Bir abide şahsiyet: Şerafettin Kocaman
Şerafettin Kocaman'ın 24 Kasım 2012'de vefatının ardından Hocaefendi "Hiç olmazsa gıyâbî namaz kılıp dua edelim" diyerek cenaze namazı kıldırdı. Namaz sonrasındaki hasbihalinde merhum Şerafettin Kocaman ile tanışıklığını, hatıralarını ve hüsnüzan dolu duygu ve düşüncelerini anlattı:
Sızıntı yazı heyeti
Kırk sene evvel Bornova'da din ve ahlak dersi öğretmeniydi. Ondan sonra da o Sızıntı mecmuası çıkarmaya başladığımız zaman o mecmua tahkik, takip kıraat heyeti içinde hep yerini aldı. O ilk zamanlarda biz -şimdi de zannediyorum öyle yapıyorlar- eğer yirmi tane yazı varsa o yazıları hepimiz okuyorduk, ben okuyordum, kendimce mazmun itibarıyla belki dil itibarıyla üslup itibarıyla tashih ediyordum, bir arkadaş bakıyordu. Hele yazılar ilmiyse böyle fizik, kimya, matematik, astrofizik, jeofizik ile alakalıysa o mevzudaki bilen arkadaşlar da o hususları redakte ediyorlardı, tashih ediyorlardı. Hatta ben o 80 sonrası kaçtığım dönemde bile muvakkaten bir ayrılık oldu ama fakat o sofra etrafında hep bir araya geldik yine. Kaçamak, nerede fırsat bulduksa öyle. Ben ne yazıları ihmal ettim kendimce, bence kıymet ifade etmeyebilir, fakat arkadaşların beklentisine hürmetin ve saygının gereği yazmada kusur etmemeye çalıştım. Yani yolda kaçarken, hatta ilk defa yurttan ayrılıp Ortaköy'e gitmiştik, ben orada Son Karakol yazısını yazdım, eski üskü kesekağıdı torbalar üzerinde. Arkadaşımız yanımdaydı benim. Hem de o zaman zannediyorum gaz lambası ışığı mıydı neydi öyle.
Güzel ahlakı
Evet, Şerafettin Bey çok kıyak bir insandı. Benim çok gönlümün böyle takdire vesile saydığı bir yanı vardı, hemen onu diyeyim, insanlar hakkında mesela fakire karşı çok saygılıydı, öyle bir kısım riyakarların yaptıkları gibi ve aynı zamanda bir tepki halinde geriye dönecek bir davranış saydığım, katiyen mübalağalı ifadelere girdiğine hiç şahit olmadım. Mesela bana 'Sen üç şerefeli caminin birinci imamı' bile demedi. İşte bu yönüyle öyle takdir ediyorum ki benim nazarımda bir abide şahsiyettir o. Fakat terbiyede de hiç kusur etmedi. Sesini hep böyle pesten aldı, konuşacakları şeyleri öyle konuştu. Muhalif hareket etmedi. Meşveret dışı davranışlara hiç girmedi, ama hiç girmedi. Buraya geldik, buraya da geldi. Burada da o güzel ahlakını, ahlak-ı âliye-i nebeviyesini hep devam ettirdi. Böyle herkese karşı çok nazikane davrandı.
Son günleri ve namaz hassasiyeti
Hep geri döner diye ümit ettim. İnşallah Cenabı Hak şifa ihsan eder diye Fatiha yazıp gönderdim. Hüsnüzannım olan bir zatın bu mevzudaki dediğine binaen yaptım onu. Kendisi de benden istemişti. Fakat çok severdim onu, çok. Eksikliği bende yeni bir boşluk hasıl etti. Hacı Kemal, Yaşar Hoca, Cahit Erdoğan gibi...
Evet, bekledim hep geri döner diye ama son dört gün komadaymış. Fakat bana Muhittin Hoca -biliyorsunuz o da damadı- telefonda dedi ki 'Hocam bir şeyi vardı böyle kendinde değildi, gözleri kapalı. Fakat namaz vakti gelince namazını kılıyordu.' Nasıl yaşıyorsanız şuuraltı müktesebatınız neyse onlar öyle ciddi dürtüler hasıl eder ki zannediyorum ölmüş olsa bile herhalde namaz vakti gelince kalkar kılar. İnanırım ben ona. 'Hiç namaz kılacak gibi değildi, fakat kalkıp namazını kılıyordu' dedi bana Muhittin Hoca.
Hep memnuniyetini ifade ediyor. Hususiyle kıtmir hakkında. Öyle o halinde dualarını hep gönderiyor. Öyle kıymetli bir insandı. Evet, Şerafettin'di ve Kocaman'dı. Kocaman. Ben de çok dua ettim burada. İnşallah ahiretine geçer artık. Siz de dua edin, kıymetli bir insandı.
Abartarak onu cennetin göbeğine oturtmuyoruz ama hakkında hüsnüzan ediyoruz. İnşallah Cenabı Hak onu o eltaf-ı subhaniyesiyle serfiraz kılar.
Bazı böyle güzel insanlar öldüğünde -dün de dedim- aklımdan geçmiyor değil, işte öyle Yaşar Hoca gibi, Hacı Kemal gibi, çünkü çok değer atfederim, onların yerine keşke ben ölseydim. Neyse bundan sonra da böyle çok bu şeyleri taşıyacak gibi değilim. Bir şiddetli fırtına birilerini önüne katıp götürünce kim bilir belki de kalbim durur. Çok taşıyacak durumum yok. Cenabı Hak vatan toprağında nasip etsin. Benim vatana, toprağına karşı delice bir iştiyakım var. Hizmet öyle olmayı gerektirmeseydi bir dakika durmazdım burada.
Hocaefendi'nin Şerafettin Kocaman için verdiği taziye mesajı
Sızıntı Dergisi'yle bütünleşip onu gaye-i hayal edinmiş ve bu vesile ile Cenab-ı Allah'ın geniş bir dairede neşri hak vazifesinde istihdam buyurduğu aziz kardeşim Şerafettin Kocaman Bey'e Mevlâ-yı Müteal'den rahmet ve mağfiret diler, değerli ailesi ve evlatlarına, dost ve arkadaşlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.
M. Fethullah Gülen
Tanıyanların dilinden Şerafettin Kocaman
Şerafettin Kocaman, Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin yakın talebeleri arasında yer alıyordu. Ankara İlahiyat Fakültesi mezunu olan Kocaman, bir süre yurt içi ve yurt dışında eğitim hizmetlerinde bulundu. Nil Tuna ve Işık Yayınları'nda genel müdürlük yapan merhum Şerafettin Kocaman, Kaynak Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı görevinde de bulundu.
Şerafettin Kocaman hakkında konuşan Mehmet Ali Şengül, "Kendini ilme, irfana, hayr'ul halef gelecek nesillerin yetiştirilmesine adamış olan, adanmış ruhlardan bir kardeşimizdi. İnşallah Cenab-ı Hak beyanlarımızı şehadet kabul eder. Allah taksiratını affetsin. Şu kısa geçici hayatta ölümsüz ebedi bir hayatı kazanma yolunda bütün gücünü sarf etti. Gelecek nesillere örnek bir hayat yaşadı." açıklamalarında bulundu.
Tefsirci Suat Yıldırım, merhumun yayın hayatındaki çalışmalarına dikkat çekerek, "Kendisini 30 seneden beri tanırdım. Kaynak Kültür Yayınları'nda yöneticilik yaparken güzel eserlerin çıkmasına vesile oldu. Memleketimizin ilim ve irfan hayatına hizmet eden bir insandı. Ahlak olarak dürüst, soyadının yaptığı çağrışımın aksine yumuşak mülayim bir insandı." dedi.
Şerafettin Kocaman'ın komşusu olan eski vaizlerden Necati Tosun da "Kiracı olarak yerleştiğim evin üst katında oturuyordu. 4 yıl evveldi. Daha sonra bana ziyarete geldi. Arkadaşlığımız dostluğumuz İslami ölçülerde devam etti. İbadetine çok düşkündü. Çevresini önemserdi. İslami ölçüye dikkat ederek yaşardı. Komşuluk hukukuna azami dikkat ederdi." şeklinde konuştu.
Reşit Haylamaz ise "Sızıntı Dergisi ile bütünleşmiş bir insandı. Bir araya geldiğimizde arkadaşlarımızın hepsi gözü ile onu arardı. Sanmıyorum ki bir kişi çıksın, 'beni dili ile incitmiştir' desin. O kadar kibar nezih bir insandı." ifadelerini kullandı.
Bir yıldız daha kaydı
Ali Ünal / Zaman, 26 Kasım 2012
1975, belki de 1976 yılıydı. Köyümüzden Uşak İmam-Hatip Lisesi'nde okuyan bir arkadaşım, Uşak'ta Vakıflar Yurdu'nda kalıyordu.
