‘Ahlâksızlığa’ dur demek

Vicdanımla baş başa doğruları yazmaya çalışıyorum; aleyhimde yazılanlardan da genellikle okuyucular haberdar ederse haberim oluyor. Yazdıklarıma, serdettiğim delillere de şu ana kadar ilmî temelli hiçbir cevap verilmedi; suçlamalardan ibaret cevaplar karşısında da Kur'ân'ın emrettiği üzere (25: 63, 72) “selâm” deyip geçiyor ve vakarımı bozmamaya çalışıyorum. Fakat, mesele “ahlâksızlık” ve “sapıklık” şeklinde ağır suçlamaya varırsa, buna dur demek ve gerçekler konusunda menfî tesir altında kalabilecek okuyucuları aydınlatmak da elbette bir vazifedir.

Bir yazımda Hayrettin Karaman ve Faruk Beşer'i eleştirmiştim. H. Karaman, buna ismimi ve yazımı zikretmeden cevap verirken fakiri “iftira, karalama, tahkir eylemlerine ara vermeyen bir şahıs” olmakla nitelemiş. Karaman, önce hangi yazımda kime iftira atıp, karalamada bulunduğumu ortaya koymalı, yoksa kendisi müfterî ve karalamacı, tahkirci olacaktır. Ona, Hz. İbrahim'in (a.s.) kurbanla ilgili rüyası ve recm konusunda itiraz etmiştim. Fakir, Karaman'ın yanlışlarını aynen nakledip, ilgili konularda doğruyu beyan ederken, Karaman, ilgili cevabî yazısında, benim tenkidime hiç yer vermeden beni iftira, karalama ve tahkirle suçluyor. Yazık!

Faruk Beşer, önce attığı ve cevaba konu ettiğim tweetini aslıyla unutmuş ve sanki Twitter'dan bakamazmış gibi, cevabında beni tweetini doğru aktarmamış olabileceğim ihtimaliyle suçluyor, yani yarı iftira atarak, “...eğer doğruysa Ali Ünal'ın alıntısıyla, şöyle yazdım.” diyor. Sonra da, konuyla alâkasız bir sürü ilaveler kattığı upuzun yazısında, tweetiyle Kur'ân âyetini açıkça çarpıtmasına verdiğim kısa cevabı bütünüyle zikretmekten kaçıyor, kendince yorumlayıp, cevabımı çarpıtıyor ve beni âyeti yamultmakla suçluyor. Yazık ki ne yazık; oysa yapılması gereken, yazıma konu tweetini zikrettikten sonra benim cevabımı aynen kaydedip, varsa ilmî bir itirazı onu yazmak olmalıydı. Heyhat!

‘Üslûb-u beyân aynıyla insandır’

22 Ocak 1990'da Risale-i Nur'un mutlaka sadeleştirilmesi gerektiğini yazan, şimdilerde “dost hatırı” için o zaman öyle yazdığını söyleyen, yani güvenilmezliğini, inanmadığı şeyleri yazabileceğini bizzat ilan eden, Küçük Dünyam'ın takdiminde ve daha 26.5.2009'da Bugün'de Hizmet ve Hocaefendi için benim telâffuz etmediğim övücü yazılar kaleme alan Lâtif Erdoğan'a ve ondan medet umanlara ise sadece acıyorum.

Burada Zaman'daki son yazıma Hasan Öztürk diye birinin yaptığı eleştiriyi konunun vuzuha kavuşması açısından ele alacağım; yoksa mevcut şartlarda hiçbir “yandaş” muhatabım değildir.

Bazı AKP çevreleri, din temelli gerçeklerden çok rahatsız oluyorlar; tamamen Kur'an temelli yazdıklarıma delillerle cevap vermek, Kur'an'dan serdettiğim delilleri tenkit edebileceklerse tenkit etmek yerine, sadece suçlamalarla güya cevap veriyorlar; bir merkezden servis yapılan haberlerle de hücum ediyorlar. Bunlara gülüp geçerim, fakat ahlâk ve hidayetle bir ilgileri var mı bilmediğim Sabah varakparesinde yazım ahlâksızlık ve sapıklıkla suçlanıyor. Bir zaman dönemin başbakanı da aynı suçlamayı yaptığında “Üslûb-u beyan aynıyla insandır.” demiş ve ahlâksızlığın hem Din'deki, hem örfündeki tarifini vermiştim: “Dinimizde ahlâksız, hırsıza, soyguncuya, yolsuzluk yapana, rüşvet alana, karşı cinsle dinî kaideler dışında münasebeti olana, yalan söyleyene, sözünde durmayana, söyledikleri ile yaptıkları birbirine uymayana, iftira atana, aldatana, emanete ihanet edene, dürüst olmayana vb. denir. Bu ahlâksızlıkların biri, birkaçı veya tamamı kimde, kimlerde var ise ahlâksızlık, o ölçüde ona veya onlara aittir.”

