mübeşşirât kalmıştır.” buyurmuş, “Mübeşşirât nedir, ya Rasûlallah?” diye sorulduğunda, “Sâlih rüyalardır” cevabını vermiştir. Durum böyleyken vaaz ve sohbetlerde rüya anlatmanın ve bunları hayra yorup insanları salih amel yapmaya teşvikte kullanmanın ne mahzuru olabilir! Hele rüya gören ve bu rüyayı anlatanlara “Neden böyle bir rüya gördün” veya “Görülen bu rüyayı niçin anlattın” der gibi kısıtlama tavrı sergilemek sünnetle telif edilebilir mi!

“Kendi Dilinden” Denmesine Rağmen Başkalarının İfadelerine Yer Verilmiştir

Giriş kısmında raporun tamamen Hocaefendinin söylem ve yazıları esas alınarak hazırlandığı açıkça ifade edilmiştir. Dolayısıyla objektif bir çalışma yapılıyor izlenimi verilmek istenmiştir. Ne var ki raporun bir yerinde, Hocaefendinin fikirlerine ilgi duyan insanların da sözleri nakledilerek bunun üzerinden eleştiride bulunulmuştur.

Örnek 1

“İster vehbî, ister kesbî yollarla elde edilen ışık tayfları misillü bilgilerin, önce tasnifinin yapılıp sonra zaman, mekân ve şahıs unsurunun nazara alınarak muhataplarının idrakleri ölçüsüne “indirgendiği” bir kitaptır PRİZMA”, (Gülen, Prizma 1, Zaman Gazetesi Yayınları, İstanbul 1997. s. I-J) “...kalbine akan çağlayanlardan taşarak bir namaz sonrası yağmur damlaları gibi fem-i mübarekinden dışarıya sızan gönül nağmeleri...”, (Gülen, Ümit Burcu, Gazeteciler Ve Yazarlar Vakfı, İstanbul 2005, s. 17) “Zira onlar, hakka’l-yakini temaşa eden nazar ve bakışlarıyla her türlü delil ve burhan ihtiyacından müstağnidirler.” (Gülen, İnancın Gölgesinde 1, Nil Yayınları, İstanbul 1996, s. 18)

Örnek 2

“Din’de mutlak rehberlik, ya masumiyet, ya masuniyet gerektirir. Masumiyet, peygamberlerde hususî bir ilim ve haldir ki, Kur’ân’da peygamberlere bahşedildiği buyrulan ilim ve hüküm, bir manâda buna bakar. Masuniyet ise, hususî korunma manâsı taşır. Her günah kalbde bir leke olduğu ve her günahta küfre giden bir yol bulunduğu için, günahlar peygamberler için vahye, diğer rehberler içinse ilhama mânidir. Ayrıca, dine gerçekte hizmet eden bir Cemaat’in şahs-ı manevîsi velâyet-i kübra sahibidir ki, bu da, peygamberlere veraset demektir. Dolayısıyla, peygamberler, masumiyetle dinin emir ve yasaklarına muhalefet manâsında günah işlemezler; Sırat-ı Müstakîm’in peygamberler dışındaki rehberleri ise, masuniyetle en azından büyük günahlara karşı korunurlar... Rehberlikteki kısmî-içtihadî hatalar, genellikle hayırla neticelenir.” (http://www.zaman.com.tr/ali-unal/cemaat-hata-yapmaz-mi-yapmadi- mi_2268682.html;06.01.2015; 17:17)

Başkalarına ait bu ifadelerin Hocaefendiyi ve temsil ettiği düşünceyi bağlamayacağı ortada olmasına rağmen rapora dahil edilmesini bir art niyet olarak görmekteyiz.

Sayısal Analiz

Yapılan sayısal analiz neticesinde şu sonuçlara ulaşılmıştır;

a. Özellikle belirli kelimelerin ısrarla ve sıklıkla kullanıldığı görülmüştür. Kelime seçimi ve tekrar sayısının belli bir algı oluşturmak amacına matuf olduğu kanaatine varılmıştır. Algı amaçlı kullanılan kelimelerden bazıları şunlardır;

gaybı bilme iddiası.....49 kere

yalan:.........................32 kere

sapma/sapkınlık:........ 31 kere

istismar:......................30 kere

rüya: ..........................26 kere

kudsî-kutsi..................20 kere

örgüt lideri: ................14 kere

sahte/sahtekârlık: ......11 kere

hezeyan: ....................10 kere

uydurmak:....................8 kere

inkârcılık:.....................7 kere

ima etmek:................... 5 kere

robot: ...........................4 kere

pervasız: ......................2 kere

şarlatan.........................1 kere

b. 77 başlık altında birtakım iddialarda bulunulmuş ve bu iddialar Hocaefendinin vaaz, sohbet ve yazılarından -öncesi ve sonrasından kopartılarak- alıntılanan 116 adet örnekle desteklenmiştir. Ne var ki bu örnekleri incelediğmizde karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır;

38 örnek, Hocaefendinin anlattığı rüya-yakaza-keşif-keramet türü hadiselerle ilgilidir.

22 örnek tasavvuf kültüründe yer alan hususlarla ilgilidir.

11 örnekte ise mecaz ifade ve teşbihler mevcuttur.