Yurda Aydın Koyuncu isimli bir müdür geldiğini, öğrenciler olarak kendileriyle çok ilgilendiğini, çok kısa süre içinde yurdu değiştirdiğini anlatırdı. Erzurum'da üniversitede öğrenciydim. Aydın Koyuncu Bey'le müşerref olmak için zât-ı âlîlerini Vakıflar Yurdu'nda ziyaret ettim. Kader, bir müddet sonra, 1977'nin sonunda bizi Uşak İmam-Hatip Lisesi'nde öğretmen olarak bir araya getirdi. Aydın Bey, fakiri 1978 yılının son veya 1979 yılının ilk aylarında bir kış günü İzmir'de Bozyaka Yurdu'nda bir toplantıya davet etti. Birlikte gittik. Beşinci katta dikdörtgen bir salonda kalabalık bir grup toplanmıştı. Aramızdan ayrılıp Hakk'a yürümüş bulunan merhum Şerafeddin Kocaman ağabeyimizle orada tanışmıştım.
Aradan yıllar geçti, tam 11 yıl. Turgutlu'da Özel Gündüzalp Lisesi'nde görev yaparken bir telefon geldi. Arayan, İzmir'den Şerafeddin Kocaman ağabeyimizdi. Gayet nazik ve kibar bir sesle, birkaç arkadaşıyla beraber ziyaretime geleceğini söylüyordu. Utandım, "Siz zahmet etmeyin, ben geleyim." dedim. "Hayır, biz gelelim!" diye ısrar etti. Mecbur kalarak "Buyurun!" dedim.
Bir akşam, doktor, doçent unvanlı 4 veya 5 arkadaşla beraber geldiler. Çok utanmıştım. Sızıntı'da yazı yazmamı ve İzmir'de salı akşamı ve cumartesi öğleden önce olmak üzere haftada iki gün yapılan yazı heyeti toplantılarına katılmamı rica ediyorlardı. Bir emir telâkki ettim. 11 yıl önce Bozyaka'nın 5'inci katında tanıdığım Şerafeddin ağabeyimizle teşrik-i mesai şerefi böyle başladı ve ilk 5,5 yılında İzmir'de çok yakından devam etti. Yeni Ümit dergisi de, Nil Yayınları da, İzmir'de Kemeraltı'nda içinde çok güzel arkadaşların çalıştığı emektar binada bulunuyordu. Benim için çok güzel günlerdi.
1995 yılı Ağustos'unda İstanbul'a taşınmamdan sonra yine ayda bir Şerafeddin ağabeyimizle yazı heyetinde bir araya geliyorduk. Bu arada 3 ayda bir de İzmir'e gidip, beş gün kalıyordum. 1999 yılı başlarına kadar böyle devam etti. Bu yıldan sonra da Şerafeddin ağabeyimizle irtibatım hiç kopmadı. Hocaefendi'nin hakkında söylediklerinden sonra bir şey söylemem belki su-i edep olur. Fakat hususî ve çok derinden sevip, çok derinden saygı duyduğum büyüklerdendi. Bir defasında Hocaefendi, "Bu Şerafeddin Bey, kıyak adamdır. Öfkesini hep içinde tutar." buyurmuşlardı. Vakurdu, babacandı, iyi ve vefalı bir dost, şefkatli bir ağabey ve müdebbir bir idareciydi. Nazik ve kibardı; ağzından boş söz dökülmezdi. Çok çileli, fakat son derece sabırlıydı. Bir damla olarak başlayan "Nil"in bir şelale haline gelmesinde belki en büyük katkıyı yaptı. 23 yıla yaklaşan ağabey-kardeş münasebetimizde kendisinden fakire karşı incitici tek bir harf, tek bir davranış sâdır olmadı.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), "Yıldızlar, gök ehli için emandır. Yıldızlar döküldüğünde gök ehlinin başına gelecekler gelir. Ben de ashabım için emanım. Ben vefat ettiğim zaman ashabımın başına gelecekler gelir. Ashabım da ümmetim için emandır. Ashabım gidince de ümmetimin başına gelecekler gelir." buyururlar. Şerafeddin ağabeyimiz hakkındaki duygum odur ki, bu ifritten dönemde insanlık semasının yer ehli için eman olan yıldızlarındandı. Dolmayacak çok büyük bir boşluk bırakıp gitti. Allah, kendisini rahmetiyle sarıp sarmalasın; geride bıraktığı, başta Hocaefendi ve yakınları olmak üzere sevenlerine sabr-ı cemil versin.
Şerafeddin Kocaman ağabeyin ardından
Abdullah Aymaz / Zaman, 30 Kasım 2012
İtalya'daki programlarım sebebiyle Şerafeddin ağabeyin cenaze namazında bulunamadım. Ama kendimi arkasından bir şeyler yazmak mecburiyetinde biliyorum. Çünkü aramızda büyük bir hukuk var... 1970'li yıllarda ikimiz de İzmir'de din bilgisi öğretmeni olmamız dolayısıyla çok sık bir araya geliyor ve görüşüyorduk. Sızıntı Dergisi'nin neşredilmesinden itibaren beraberliğimiz iyice arttı. Çok geceler saat üçlerde biten Sızıntı'ya yeni gelmiş yazıları okuyup seçme ve tashih etme toplantılarımızdan sonra aynı yönde olan evlerimize beraber yürüye yürüye ve konuşa konuşa giderdik. Bu yürüyüş, en az 40 dakika sürerdi... Şerafeddin ağabey, her zaman vakur, mütevazı, ciddi, temkinli, istikametli, babacan ve kocamandı... Üzerinde bulunan eğitim hizmetleri gibi, Sızıntı Dergisi'nin işleri de büyük gayret ve fedakârlık gerektiriyordu. O, bunların hepsini ihtimamla yerine getiriyordu.
Yazıları tashih ve seçmenin yanında o zamanlar kuşe kâğıt sıkıntımız da vardı. Gitmediğimiz yer kalmadı... Bir seferinde Muğla'ya SEKA Dalaman Kâğıt Fabrikası'na gittik... O zamanki belediye başkanı CHP'li Musa Bey'le ve fabrika müdürü ile görüştük. Musa Bey'den sıcak bir karşılama ve destek gördüğümüz halde, müdür bize başka şeyler îma etti. Rüşvet verecek halimiz yoktu... Beraber İzmit SEKA'ya gittik. İzmit'te o zaman SEKA kendisine bağlı olan bakanın bir arkadaşı vardı. Onu ziyaret edip bize bir randevu ayarlamasını rica ettik. O zât bize, "Ona ne söyleyeceksiniz?" dedi. Biz de, "İlmî, ictimaî, ahlakî bir dergi çıkardığımızı ve bunun için kuşe kâğıda ihtiyacımız olduğunu, Sızıntı Dergisi'ne bir tahsisin yapılmasını anlatırız." deyince güldü. "Düşünüyorum da, sizler başka bir gezegenden geldiniz herhalde!.. Onlar sizin bu sözlerinden hiçbir şey anlamazlar. Sizinle konuşurken bile onlar seçkin bir lokantada yiyecekleri havyarı düşünürler." dedi.
Oradan da ümidimizi kestik. Bu durum, 1983 yazında benim rüyama da girdi: Şerafeddin ağabeyle yine böyle Sızıntı'nın kuşe kâğıdı için bir yerlere gitmişiz ve çok yorulmuşuz da Konya'da Mevlânâ Hazretleri'nin türbesinin önündeki ağaçların birisinin gölgesine kendimizi atmışız... Rüyada da hava çok sıcak... Uzanıp dinlenelim dedik. O sırada birisi gelip, "Sizi Mevlânâ Hazretleri çağırıyor!" dedi. Biz de çok yorgun olduğumuzu, biraz dinlenip sonra huzuruna çıkacağımızı söyledik. Yine kafalarımızı yere koyup uyumak istedik. Tam o sırada Mevlânâ Hazretleri'nin türbesinden, bizzat kendisi tarafından ismen çağrıldım. "Buyurun!.." diye bağırıp rüyadan da uyandım ve yattığım yerden doğrulup kalktım... Artık Konya'ya gitmem gerekiyordu. Ama ben oraya öğretmen olarak gitmek istiyordum. Onun için Şerafeddin ağabeyle beraber Ankara'ya gittik. Milli Eğitim Bakanlığı'nda üst seviyede bir arkadaşı vardı. Belki İzmir'den Konya'ya nakilde bir yardımı olur diye beni arkadaşının yanına götürdü. Ona derdimizi anlattık ama anlaşılan bizi kerhen dinliyordu. O sırada Almanya'ya Ramazan ayı münasebetiyle vazifelendirilmiş bir öğretmen içeri girdi. Ona, "Bana bak. Almanya'ya gidiyorsun, orada sakın cemaatlere gitme... Evlerine bile davet etseler icabet etme. Unutma, üç kişiden biri devlettir. Yaptıklarınız bize hemen gelir. Ona göre!.." dedi. Aslında bu sözleri bize söylüyordu. O öğretmen, "Efendim, onlara selam da mı vermiyeyim?" deyince, bu sefer, "O kadar da değil; elbette selam alıp vereceksin." dedi... Baktım Şerafeddin ağabey çok üzüldü. Hemen oradan ayrıldık. Dışarı çıkınca, "Hayret!.. Bu arkadaş hiç böyle biri değildi. Herhalde 12 Eylül darbesinden sonra bunları çok sıkıştırmışlar ve kendilerine benzetmişler." diyerek teessüf etti. Şerafeddin ağabeyin anne tarafından dedesi, Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin postacılarındandı; Postacı Abdullah... Köylere, yazılan Risale-i Nurları taşımıştı. Tam teyidini yapamamakla beraber, kayınpederinin İzmir'deki otelinde, Bediüzzaman Hazretleri İstanbul üzerinden denizyolu ile Antalya'ya götürülürken, bir müddet misafir edilmiş diye işitmiştim...