Hasan Öztürk'ün eleştirilerine, söz konusu yazımı delillerle daha da açma adına cevap vereceğim:

1. Ortada fiilî bir durum ve zulüm varken mazlumu eleştirmenin zulme malzeme taşımak ve zalime destek manâsına geleceğini, 2009 yılı başında İsrail'in Gazze saldırısında bazı Müslüman kalemler Hamas'ın hatalarını dile getirince de yazmıştım. O zaman buna itiraz etmeyenler, hattâ takdirle TV kanallarında bu meseleyi benimle konuşanlar, bu önemli gerçeğe konu Cemaat olunca niye itiraz ediyorlar? Hz. Bediüzzaman, “Zayıf, bazen acımasız olur. Kuvvetli birinin bir başkasını dövdüğünü görür, dövülene yardım etmeye cesareti yoktur, bu defa ‘Bu adam da bu kuvvetli ile niye kavgaya girdi ki?' diye dövüleni suçlar, acımasızlık yapar.” der. Ne doğru bir tesbit. Şu anda “Cemaat'in de hatası yok mu?” diyenler en azından Hz. Bediüzzaman'ın acımasız gördüğü zayıflar kategorisine girer.

2. Mazlumiyet zamanında mazluma yapılan tenkitle Hz. Ömer'e “Seni kılıcımla düzeltirim.” denmesi arasında hiçbir münasebet yoktur. Söz, onu söyleyene, muhataba, maksada, söylenme zaman ve şartlarına göre değerlendirilir; dolayısıyla, aynı söz, bu şartlar altında bazen hakikat, bazen yanlış olur.

3. Gerçek olan bir şey, kimde ve hangi, hattâ ehl-i dalâlet bir mezhepte bile olsa, o şahıs veya mezhepte var diye reddedilmez. Şia'da İmamet, Sünnî Tasavvuf'ta İnsan-ı Kâmil vardır. Şia'da imam mutlak masum, insan-ı kâmil ma'sundur. Masumiyet mutlak bir hal, ma'suniyet hususî korunmadır. Konu, Kur'ân'da gayet açıktır. Mesele niye bu noktaya getirilip, delil olarak tamamen Kur'an'dan aldığım âyetler zikredilmiyor? Çünkü o zaman, aslında güya cevap verirken, Kur'ân'ı reddettikleri ortaya çıkacak. Evet:

A. Kur'ân, Fâtiha Sûresi'nde bize insanın en önemli meselesi olan Sırat-ı Müstakîm'e hidayet duası yaptırır ve ardından Sırat-ı Müstakîm'i tarif etmez; bunun yerine bazı insanları, yani Sırat-ı Müstakîm'in rehberlerini ortaya koyar. Bunları da, Nisa Sûresi 69'uncu âyette nebîler, sıddîklar, şehîd-şahidler, salihler olarak açıklar. Var mı itiraz? Nebîler masum, Sırat-ı Müstakîm'in diğer rehberleri masun olmazsa, bu defa Sırat-ı Müstakîm'de yanlış rehberlik ve bunun için dua etmiş olmaz mıyız?

B. Evet, Kur'an, Sırat-ı Müstakîm'in rehberleri olarak bazı rasûllerden başka Ashab-ı Kehf gibi, birtakım âlimlere göre Hz. Hızır ve Hz. Zülkarneyn gibi peygamber olmayan zatların da destanını söyler. Ayrıca, vahiy alan peygamberlerin yanısıra, meselâ Cenab-ı Allah'ın Hz.Musa'nın annesine (28:7) ve Hz. İsa'nın havarilerine (5:111) vahyettiğini, Hz. Meryem'in meleklerle konuştuğunu, dolayısıyla meleklerin Hz. Meryem'e Allah'tan haber getirdiğini de (3:42‒47) beyan buyurur ‒ki bu da, vahyin bir şeklidir. Âlimlerimiz, peygamber olmayanlar için ‘vahiy' yerine ‘ilham' kelimesini kullanmışlardır. Her günah kalbde bir leke ve her günahta küfre giden yol olduğundan, peygamberler için masumiyet aklen de vacip görülmüştür; günahlarla lekeli bir kalb, ilham da alamaz, alsa değiştirir, ona kendi rengini katar. Bundan dolayı da, Sırat-ı Müstakîm'in peygamberler dışındaki küllî rehberleri ma'sundur. İlgili hadislere gelince:

a. Sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; onlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapıklığa düşmezsiniz. Onlar, Allah'ın Kitab'ı ve benim Ehl-i Beyt'imdir. (Müslim, Tirmizî, Nesâî'nin Hasaisi, Müsned-i İbn Hanbel, Müstedrek-i Hakim...) Bazı hadislerde Ehl-i Beyt yerine “Sünnetim” geçtiğinden, Bediüzzaman, “Ehl-i Beyt'ten maksat Sünnet'tir; Sünnet'i birinci derecede korumakla mükellef olan Ehl-i Beyt'tir.” açıklamasında bulunur (Lem‘alar).

b. Benim sünnetime ve raşid, mehdî (hidayet rehberi) halifelerimin sünnetine sarılın, onlara azı dişlerinizle sımsıkı tutunun, (yani, çok sıkı tutunup asla bırakmayın). (Ebu Davud, İbn Mace, Hakim, İbn Hanbel)

c. Benden sonra Kıyamet'e kadar 12 halife gelip geçinceye dek İslâm ayakta kalacaktır (Müslim, Tirmizî, Müsned-i İbn Hanbel...)

Üzerinde başka açılardan da durulabilecek bu meselede ilgili âyet ve hadislerden açıkça çıkan gerçek şudur:

Peygamber Efendimiz'den önce 124 bin nebî, sayıları 313 olduğu söylenen rasûller ve 4 ülü'l-azm rasûl geldi. Peygamber Efendimiz'den sonra ise Kur'an bâki olduğu için vahiy alan peygamberler değil, çok sayıda büyük âlimler, mutlak müçtehidler, büyük mürşidler ve peygamberliğe verâset yani, Peygamber Efendimiz'in hâdî, mehdî halifeleri olarak, Sırat-ı Müstakîm'in Ehl-i Beyt'ten, ilhama mazhar, nihayet 12'de tamamlanacak rehberleri gelecektir. Şia, bunları kendilerinin kabul ettiği 12 İmam'la sınırlar. Bu, küllî rehberiyeti on asır öncesinden durdurmak manâsına gelir ve doğru değildir. Ayrıca Şia, siyasî manâda hilâfeti imamların mutlak hakkı olarak görür; bu da doğru değildir. Çünkü Kur'ân'da bir peygamberin yanısıra, onun ilmî-manevî rehberliği altında bir hükümdarın bulunabileceğini de Hz. Talût kıssasından açıkça anlıyoruz (2: 246-7)

4. Başkaları kabûl etmeyebilir. Fakat yüzde yüz kail olduğuma göre, Risale-i Nur şahs-ı manevîsi ve onun rehberi Hz. Bediüzzaman, günümüzde Hocaefendi, Sırat-ı Müstakîm'in büyük rehberlerindendir. Bizzat Bediüzzaman, Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin Ferdiyet ve velâyet-i kübra makamına sahip ve Risale-i Nur'un yolunun Sahabe yolu olduğunu açıklar (Şualar, Mektubât, Kastamonu Lâhikası). Ve, Kur'ân-ı Kerim, bütün kıssalarında hadiseleri Sırat-ı Müstakîm'in rehberleri etrafında anlatır; dolayısıyla küreselleşmenin yaşandığı, İslâmî hizmetlerin de elbette küreselleşmesi gerektiği dönemimizde Allah (c.c.), bütün hadiseleri bu hizmetler etrafında şekillendirir. Görmek istemeyen görmez; duymak istemeyen duymaz. Onca peygambere, rasûle, ülü'l-azm rasûle kulaklar tıkanmış, gözler kapanmış, günümüzde aynısı yaşanıyorsa, bu, sadece tarih boyu gerçeklerin hiç değişmediğini gösterir. Bunu değiştirmeye de gücümüz yetmez.

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/ali-unal/ahlaksizliga-dur-demek_2269945.html

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.