Dolayısıyla, delil olarak ortaya konulan 116 örnekten 71 tanesi, zaten yorumlanmaya son derece müsaittir. Raporda takip edilen yöntemlerden birinin de İslam’ın kalbî ve ruhî hayatını görmezden gelerek metinleri zahirî anlamlarına göre değerlendirmek olduğu göz önünde bulundurulursa mesele daha iyi anlaşılacaktır. Kısacası ciddi bir eleştiri mevzusu bulunamayınca yoruma son derece müsait bir kısım ifadeler üzerinden eleştirme yoluna gidilmiştir. Geri kalan 45 örnekte ise yine dinin temel disiplinleriyle ilgisi olmayan ve her türlü eleştiriye açık meseleler yer almaktadır.

c. Okuyanların fikirlerini yönlendirme amaçlı bazı hilelerin yapıldığı görülür. Bu hilelerden biri, yukarıda da belirtmiş olduğumuz, bilhassa bazı kelimelerin çok sık tekrar edilmesidir. Bir diğer hile ise verilen örnekten sonra ondan ne anlaşılması gerektiği ile ilgili maddeler halinde kanaat belirtmektir. Bu şekilde rapor boyunca okurlar toplam 74 kere yönlendirilmiş ve onlara belli bir düşünce empoze edilmeye çalışılmıştır.

SONUÇ

Yapılan çalışmadan aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır;

1. İlmî araştırmalarda ele alınan konular olumlu-olumsuz bütün yönleriyle değerlendirilir ve ispat yöntemiyle bir neticeye ulaşılır. Şahsi fikir ve yorumlar, belli bir mantık örgüsü ve tutarlılık içerisinde sunulur. Keyfi yorumlara gidilmez, sloganik dil kullanılmaz, nefret, öfke ve haset ifade eden kelimelerden uzak durulur ve konu olabildiğince objektif olarak incelenir. En son ulaşılan netice ise eğer vahiy veya aklın kesin olarak ortaya koyduğu bir mesele değilse şahsi bir yorum olarak sunulur, konuyla alâkalı en son hüküm buymuş gibi bir kanaat belirtilmez.

DİB tarafından Hizmet hareketi ve Hocaefendi hakkında hazırlanan ve ilmî olduğu iddia edilen rapora bu ilkeler çerçevesinde bakıldığında, pek çok illetle malul bir metin kurgusunun yapıldığı görülür. Erbabınca ele alındığında bu raporun ilmî olduğu kesinlikle savunulamaz. Zira yukarıda belirtilen keyfi yorum, sloganik dil, nefret söylemleri, parçacı yaklaşım, ifadeleri konu bütünlüğünden kopararak alma, önyargı gibi özelliklerin tamamı raporda kendini açıkça göstermektedir.

Bu durum göstermektedir ki DİB, bu araştırmayı ilmî kimliğiyle yapmamış, DİB eski başkanı Mehmet Görmez’in de ifade ettiği gibi cumhurbaşkanının emriyle, yani siyasi iradenin güdümünde ve tamamen şartlı olarak yapmıştır.

2. Dini mevzularda konuşup-yazacak insanların ilmî yeterliliklerinin yanında çok dikkatli ve hakkaniyetli olmaları gerekir. Raporun hazırlanmasını deruhte eden kimselerin yeterlilikleri hakkında yukarıda anlatılanlar yeterince bilgi vermektedir. Yaptıkları yorum ve değerlendirmeler onların gerekli yeterliliğe sahip olmadıklarını açıkça göstermektedir. İlmî yetersizliklerinin yanında dikkat ve hakkaniyet konusunda da ciddi eksikleri olduğu açıktır.

3. Din adamlarının siyasetin güdümüne girmesinin hem dinî ve uhrevî hem de ahlaki ve toplumsal açıdan birçok zararı vardır. Siyasi erkin irade ve güdümüne girerek üretilen resmi ve politik din söylemi, tarih boyunca dindarlık hayatına zarar vermiştir. Çünkü böyle bürokratik bir kurumun temel açmazı, dini gerçekleri bağımsız ve korkusuz bir şekilde açıklayamama, siyasi iradenin görüşüne aykırı görüş belirtememe gibi dinin ruhuyla bağdaşmayan ‘güdümlü bir dini yorumun’ dışına çıkamamasındadır. Dolayısıyla bu durum, hem halkın din konusunda yanlış bilgilendirilmesini hem de güdümlü bir dindarlığın toplumda yaygınlaşmasını sağlayarak sahte bir dindarlık üretmektedir. Bu da nihayet dinin de dindarlığın da yozlaşmasına yol açmaktadır. Ahiret açısından zararı ise Âl-i İmrân suresi 71. ayetinin hükmü altına girmektir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Ey ehl-i kitap! Neden hakkı bâtıl ile karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?” Evet resmi din anlayışı, geçmişte olduğu gibi günümüzde de islam dünyasının din-devlet-toplum ilişkilerinin açmazlarından birisidir. Dini kurumlar gerektiği gibi bağımsız davranmamakla bu ilişkilerin daha da yozlaşmasına meşruiyet sağlamaktadır.



[1] Fethullah Gülen Hocaefendi ve hizmet hareketi hakkında kullanılan bu tabiri biz bu çalışmamızda kullanmayacağız. Zira bu konuda kesinleşmiş bir mahkeme kararı olmadığı gibi bu ifadeyle toplumun bir kesimini ayrıştırıp düşman ilan etme gibi bir niyet taşındığını düşünmekteyiz.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.