Sızıntı Dergisi münasebetiyle İzmir'den ayrıldıktan sonra her ay yine Şerafeddin ağabeyle görüşüyorduk...Bu hastalığa yakalandıktan sonra gücü yettiğince toplantıları bırakmadı. Ama herkes ile helâlleşmeye çalıştı. Hatta, kendisine haksızlık yaptığına şâhit olduğum birisinden bile helallik istemiş. Halbuki mağdur olan, mazlum bulunan Şerafeddin ağabey idi. Çok iyi biliyorum. Bunu da bizzat karşı tarafın ağzından duydum ve hayret ettim. Ben affedemedim ama o affetmiş hem helallik dilemiş...
Çok ağır bir hastalığa tutulmasına rağmen hiç şikâyetini duymadım. Mümine yakışır bir tevekkül ve teslim içinde bulundu. Isparta'nın İslam köyünden Hâfız Ali ağabeylerin peşinden yetişmiş değerli bir arkadaşımız ve ağabeyimizdi. Isparta, onunla iftihar etmeli... Kendisine Cenab-ı Hak'tan rahmet, Cennet ve Cemâlullah diler, eş-dost ve evlatlarına sabr-ı cemil temenni ederim. Başta Büyüğümüz olarak hepimizin başı sağ olsun... Cenab-ı Erhamürrahîmîn, ebedî âlemde bizi, birbirimizden ayırmasın. Âmin!..
Şerafettin Ağabey'in sesi
Ali Çolak / Zaman, 01 Aralık 2012
Şerafettin Ağabey'in öldüğü gün, o eski ölüm günlerinden biriydi. Kitap fuarının cümbüşü, bütün sesler ve dostlar sustu, lezzetler acılaştı. Ölüm, bir bıçak acısı gibi geçti aramızdan. Çoksesli koridorları, kitap yığınlarını, insan yüzlerini aşıp eski dağlardan bir dağa çıktım. Gözlerimde aydınlık bir yüz ve kulaklarımda bütün vurgusunu, duraklarını taptaze hatırladığım bir ses: Şerafettin Ağabey konuşuyor, yavaş ve dingin... Eski sonbaharlardan birinde, İzmir Kemeraltı'nda, 871 Sokak, No: 47...
Üniversite son sınıf öğrencisiydim. O kapıdan girdiğim gün bana "Bey" dedi. Babacan, ölçülü ve müşfikti. Sükûnetin sözlük anlamı onda tecelli ediyordu. Daima, biraz önce abdest almış hissi veren taze yüzüyle ve gülümseyerek, bütün kelimelerin hakkını vere vere konuşurdu. Her sözün sonunda, yürekten söylenmiş bir 'inşallah...' Sızıntı, o çatının altındakilerin ortak sevdasıydı, ilk göz ağrısı. Başyazılar geldiğinde, bir sevinç, bir coşku! Önce o okurdu, bir ders gibi. Sonra dizilir, dergiye konur. Karşılıklı bir daha okuruz. Her hecenin, virgülün üstüne titreyerek, evet titreyerek... Bazen, dergi basılıp körolası bir hata çıktığında, Şerafettin Ağabey'de günler boyu üzüntü, kahır. İşte şimdi, o başyazıları okuyan ses kulağımda, vurguları bile!
Şerafettin Ağabey, benim ve kendisini tanıyan herkes için Sızıntı demekti. Bütün ömrü, evi, çocukları bile... Sızıntı! Onun kişisel tarihi yoktu. Biyografisi yazılmak istense, sanırım derginin sayıları, geçirdiği aşamalar yazılabilir ancak. Hangi sayıda hangi sancıları çektiği... Nasıl cazip ve okunur bir dergi yapabiliriz, tirajı nasıl artırırız, başka kimlere yazdırabiliriz? Nasıl, nasıl, nasıl?.. İşinde böylesine fani olmuş kaç kişi tanıyorsunuz? Ne sarsılmaz bir tahammülü vardı, şaşılır! Hiç kızmaz mıydı, sesini yükseltmez miydi? Dünyanın gürültüsü duyulmazdı sesinde, zaten bu dünyaya ait hiçbir hülyası da yoktu. İbrahim Ağabey, Hakkı Ağabey, Şenol, Hasan, Sait, ben, hepimiz ona bakardık, konuşmadan. 'Hizmet', galiba böyle bir şeydi, 'hizmet insanı' böyle olunuyordu. 'Örnekleri kendinden bir hareket'in örneği olarak, yıllarca o tedavi edici sükûnetiyle yaşadı Şerafettin Ağabey. Küçüklerin karşısında bile düğmeleri ilikli, elleri bağlı, kemal-i ciddiyetle gülümseyerek...
Ağabeylerin ölümü, insanı yalnızlaştırıyor. Dünya çoraklaşıyor git gide. Neyse ki hatıralar solmuyor, sesler eksilmiyor ve 'hizmet' dediğimiz sevda, dünyaya katlanmak için yetiyor. Ruhun şâd olsun Şerafettin Ağabey!
Şerafettin Ağabey'in ardından
Prof. Dr. İrfan Yılmaz / Sızıntı, Ocak 2013
Dile kolay; kendisini tanıyalı 33 sene olmuş. Sızıntı'nın ilk sayısıyla alâkalı toplantılarda İzmir dışında olduğum için bulunamamıştım. Derginin ikinci sayısı için toplantı yapılacaktı; bu toplantıya elinin kalem tutması muhtemel herkes (öğretmen, asistan, memur...) çağrılmıştı. Derginin hedeflediği formatta yazı kaleme almak zor bir uğraştı. Fakat yazı yazmanın dışında bir sürecin daha bulunduğunu ve bunun yazı yazmaktan da meşakkatli olduğunu işin içine girince gördük. Şimdi daha iyi anlıyorum ki, Allah her işe, uygun fıtratta birisini istihdam ediyor. Hocaefendi de Şerafettin Ağabey'in hâl ve hareketlerinden mizacını okuduğundan, sebepler plânında bu istihdamı tamamlamıştı. O, vakarı ve sabırlı hâli ile hemen dikkati çekiyordu. Onun dergideki vazifesi âdeta baştan belirlenmişti. Bizler yazı yazma ve tashih dışındaki işlere (uzun takip gerektiren kapak resimleri, kâğıt tedariki, dizgi, mizanpaj, baskı ve abone) çok fazla yanaşmazken, o bütün bu süreçlerde öne çıktı. Hocaefendi de ondaki sabrı ve iş takibindeki mahareti gördüğü için işleri onun idaresine bıraktı.
Doktor Kudret Ağabey, bilhassa resim ve sayfa düzeni gibi hususlarda estetik zevkiyle Şerafettin Ağabey'e yardımcı oluyordu. Başyazılar istenmeye gidildiğinde, yazı özetlerini sunmada ve seçilen yazıları yerleştirmede Şerafettin Ağabey'in fıtrî edebinin getirdiği az geride durmayı, Kudret Ağabey atılganlığı ile telâfi ediyordu. Hocaefendi, özetlerde yazılanlar dışında bir bilgiye ihtiyaç duyduğunda da bizler söz alıyorduk.
Bir apartmanın fazla yağmur yağdığında sel basan bodrum katında tek daktiloyla başlayan dergi çıkarma faaliyeti, tamamen Allah'ın lütfuyla bugün yüzlerce kitap neşreden yayınevlerini ve binlerce kitap basan matbaa tesislerini barındıran bir müesseseye dönüşmüşse, bunda da sebepler dairesinde bazı insanlara rol verilmişse, bunların başında Şerafettin Ağabey gelir dersem mübalâğa etmiş olmam. Enflasyonun çok yüksek olduğu o dönemlerde, zam yapmamak ve dergi maliyetini düşürmek için Hocamız'ın: "Bir yıllık kâğıdı toptan alın..." tavsiyesi, bir müddet sonra bu kâğıdı defter basarak değerlendirmeyi getirdi. Arkadan takvim ve ajanda basma sürecine girildi. Hem defterlerde hem de takvimlerde asıl gâyemiz ticaret değil, irşad ve tebliğe müteallik mesajımızı uygun bir üslûp ve teknikle sunmaktı. Şerafettin Ağabey, bütün bu süreçlerde Hocamız ile yazı heyetlerimiz arasında çok önemli vazifeler gördü. Yazı heyetlerindeki benim gibi aceleci ve çabuk parlayan kişiler yanında, oldukça değişik fıtratlı birçok arkadaşı -birkaç istisna dışında- bir arada tutması, başlı başına bir idarî başarı sayılabilir.
Dergi ve kitaplar çoğalınca, fuarcılık bölümü tesis edildi. Şerafettin Ağabey bu konuda da çok gayret sarf etti. Türkiye'nin çeşitli şehirlerinde gezici fuarlar düzenlenmesi için, bu birimdeki arkadaşları teşvik etti. Bu fuarlarda eserlerimizi gören farklı dünyaların insanlarından alınan müspet intibaları sık sık Hocaefendi'ye aktarıyor, Hocamız'ın sevindiğini görünce de gayretlerini daha da artırıyordu.
Herkesin tahmininin aksine, dergi için hiç yazı yazmadı. Aslında derin bir kalb ve ruh dünyasına sahip olduğu hem gözyaşlarından, hem de yazı tashihlerindeki isabetli tespitlerinden belliydi. Fakat ne hikmetse, kendini yazı yazma dışındaki yorucu ve çileli süreçlere vakfetti. Belki de öyle olması gerekiyordu; çünkü yazı yazma işine girseydi, himmeti bölünecek ve diğer işleri gerektiği şekilde yürütemeyecekti.
En çetin süreçler, abone bulmada ve derginin abonelere ulaştırılmasında yaşanıyordu. Bizlerin, çok azına bile maruz kalınca tahammül edemediğimiz tenkitlere o âdeta göğsünü siper ediyordu. Aksamalarla ilgili tenkitlere, bazı okuyuculardan gelen hakarete varan ağır ithamlara sabırla cevap veriyor; yaşanan problemlere çözümler arıyor; bu arada yaşanan olumsuzluklardan, çalışanların etkilenmemesi için onları dâima teşvik ediyordu. Fakat bütün bunlarda yaşanan olumsuzlukları hep içine atması onu oldukça yoruyordu. İçe dönük fıtratı, her şeyi içine atarak sinesinde eritme gayreti kanaatimce bedenini oldukça yıpratıyordu.
Tanıdığımdan beri hep birkaç hastalığı vardı; onu hiçbir zaman tam sağlıklı görmedim desem, mübalâğa olmaz: Böbrek taşlarının henüz dışarıdan kırılmadığı dönemde, ağır bir böbrek ameliyatı geçirdi; midesinden ve bağırsaklarından dâima rahatsızdı; üç-dört defa fıtık, bir defa da safra kesesi ameliyatı oldu; ağır bir hepatit geçirdi, kulak rahatsızlığına maruz kaldı, şeker hastası oldu, lösemi tedavisi devam ederken, en son böbrekleri harap oldu. Hastalıklarıyla alâkalı konularda herhalde moral verici konuştuğumdan olsa gerek, benimle sohbeti sever ve istişare ederdi.
İnsan olmamızın gereği, bazen arkadaşlar arasında üzücü hâdiseler yaşanabiliyordu. Böyle zamanlarda, onu rahatlatma adına; "Ağabey, biraz sert çık, içine atma..." dediğimde, kendi sıkıntısını unutur, beni sakinleştirmeye çalışırdı. Ancak onun sıkıntıları içine atıp ortamı yumuşatma gayreti, bedeninde ciddi tahribatlar yapıyordu. Tam bir sabır kahramanıydı. Derginin daha kaliteli ve cazip olması adına, hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor; her hususu Hocamız'a soruyor ve o istikamette çalışmalar yapıyordu; fakat buna rağmen bazı tenkitlerden kurtulamıyordu. Dergide yapılacak her yenilik, Hocamız'a sorulduktan sonra hayata geçiriliyordu; buna rağmen o, muhtemel bir tenkitle Hocamız yıpranabilir düşüncesiyle, işlerin sorularak yapıldığını söylemiyor, her türlü tenkidi üzerine alıyordu. "Ağabey, arkadaşlar Hocamız'a saygılıdır, onun söylediklerini kabul ederler, sen niye hep üzerine alıyorsun, 'Hocam böyle söyledi.' de rahatla, kendini yıpratıyorsun." dediğimde, "Olsun, boş ver!" diyordu. Sonunda ben dayanamayıp arkadaşlara bu hususun Hocamız'a sorulduğunu belirtiyor; "Şerafettin Ağabey sorarken ben de yanındaydım." diyerek durumu izah ediyordum. Fakat Şerafettin Ağabey yıprandığı ile kalıyordu.
Onun hiç mi hatalı, kusurlu bir tarafı yoktu? Hangimizin yok ki! Hepimiz insanız ve hepimizin birçok kusuru var... Ancak onun benden çok çok daha iyi ve sabırlı olduğunu, Sızıntı için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadığını söyleyebilirim. Yazı heyetindeki bütün arkadaşlar kendisine haklarını helâl ettiler. Hepimiz, hakkında hüsn ü şehadette bulunuyoruz ki o, oldukça farklı fıtrat ve kabiliyetteki insanları kavga ettirmeden idare etmesini bilmiştir. Belki de Muhterem Hocaefendi'nin elinin bereketiyle kurulduğu için, derginin yazı heyeti hiç arızasız bugünlere gelmiştir; ancak Şerafettin Ağabey'in bir vesile olarak bundaki fedakârlık ve gayretlerini unutmak vefasızlık olur. Onu en son, vefatından bir ay kadar önce, Ankara'daki tedavisi sırasında gördüm. Yurtdışında olduğumdan ve ilân edilmiş programlarım iptal edilemediğinden cenazesinde bulunamadım. Bu da içime bir dert oldu, kaderin önüne geçilemiyor. Benim ondan bir hak talebim olamaz, inşallah bizlere hakkını helâl etmiştir. O, Hocamız'ın dediği gibi: "Şerafeddin'di ve Kocaman'dı."
'Oğlum ateist öldü, daha önce neredeydiniz?'
Sedat Gülmez / Aksiyon, 10 Mart 2008
Sızıntı 30 yaşında... Zaman zaman burukluklar yaşansa da kâinat kitabını 'esma' nazarıyla okutma hedefinden hiç geri kalmadı. Hepsinden önemlisi; milyonların ona verdiği emek asla unutulmadı, unutulmamalı da!..
'Sizlere ne kadar dua etsem azdır; sayenizde ailemle kulluğun zirvelerini bulduk. Ancak aynı ölçüde kızıyorum. Niye, büyük oğlum ateist ölmeden önce bize ulaşmadınız?...' Şubat 1979'da yayın hayatına merhaba diyen Sızıntı'ya gelen okur mektuplarından biri böyle sesleniyordu. Asker emeklisi babanın feryadını okuyan Fethullah Gülen Hocaefendi hıçkırıklara boğuluyor. O hâliyle arkadaşlarına dönüp "İmanın hangi kalbe, ne zaman gireceği belli değil." diyebiliyor sadece...
Eylül rüzgârlarına, Şubat soğuklarına aldırmadan hakikat seyrine devam ediyor, Sızıntı. Mütevazı ruhların gayretiyle Meksika'dan Endonezya'ya kadar dünyanın dört bir yanına ulaştı. Başarıyla çok takdir kazandı; ama erişmesi gereken o kadar çok mekan ve gönül var ki... Şimdilerde 'bizim de kendimiz olduğumuz günler'in arayışıyla yenilenen ülkülerle yoluna devam ediyor.
İnanmanın gericilik sayıldığı seneler
70'lerin Türkiye'si... Üniversiteler, liseler hatta ortaokullarda bile siyasî çatışmalar sahneleniyor. Pozitivist, Marksist fikirler ve Darwin Teorisi dokunulmaz kutsallar. "Madem her şeyi Allah yarattı, O'nu kim yarattı? Allah'ı niye göremiyoruz? Azrail bir anda o kadar insanın canını nasıl alıyor?" tarzı sorularla genç dimağlar zehirlendikçe zehirleniyor.
Fen derslerine giren çok sayıda öğretmen, kâinattaki mükemmel işleyişi hep "tabiat ana"ya bağlıyor. "İyi de bunlara 'ol' diyen bir Allah var!" diyenler gericilikle suçlanıyor. Tahripkâr düşüncelere sınırlı bilgisiyle direnmeye çalışanlar çoğu zaman mağlup... Bir büyük insanın dediği gibi; küfür artık bilimle yol alıyor, neşriyatla yayılıyor. Bunlara karşı zaman zaman iman davasını savunan gazeteler ve dergiler yayımlansa da istenilen etkinliğe bir türlü ulaşamamış. Diğerlerinden üslubuyla, mizanpajıyla, yazılarıyla farklı yeni bir derginin yayımlanmasıysa elzem. Ama kim ve nasıl yola çıkacak?
Zuhur'dan Sızıntı'ya
Türkiye Öğretmenler Vakfı (TÖV) çatısı altında toplanan bir avuç insan da aynı sıkıntıdan muzdarip. Önlerinde Fethullah Gülen Hocaefendi, bir an önce harekete geçmenin telaşını yaşıyor. Evvela 'Zuhur' isimli bülten doğuyor. Ancak 5 sayı yayımlanıyor; çünkü istenilen etki sağlanamıyor. Hocaefendi daha ötesini, hatta 60'larda Kemal Ural'ın yayımladığı, Risale-i Nur'dan bölümlerle süslü ve beğeniyle takip ettiği 'Şule' dergisinin de daha ilerisini arzuluyor.
Neticede Hocaefendi'yle birlikte Abdullah Aymaz, Şerafettin Kocaman, Dr. Kudret Ünal ve Mehmet Atalay amatör ruhla yola çıkıyor. Kısa sürede derginin muhtevası belirleniyor: Başyazı, hayatın inceliklerini sergileyen ilmî makaleler, sonraları 'Ölçü veya Yoldaki Işıklar' ismiyle kitaplaşacak özlü sözler; edebî ve tarihî yazılar, zihin bulandıran pozitivist sorulara verilen ruhları rahatlatıcı ilmî cevaplar...
Yazısını ilk getiren ve arkadaşlarının önüne bırakıp tevazuyla "Bakın, işinize yararsa kullanırsınız." diyen kişi, Hocaefendi. Şerafettin Kocaman'a göre o hareket Sızıntı'da yazmanın ana çizgisini ortaya koyan ilk mesajdı: Kimsenin yazısı kutsal metin değildir. Tüm eserler ekiptekilerin tenkidine açıktır. Arif Sarsılmaz'a göre bu davranış, muhtemel yazarlık enaniyetlerine daha ilk anda set çeker.
İddiasız, mütevazı bir isim de bulunur dergiye: Sızıntı. Ressam Tamer Bey logo için alternatifler hazırlar ve Hocaefendi'nin beğenisine sunar. Zamanla evlerin, kahvelerin ve araçların duvarlarını, camlarını süsleyecek 'boynu bükük, gözü yaşlı çocuk' resmi de, Mehmet Akif'in "Merhametin yok diyelim nefsine/ Merhamet etmez misin evlâdına?" mısraları eşliğinde kapağa yerleştirilir. Yazılar hazırlanırken bırakın kelimeyi, harf hatasına dahi düşmemek için azamî dikkatle çalışılır. Çünkü, eldeki teknik imkânlar iptidaîdir ve tek bir harf hatası için en az yarım gün uğraşmak gerekmektedir.
Nihayet dergi basılıyor
Matbaa işleriyle Şerafettin Kocaman ilgilenir. Öğleden önce okulda öğrencileriyle, sonrasında dergi için basımevlerinde koşturmaktadır. Kendi tabiriyle amatörlük her hâllerine yansımıştır: "Karınca Matbaası vardı, İzmir'in en gözde basımeviydi. Kaç defa kapısını aşındırdım hatırlamıyorum."
Yazı heyetinin maddî beklentisi yoktur; ama teknik işler masraflıdır. En büyük problemlerden kâğıt sıkıntısı, Naci Şençekiçer'in yardımıyla birkaç sayı için aşılır. Sonrasında çalışanların himmetine başvurulur. Biraz para birikince devreye Hacı Kemal Erimez girer ve Ankara'ya kadar gidip bir matbaa makinesi satın alır. 12'nci sayıdan itibaren Sızıntı kendi imkânlarıyla çıkar.
48 sayfalık ilk sayı 6.000 basılır. Kısa sürede olumlu sinyaller alınır. Tabir yerindeyse dergiye herkes sahip çıkar. Her satırın altı çizilir. Okuyucu mektuplarının sayısı sürekli artar. Merak o raddeye varır ki gelecek sayıların muhtevaları ısrarla sorulur.
Ancak birkaç sayı sonra heyettekiler yazma konusunda tıkanma hisseder. Hocafendi'nin 'okumazsanız yazamazsınız' teşhisi uyarınca edebî eserlerin listesi çıkartılır ve toplu programlar düzenlenir. Haftalık toplantılar da yazı ve okuma üslubuna katkı sağlar.
Darbe döneminde yayınını sürdürdü
Dergi 1,5 yaşındayken 12 Eylül askerî darbesi gelir. Toplumu derinden vuran süreç Sızıntı'yı sekteye uğratmaz. Çünkü siyasete bulaşmama çizgisi hep korunmuştur. Maksat sadece Allah'ı anlatmaktır. Hatta bu uğurda tepkileri önlemek için O'nun ismi dahi kullanılmamıştır. Bu yaklaşımın bir semeresi de, derginin Millî Eğitim Bakanlığı tavsiyeli yayımlar arasına alınmasıdır.
Turgut Özal döneminde fikir ve inançlar üzerindeki baskı yumuşayınca Sızıntı'nın erişim alanı daha da genişler. Kütüphanelere, hapishanelere dağıtılan derginin 'anlatma' çabası kısa zamanda makes bulur. Devrin en gözde iletişim kanalı TRT'ye reklâm dahi verilir. 'Sevgi ve hoşgörünün dergisi' sloganı ilk kez bu reklâmlarda kullanılır. Ancak çoğu kimsenin evinde televizyon bulunmadığından, reklamı görmek için kahvehanelerde saatlerce beklenir.
29'uncu yılı geride bırakırken...
Siyasete girmese de siyasi hareketlilikten etkilenir Sızıntı. Özellikle 28 Şubat sürecinde MEB'in tavsiye kararını kaldırması bunlardan biridir. Ama Hocaefendi bunu çok dert etmez. Asıl problem, yıllar geçtikçe dergiye gösterilen ilgisizliktir. Başyazı ve Kalbin Zümrüt Tepeleri bölümleri hariç diğer kısımlara gerekli ehemmiyet verilmemektedir. Oysa Sızıntı, geldiği noktada sayısız insanın alın teri ve duasıyla yoğrulmuş bir maziye sahiptir. Neticede en sıkı dönemlerde dahi yazı heyetlerini aksatmayan ızdırap insanı, başyazılarına ara verir. Israrlı davetler ve tazelenen ivmeyle başyazılarına tekrar kavuşur Sızıntı.
Hasrete son veren Şubat sayısındaki başyazıda dergiye nasıl baktığını ve bakılması gerektiğini de ortaya koyuyordu Fethullah Gülen Hocaefendi: "Ben onun hâlâ ruhunu yitirmediğine inanıyor, daha uzun süre sesimize soluğumuza tercüman olabileceği düşüncesiyle oturup kalkıyorum. Zaman her şeyi soldurup tesirsiz hâle getirdiği gibi bir gün onun da böyle bir hükm-ü kazaya maruz kalacağı izahtan vârestedir; ama ben ona hissiyatımıza tercüman olması istikametinde ve Hakk'a bakan, Hakk'ı gösteren hizmetlerinde uzun ömürler dilemeyi bir vefa borcu biliyorum."
Sızıntı'nın vazifesi asla bitmez
Sızıntı Dergisi İmtiyaz Sahibi Şerafettin Kocaman: Hocaefendi yazı heyetlerini asla terk etmedi
Hocaefendi arandığı dönemlerde dahi yazı heyetlerini aksatmadı. Bu bize güç verdi. Çünkü Ona göre Allah'ı anlatmada Sızıntı büyük görev ortaya koyuyordu. Toplumda herkese ulaşabiliyor, her yere girebiliyordu. Özellikle başyazılar ve orta sayfalar daha ilk günlerden dikkat çekti. Her seferinde başyazıyı kim yazıyor sorularına muhatap oluyorduk.
Kaynak Yayın Grubu Genel Yayın Yönetmeni Reşit Haylamaz: Kainatı değişen bilimsel gelişmelerle tekrar tekrar okumak lazım
Bir yerde her şeyi gerçekleştirdik derseniz, orada işin miadı dolmuş demektir. Bu sebeple Sızıntı'nın daha yapacak çok işi var. Kâinat kitabını okuma yöntemiyle hareket eden Sızıntı'nın görevi asla bitmez. Tabii, bilim ve teknolojideki gelişmelere ayak uydurmak lazım. Kimilerine göre artık böcekten, kuştan ve bitkiden verilen misallerle Allah'ı anlatmak sıradan gelebilir; ama 'Esma'nın yansımalarında her zaman keşfedilecek yenilikler vardır. Bunları da Sızıntı'ya tekrar tekrar yansıtmak gerekir.
Gidenlerin Ardından
Bazı insanlar vardır. Onlar yoldaki işaretler gibi kendilerini değil, O'nu gösterirler. O insanlara bakınca akla tek bir şey gelir, kalbe tek bir şey doğar, hayatta her şey silinir de tek bir ideal kalır: Allah rızası. O insanlar dağlar gibi, bulundukları evlerin direkleri, girdikleri mekânın manevi âlemlere açılan birer penceresidirler. Pencereler anlatılmaz, pencerede görülenlerden veya görülmesi ideal olanlardan bahis olunur ancak. Bu, o insanların amel defterine işler. İşte bu yüzden, yoldaki işaretler olarak yaşanmış bir hayatın hikâyesi yazılırken bile, amel defterleri ebede not düşer. Yazıda geçen 'baba' ifadeleri babamı ve onun arkadaşlarının dünyalarını kastediyor. Bu yazı babam ve arkadaşlarının bize emanet edebilmek için çırpındıkları dünyayı, baba merhameti ile bütün insanlığa sahip çıkanları bir evlat yüreğinden resmediyor.
Yıldızların peşinden gönül semamızı aydınlatanlar için...
Babam, hocaları saydığı arkadaşları ve gönül bağladığı Gönül İnsanı için...
"Göğe ve Târık'a andolsun, Târık'ın ne olduğunu sen ne bileceksin? O, (ışığıyla karanlığı) delen yıldızdır. Hiçbir kimse yoktur ki, üzerinde koruyucu bulunmasın." / Tarık Sûresi, 1-4. âyetler
Aynı gök kubbe altındayız, ama okyanuslar aramızda bir hançer gibi kıvrılmış kalmış. Şiirler, en yakını uçakla altı saat yakınımda olan sevdiklerime kavuşmayı hayal edebildiğim en hür gölgesi vatanımın. Geceleri yıldızlara bakıp, seni düşünüyorum. Nedendir bilinmez, sürekli Târık sûresi dinliyor ruhum, Minşevi'den. O okumasa sanki perdeden gölgesi düşen bir hayal oyunu olacağım. "Yıldız gibidir ashabım, hangisine tutunsanız, kurtulursunuz." Babam bir kuyruklu yıldızın ardı sıra gecemi aydınlatan rehberimdi. Ben iman heybetini onda gördüm, sahabe hürmetini onun sayesinde öğrendim. Her telefonumda, buraya da yıldızlar türbeler gibi yağsa, dediğimde "Oraların yıldızları semalarındadır, gözünü aç ve gör." derdi. En son, isimlerini saydı telefonda o yıldızların bir bir. Gazali dedi, İmam Ebu Hanife dedi, Mevlana Hazretleri dedi. Ümitsizlik yok, yıldızlara tutun... Acaba kendisi de o yıldızları aramak için semalara seyahate çıkmış bir seyyah gibi, bilemediğimiz kıtalarda, bilemediğimiz yeni hizmetlere dümen kırmış olabilir mi?
Hafızamda yer etmiş en eski ölüm imgesidir, diyor Ali Çolak Bey: "Bir adam, bir tepede, bir kayanın üstüne çıkmış, ünleniyor: Babam öldüüüüüüüü! O ses dalga dalga çoğalıyor bütün vadileri, düzlükleri, dereleri doldurup; dağlarda, ormanlarda yankılanıyor. Sonra uzaklarda, dere boylarında zeytin toplayan kadınlar ve erkekler, başlarını kaldırıp kulak kesiliyor. Duyar duymaz içlerine bir zehir akmış, sırtlarından kurşun yemiş gibi kalıyorlar yerlerinde." İçime işledi bu tasvir. Sonra anlattım kendime, ki mesele öyle değildi. Ölüm bile güzel değil miydi babamın başında? Yanlışı vardı tahayyüllerin. Çıktım içimdeki dağların başına, haykırdım: "Babam değil, zihnimdeki ölüm imgesi öldü. Artık, ölümü ile zihinlerdeki klişe ölüm sahnelerini öldüren bir babanın evladıyım. Babamın son dersi budur, benim de mirasım..."
Ölüm bildiğimiz şey değilse, hayat hiç değildi... Hayatta kalmak nasibinde olan biri olarak artık yola çıkmalı ve yoldaki işaretlerin ve seyyahların rüzgârında hayata tutunabilme mücadelesi vermeliydim.
Babaannem arıyor. 92'lik bu ninenin 65'lik oğluna ilk sorusu; "Yemek yiyor musun, namaz kılabiliyor musun?" Hafız Ali ve köyün Kur'ân hocası Umman Nine çiftinin elinde büyümüş. Babası Postacı Abdullah'tan başka köyde bir de Hasan Amca vardı. Risaleleri köy yerinde yazıcıdan çıkartan dizleri yamalı abide insan. Amcamın adını Hafız Ali Ağabey koyuyor, babamın adı da ona ritim tutuyor, Nurettin ve Şerafettin.
En hasta hâlinde bile bir zikir abidesi... Onun iman heybeti benim içimde yeni yollar inşa edip kalbimin tıkanmış damarlarını tek nefeste açıveriyor, Hû. Gül deriyor kalbim, gül oluyor damarlarımdaki kan. O'nun kalbindeki Zümrüt Tepeler'de biten meltemler, hastaneyi birden rüyalardaki gibi Müellifin zikir ve tefekkür meclisine çeviriyor. Yokluğunda şimdi hangi tekkeye gideyim, hangi camilerde geceleri kovalayayım? Kâbe'nin eteğine yapışsam, orada öylece donsam kalsam, Kâbe bana izin verir mi? Ravza'ya yüz sürsem, "Bir zamanlar içimizde Sen vardın, varlığın sayesinde her şey büyülü ve her şey çok güzeldi." desem?
Anne yüreğiyle hissetmiş olacak ki, babaannem de perşembe gecesi 24 saat sürecek bir kalp krizi geçiriyor. Komadan çıktığında oğlunun yiyip yemediğini soruyor. Galiba artık namaz kılamayacak hâlde olduğunun farkında. Neden sonra öğrendiğinde de ilk sorusu şehadetle gidip gitmediği. Anlattık, rahatladı. Doktorlar bizden ayırmamak için yoğun bakıma bilerek almamışlar, dedik. Son saatlerinde başında sırayla Kur'ân okuduk, sesli. En son, elleri elimdeydi. Akşamdan beri gül sularıyla ateşini düşüremediğim o ellerin bir anda soğumasına nasıl da şaşırmış ama yine de hiçbir şey konduramamıştım. Ateşi düştü sandım, rahatladım. Tam odadan adımımı atarken, annemin hatminde kaldığı âyet: "Her şey helak olucudur, O'nun yüzü müstesna." Ve babamın başı sağa düşüyor. Bir nefes veriyor, bir tane daha. Bir daha verecek diye bekliyoruz. Doktor dolu odada yolcumuzun oda değiştirdiğini, hayatta iken bir türlü eremediği hicret muradına ona gurbet diyarı sayılan Ankara'da ötelere hicret ederek ulaştığını; o uzun, upuzun ve bir türlü geçmeyen bir dakikada anlıyoruz. "Bu mu ölüm dediğimiz? Sen'den gelen her şey güzel derdi büyükler Allah'ım, ne kadar da doğruymuş. Ölebilmek de bir nimetmiş. Namazlarını kılamadığını bilerek daha da yaşasaydı kim bilir ne kadar azap çekerdi. Her gözünü açtığında abdeste yeltenmesi, son zamanlarında durup durup ellerini kulaklarının ardına götürüp bağlayıvermesi... Şimdi, eskiyen elbisesini değiştirir gibi acıyan yanlarını fena âlemine bırakıp bekaya attığı sabır tohumlarını dermeye gitti. Yüzünde o bembeyaz tebessüm..."
Yarım saat sonra, yüzünü tanıyamıyorum. İhramlarına bürümüşler, diyorum. Beyazlar içinde. O acı çeken insan gitmiş, yüzünde bir nur, dudakları ve genel duruşundaki o serin tebessüm sekine olup iliklerime işliyor. Babam son dersini de verip ölümü sevdiren bir Sevgili'nin peşinden bir muallim olup, son anında da bize ufkumuzun eremeyeceği âlemlerden bir demet çiçek niyetine tebessümüyle haber vererek gidiyor: "Ne hakkında soruyorlar? Vallahi o büyük bir haberdir. Ki onlar o konuda ihtilafa düşmüşlerdir. Hayır asla onu bilemeyecekler, asla bilemeyecekler." Ölüm güzel olmasa, ölür müydü Peygamber? İhtilafsız bildirilen bir haber, ölüm güzel olmasa, ölür müydü Peygamber?
Şimdiye kadar dünyalık dilde bildiğim bir kelimenin ötelere ait hakiki anlamını öğretti onun gidişi: Ölüm bildiğimiz şey değilmiş. Ölüm, sonsuzluk yolunda başağa durma anı. Ölüm, Sevgili'ye gidilen yolda dünyadaki son durak. Her an berzah trenine yakıt atarken hayat, elinde 24 saat, kaç gramlık ebed derdin yeni doğan günden? Ötelere yolladığın ibadet ve tefekkür mücevheratın, kaç kırat?
Dünya ahiretin tarlası. Ameller önden ekiliyor. En son ekilen tohum, toprağa secde halinde baş koyan ve manevi miracına açık kalan amel defteri ile devam eden insan! Babamı topraklara ektiler dostlar, bir gitsin binler gelsin diye. Dünyada yitirilmiş cennetler, insanlık mamureleri kurulsun, toprağa daha fazla masum kanı düşmesin diye. Kollarını Âlem-i İslâm ve insanlığın makûs kaderinin baharlara yürümesi için dua eden müellifin duasına âmin derken heyecandan yerinden kalkacak gibi yukarılara kaldırdığı o kollarını topraklara koydular, yerin üstünden hayır gelmeyen merhametsizlerin olduğu yerlerde berzah âleminden hizmetine devam etsin niyetine. "Keşke toprak olsaydım." denilecek gün gelmeden evvel, merhametsizliğinden bile haberdar olmayan katı yüreklerde bir bahar çiçeği belki açar diye, babamı dualarıyla birlikte kış mevsiminde sıza sıza bahar iklimlerini çağırsın diye topraklara saldılar, dostlar!
Namaz her şeyiydi. En çok ağırıma giden, musalla taşında başında yeşil bir örtü, artık namaza duran değil de namazı kılınan edilgen bir muhacir rengine bürünmesi oldu. Kalk baba, dedim, kalk imama yetiş, cemaati hiç kaçırmazsın ki sen! Kalkmadı. O çaresizlikte anladım gittiğini. Tabut mu diyoruz dünya dilinde, arkada kalanlar olarak biz ona sarıldık, dua ettik ama belki o çoktan cemaate yetişmiş ve imama uymuştu bile, kim bilir. Onun asıl hürriyetiydi namazları. Kabir, eminim onun dilinde ebediyete kadar secde hâlinde olma demekti...
"Değerli yolcular, namaz vakti girdi, on dakika durup namaz kılmak arzusundayız. Sizin izniniz olursa şoför bey duracak, müsaade eder misiniz?" Onun bu kibar ricaları benim çocukluk hafızamda kollarını makas gibi açan, yere gölgesi bile düşmeyen ulaşılmaz bir hayalî kahramana dönüşürdü: Durun kalabalıklar, burası çıkmaz sokak! Bu, Hakk'ın hakkı! Burada durulur! İstanbul trafiğinde ilerlemeyen otobüslerden inip yol kenarlarındaki restoranlarda namaz kılmayı da ondan öğrendi arkadaşlarım. Hastanede kendine her geldiğinde abdest için doğruldu, heybetli bir sesle "Boş verin doktorları." diyerek. Eskiden uçakta "Boş verin hostesleri." demesi gibi. Şuurluyken olduğu gibi şuuru iki dünya arasında iken de aynı şeyler için titredi. Aynı şeylere hasret duyarak, namazla dünyaya gelmiş gibi namazla gitti.
Etrafındaki çocuklara Dördüncü Söz'ü okuyup anlatma yarışması düzenler, bilvesile çocukların Risalelerden parçalar ezberlemesini teşvik eder, ödül olarak onları kuşlara yem atmaya, simit almaya, camide namaz kılmaya götürürdü. Çocuklarla özel ilgilenir, fuarlara gittiğinde çocuk yayınlarını ayrıca gezer, getirdiklerini kendi çocukları ve sonraları torunları ile paylaşır, ruh dünyalarına girmenin bir yolunu bulur ve mutlaka sesleneceği bir minberi olurdu yüreklerimizde.
Derinden zevk aldığı her şey aşağı yukarı namazla ilgiliydi. İstanbul'da hatimle namaz kıldıran camileri gezmek, gücü yeterse cemaate farklı camilerde katılmak gibi. Oturacağı evi caminin tam karşısından seçmesi, hastalığı süresince kolunun altına aldığı seccadesi ve ağzındaki maskesiyle caminin ayrı bir bölmesinde yalnız bile olsa cemaate katılması... Ezan musikisinin yeni bir ses ve heyecanla bestelenmesine işaret eden müellifin işaretine mebni Osmanlı musikisi ilgisi, ama en çok Şa'şai, Huzeyfi, Minşevi ve Mustafa İsmail'in salondan taşan sesi... Onun namaz Kur'ân'ı, namaz köşeleri, namaz kıyafetleri, namaza çağıran nüktedan baba sesi: "As-salatu hayrun min el-fiskos: Namaz, baldan arı, muhabbetten tatlıdır."
Annem kitaplarla doldururdu onun yokluğunu. Babam da eve her gelişinde zekâ açıcı oyuncaklar, resimli boyama kitapları, okuma kitapları ile döner, bize vakit ayırır ve ruh dünyamıza dair hiç bir şeyi ihmal etmezdi. Çocukluk muhayyilemde onu, kitap ve kırtasiye kokularına karışık bir depoda, Nil'in alt katında, bize resimlerin düzenlendiği yeri gösterirken hatırlıyorum. En çok da İzmir Hobi Kırtasiye fuarlarını ve Kemeraltı Camii'ni. Üzerinde Sızıntı yazan kalemler ilk çıktığında büyük bir heyecanla eve getirişi ve o koyu pembe ve kayısı renkli 0,5 Sızıntı kalemleri... Sızıntı'nın ilk reklamı çıktığında televizyonu olan bir aileye gecenin bir vakti gidip ilk reklamı seyredişimiz... Radyoda ilk reklamı verildiğindeki heyecanı... Anne-babam için çok kıymetli bir şey olsa gerekti, o yüzden ben de saatlerce henüz okuyamasam da resimlerine bakardım. Yıllar sonra neden ilim-teknoloji dergisi yok, diye sorduğumda bana; Sızıntı var, demişti. Dergiyi o zaman anlamıştım.
Yalanın semtinden geçmeyen ömür
Yalanın semtinden geçebilecek imalar ve gıybet sayılabilecek en ufak bir husus için bile kalbi titrerdi. Boş konuşmaz, konuştuğu ne olursa olsun, söz bir şekilde dönüp dolaşıp Canan'a gelirdi. Vaktini ya okuyarak, ya anlatarak, ya da yaşayarak geçirdi. Üniversite yıllarını da arkadaşlarının belirttiği üzere sahaflarda ve kütüphanede geçirdiği gibi. Büyük ablam Dilini Tutan Kurtuldu kitabı tam sizi anlatmış dediğinde, başını ve dudaklarını büküp nasıl da, keşke, edasında bir çocuk safiyetinde ağlayacak gibi mahzunlaştığı hafızalarımızda...
İslamiyet, her yönüyle yaşanmadan anlaşılamaz, diyor müellif. Bakkalı da, berberi de, okulu da evi de aynı besteye dem tutmadan İslamiyet anlaşılamaz. Ne zaman eve gelsem, bir İslamiyet baharının ortasında bulurdum kendimi. Her sabah uyandığım Kur'ân sesleri, bir baba yadigârı şimdi. Sabah namazları sonrası dua ettiği köşesi, masada sessiz bir şekilde sabah dualarını okuyuşu, akşamları balkonda çalıştığı kitapları, renk renk kalemleri, not defterleri, dua saatleri sonrası içeri girerken ötelerden getirdiği bir avuç ebediyet kokan sakin ve serin tebessümü, ve o sakinliğinde içi içine sığmayan sevgi dolu, merhamet kokulu nazarı ve nükteleri... O, evinin altı cihetine İslamiyet bahçesinin çiçeklerini seren bir merhamet kahramanıydı. O, benim sağım, solum, önüm, arkam, kolum, kalbim, aklım... Bir uzaklardan gelen 'ses'e kulak verirken hissederdik bu baba merhametini, bir arkadaşlarının ayak seslerinde, bir de babamın nefeslerinde. Hastanede kardeşime söylediği, bu da geçer yahu, sözleri kulağımda. O, olur deyince sanki Allah hiç boş çıkarmaz inancında bir çocuk yüreği benimkisi.
Toplantılarda tartışılan hususlar olduğunda susardı, diyor bir ziyaretçi. Soruyorduk, sizin hiç mi şikayetiniz derdiniz yok? "Bir konuda fikir birliği yoksa eve giderim, o konuda yazılanları okur, söylenenleri dinler, kendimi o konuda eğitirim." Evde eserleri bir akademisyen titizliğinde renkli kalemler, ayraçlar kullanarak, not alarak okur; o konudaki kasetleri dinler, gerçekten de günler boyunca bir konuya eğilirdi. Konuştuğu şeyler hep istikamete dairdi. Referans verdiği eserlerden bahsederken sesi titrer, bir başka insan olur, meseleye ve müellife verdiği ehemmiyet bütün azalarından okunur, gözlerindeki ifade değişirdi. Hastanede Bamteli'ni ona yakın bir yerde sessizce açmama rağmen ayaklarını nasıl da toplamıştı aniden, o şuursuz hâlinde... Nitekim perşembe gecesi sabaha doğru birkaç dakika açık kalan sağ gözünü âdeta selamları almak için açtı. Müellifin, Doktor Kudret Bey'in ve oradakilerin selamını ilettim. Her zamankinden daha bir heybetle ve dikkatle dinledi. Başını iki kere sallayıp sağ elinin iki parmağını iki kere kalbine götürüp iki kere kaldırdı. Selamları alıp, selam verdi. Bir daha da dünyamıza geri gelmedi. Bir kulun, bir ümmet ferdinin, bir dostun, bir talebenin, bir eşin, bir babanın, bir dedenin dünya hayatına dair gözü kapalı geçen son günlerinde gözünü ve gönlünü açıp selamını alıp selamını yolladığı Kutlu Yolun Yolcusu ve diğer yolcuları. Herkes helal etsin, benden yana herkese helal olsun, çok yoruldunuz siz de helal edin, sizi çok yordum özür dilerim, ifadeleri ile sürekli mahcup olduğu o son haftasında o mahcup oldukça biz mahzunlaştık. O hâliyle, nükteleri ile bizim hüznümüzü hafifletmek için uğraştı.
Onda Hizmet
Onun hayatında hizmet sadakatti, susmaktı. Ya takdir ve teşekkür etmek yahut nefis muhasebesi için bir kenara çekilmekti. Hizmet, ebede müteveccih öğrenme istidadını esma arşında azami noktasına taşıma gayretiydi. Hizmet, insanlığa sunacak yeni projeler üretmek; ateşin düştüğü yerde kalmayışı; merhamet, idrak, hizmet sadece ve sadece namaz demekti. Seccadede bambaşka bir insan olmaktı. Hizmet; namaz deyince yüzünün renginin solmasıydı. Kur'ân okurken sesinin başkalaşması, ötelerden sadece bir dakika önce gönderilmiş gibi bir heyecan ve helecanla onu okumaktı. Hizmet yazmaktı, kendi yazmadı ama çevresine sürekli yazmanın bir zekat ve vazife olduğunu anlattı. Onda kalem hayası vardı. Belki de hep pesten aldığı sesinin bir parçasıydı, müellifin yazdığı dergilerde satırların arasına sızamaması. Hizmet yenilenme idi, açılmadık yolları keşfetmek, arkasına bakmakla vakit kaybetmeden sürekli önden gidip yeni nesiller için yeni karışımlar bulmak, nesillerin idrakini artırmak, kalbi düşünen mütefekkirler yetiştirmekti. Kuru ilimden ibaret de değildi o. Hizmet, ilimlerin oturduğu ekseni, Sonsuz Nur'dan beslenen hikmet pınarları ile sıza sıza yol olacak şekilde az da olsa devamlı yerine oturtma çabasıydı. Hizmet, sırtında bir küfe dolusu yumurta taşır gibi bir sonraki nesle yemyeşil bir dünya bırakabilmek için akıtılan emek terleriydi. Geceleri kaim, gündüzleri hadim olmak ve her şeyden öte sürekli okumaktı kainat kitabını ilim ilim, sayfa sayfa. Hizmet, sevdiği şeyleri, kardeşleri bildiği hiç tanımadığı insanlar için istemekti en çok. Hizmet, tanımadığı dünyalıların derdine ağlamak, ağlayamadığında yağmur duası gibi dertlenme duasına çıkmaktı. Hizmet, kürsüden gönüllere hitap eden Bornova'daki o camiden yükselen sesin elli yıl boyunca seslendirdiği gibi dinin selamet olduğunu ve inananların bu dünyaya yıkmaya değil, yürek yapmaya geldiğini haykırmak ve Hak düşmanları için bile duadan başkasına tevessül etmemekti. İslamiyet'in terör ile yan yana anıldığı bir dünyada şimdi 70'lerde yaşanan "Hey gidi Günler"in hem bir dinin mensupları hem de insanlık için ne kadar kıymetli olduğunu herhâlde tarih tefsir edecek.
Doktorların ciddi konuşmalarının ardından aklımıza ilk gelen, Gönül İnsanı ile helalleşmesi oldu. O telefondan sonra ve bir hafta ardından gelen Fatiha ve salavat ile moral ve tıbbî değerleri iyiye gidince doktorlardan biri, artık sizi taburcu ederiz, demiş. Doktor gidince ablama, "Doktorlar galiba evinde öl demek istedi." diyor. Gideceğini bile bile sebeplere azami riayete devam etmek nasıl bir iradeydi? Hemşirelere göre çok acı çekmesi muhtemel bu zamanlarda ağzından bir tek iniltinin çıkmayışı, kendine her geldiğinde namaza niyetlenmesi nasıl bir ruh hâliydi? Gideceğini bilmek nasıl bir duyguydu? Burada aklıma Abdullah Aymaz Beyefendinin bir kitabında öğrencileriyle gerçekleştirdiği muhavereden yaptığı alıntı geliyor: "Hepimiz ötelere yüzde yüz gideceğimizi biliyoruz. Ama gitme ihtimalimiz binde bir bile olmayan Mars'ı ötelerden daha çok merak ediyoruz." Hepimiz ötelere döneceğimizi biliyoruz ama bilmiyor gibi yaşıyoruz. Asıl bu nasıl bir hâldi?
Babalar da kutlu birer emanetti ve emanetin asıl sahibi muhabbet daveti ile kulunu kendine davet ediyordu. Annemin deyişi ile sol yanında mareşallik derecesi gibi bir diyaliz portu, sağında bir diğer giriş ve diğer bir rütbe. Sol gözünde cebrî kanama ile kapanma bir diğer nişan. Kollarında iç kanamalardan açan güller ve ona eşlik eden gül suları ile dindirilmeye çalışılan Canan'a hasret ateşi dinecek, dünyanın kederinden elemsiz lezzet olan iman saltanatının sürüleceği Cennet bahçelerinde vazife devam ettirilecekti. Demek namaz davetine icabet etmekte zorlanınca, emanet dünyadan alınıp asıl merciine döndürülüyor. Demek namaz içindi her şey. İnsanın nefesleri, kılabileceği namazlara göre sayılı olmalıydı. Tarih, onu kaydetmek için yaratılmıştı; ilimler onu anlamak için birer haritaydı. Demek ki Kâbe ve namaz ile ikiz olan Hakikat-i Ahmediye'yi anlama gayretiydi her şeyin varlık nedeni ve Simurgların hikâyesi. Namazlar bitince dünyadaki yollar da bitiyordu ve dünya tarlasında derilen miraç tohumları artık öteli birer başak oluyordu. Simurg ayineyi, kılacak namazı bitince görüyordu. Acaba o ayinede babam ne görmüştü? Namazın hakikatini mi? Acaba böyle bir ruh, Müellifin de ifade ettiği gibi kabir denen yer altı menzilini bir kamp sahası, bir cami alanı farz edip, öteli ruhlarla Hak karşısında kemerbeste-i ubudiyet ile serfiraz olur muydu? Onların ufkunda durulan namazlar, rüyalarda iş başında kamp kamp gezen suretlerde marifet ufkunda seyahatine devam eden seyyah olarak mı tezahür ediyordu? İki gün namazını kılamadığını öğrendiğinde anneme, beş günlük namazımı kaza edin, diyor. Beşinci gün ise 10 Muharrem, Cuma gecesi, 24 Kasım. Necip Fazıl'ın Hikâyeler adlı eserinin sonunda da aynı vasiyeti görüyorum. "Şafiiye göre, ölen için kaza namaz kılınması caizdir. Kitabımı okuyan benim için kaza namazı kılsın." "Şüphesiz ki O, kulunu tekrar (bedenine) iade etmeye kadirdir." diyor Târık Sûresi. Acaba bu âyet, namaz aşıklarının kabirde namaza devamı için ruhun bedene iadesini de kastediyor mudur?
İstanbul'a geldik. Söylemek istedim. Babamın odasına girip, müellif sizin için neler söylemiş, duydunuz mu, demek istedim. Her gün Herkül-Nağme'den dinlediklerimi odasının kapısını açıp ona anlatmak... Müellifin vefasını, vedasını, duasını ona anlatmak... Yağmur'un Kasım-Aralık sayısındaki İnanan Sarsılsa da Asla Devrilmez, yazısını o bize okuyormuş gibi onun sesini satırlar arasında duyar ve içercesine okumak. Sonra, arkada bıraktığı bir kalem ve dil olabilmek ve hep Canan'ı anlatabilmek için dua istemek... Çok şey soracaktım daha, beraber çok şey yazacaktık. Hastanede buna ağlarken, diğer odada olmasına rağmen fark edip ağlamasın, demişti. Artık müellife söyleyin ben gidince kalan bütün sözleri...
Acele edip kışta gelenler; hayatı, ölümü, aileyi, hürriyetin hakikati kulluğu anlatan kitap gibi hayatlarını hatıralarda bırakarak ruh iklimine süzülürken, geride kalmak zorluyor. Acaba bizler sizin açtığınız şehrahlarda yürüyecek nesiller yetiştirebilecek miyiz, sizler gibi yeni şehrahlar olup emanet ettiğiniz küfeleri tepelerden aşırıp menziline teslim edebilecek miyiz?
Muhayyilemde asrın minaresinden bir müezzin ünleniyor: "Ölüm öldüüüü, ölüm öldüüüüü! Ey hayatta kalanlar ne ölüm ne de hayat bildiğimiz gibi değilmiş. Namaz kılamamakmış, ölüm. Berzah namazına niyetlenmekmiş. Salası ile rükusu-secdesi olmayan, tekbirlerle dolu cenaze namazları, namaz hayatındaki değişimin son habercisi, secde dolu kabir hayatının ilk müjdesiymiş. İlk ezan bebeklere, kıyam ettiklerinde saf bağlasınlar diye, son ezan göçenlere terhis/secde vakti geldi diye okunurmuş. Doğmaklar hep namaz için, hayat ise namazla hayattarmış. Ey insanlar, lezzetleri acılaştıran ölümü çokça anın ki diri kalasınız..."
"Göğe ve Târıka andolsun.Târık'ın ne olduğunu sen ne bileceksin? O, (ışığıyla karanlığı) delen yıldızdır."
- tarihinde hazırlandı.