Aksiyon'da Hakkındaki İddialara Cevap Veriyor
Efendim, öncelikle, bazı çevrelerin dile getirdiği 'Fethullah Gülen irticacıdır' iddiasıyla başlamak istiyorum?
FETHULLAH GÜLEN: İrtica, geriye gidiş, eski hali bugüne taşıma demektir. Ben, yarını değil, ebediyeti hedef almış bir insanım. Ayrıca, ülkemizin yarını adına düşünüyor ve yapabileceğimi yapmaya çalışıyorum. Şu ana kadar hiçbir yazımda, sözümde ve faaliyetimde geriye dönme, ülkeyi geriye götürme anlamında irtica ile asla alâkam olmadı. Varsa, göstersinler. Ama, Allah'a iman, ibadet ve ahlâkî değerler gibi, zamanla sınırlı olmayan hususlara sahip çıkmayı da herhalde hiç kimse irtica ile yaftalayamaz.
Sizin "ben Aleviyim" demenizin irticacı kimliğinizden kaynaklandığı, aslında Alevi-Sünni, Türk-Kürt ayrımı yaptığınızı ima edenler var?
F.G: Türkiye'de asıl Alevî-Sünnî, Müslüman-ateist ayrımı yapanlar, Müslümanları bu türden ayrımcılık yapmakla suçlayan ve böylesi ayırımlardan ikballeri uğruna medet umanlardır. Yıllardır ülkede toplumun her kesimi arasında, herkesi kendi konumunda kabûl etme ve bütün inanç, fikir ve hayat tarzlarına saygı duyma esasları üzerinde diyalog ve hoşgörü çağrısı yapanlarla, toplumdaki ayrılıkları menfaatleri uğruna körükleyenleri halkımız çok iyi biliyor. "Ben Alevîyim" dememe gelince, Hz. Ali'yi ve Ehl-i Beyt'i her Müslüman sever. Bilhassa Anadolu'nun Müslüman halkının Ehl-i Beyt'e karşı sevgisi, her türlü sevginin üstündedir. Alevîlik, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'i sevmek ve onların yolunu takip etmek ise, "benden daha öte Alevî olamaz" dersem, mübalâğa yapmış ve büyük bir iddiada bulunmuş sayılmam. Ama, Alevîlikle, isimle Alevîlik fakat pratikte başka şeyler kast ediliyorsa, müsaadenizle, önce bu hususun tebarüz ettirilmesi lâzım.
Hakkınızda kamuoyunda dile getirilmiş olan iddialarla devam etmek istiyorum: Deniyor ki, 'irtica bölücü, takıyyeci, yasa tanımaz, anti-demokrat ve gayr-i millîdir. Fethullah Gülen de irticanın içinde olduğuna göre, o da böyledir'.
F.G: Türkiye'de kanunlara en fazla saygılı, millî değerlere bağlılık ve milliyetçilik mânâsında millî, hattâ demokrasiye herkesten daha çok saygılı olanlar, genellikle bu ülkenin inançlı insanlarıdır. Esas bu iddiada bulunanlar, ülke insanını böylesi asılsız ve gerekçesiz isnatlarla paramparça ettikleri için takıyyeci, anti-demokrat, yasa tanımaz ve gayr-ı millî görülmeye daha lâyıktır.
Refah'tan önce mevcut olan MSP lehine çalışmalarınız veya o parti ile bir ilginiz var mıydı? Bu tür ilişkileriniz ve Türkiye'de İran rejimi türü bir şekil istediğiniz yönünde iddialar ileri sürülüyor?
F.G: Millî Nizam, MSP ve RP olarak devam eden siyasî hareketle, onlardan olduğumu gösterecek uzaktan yakından herhangi bir münasebetimin olmadığını herkes bilir. Hele hele İran rejimine taraftar olduğum iddiası, olsa olsa, gerçeği tam tersine çevirmenin eşi bulunmaz bir örneği olabilir.
1980'de İzmir'de "huruç herakâtı"nı başlattığınız söyleniyor? Huruç harekatı ne demek?
F.G: Huruç, çıkış demektir, fakat 'huruç harekâtı'nın ne demek olduğunu, bunu hayallerinden uyduranlara sormak lâzım. Nereden nereye çıkış harekâtı başlatma kararı alınmış? Nisanın kaçında ve İzmir'in hangi semtinde, hangi binada böyle bir karar alınmış ve iddia edilen konuşma yapılmış? Sonra böyle bir harekâtla, yurtlar açmanın, kitap ve dergi çıkarmanın münasebeti nedir? Ayrıca, Türkiye sathında özel talebe yurtlarının açılması bu tarihten çok önce olduğu gibi, meselâ, fakirin yazı yazdığı Sızıntı dergisi de yine bu tarihten önce yayın hayatına atılmıştır.
Bazıları, "Fethullah Gülen'in geçmişi, cemaatini ileride Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde harekete geçirebileceği endişesini veriyor" diye yazdılar. Sizin geçmişinizde korkulacak ne buluyor bu insanlar?
F.G: Geçmişimdeki hangi hareketim, hangi sözüm ve hangi yazım böyle bir endişeyi tevlid etmektedir? 60 yaşında ve 45 yıldır halkın içinde olup, 30 civarında yayınlanmış kitabı, yüzlerce makalesi, şiirleri, bini çok çok aşan vaaz ve yine çok sayıda konferansları bulunan, bütün bunlara karşılık, hakkında kesinleşmiş hiçbir mahkûmiyet kararı olmayan bir insan hakkında böyle bir hükme varmak hangi insaf, hangi vicdan, hangi mantık ve hangi hukuk anlayışıyla izah edilebilir?
1971'de İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi'nce tutuklanmanız bugün, bazı çevreler tarafından rejim düşmanı olarak telakki edilmeniz için malzeme olarak kullanılıyor. Bu olayın esasını bir de sizden dinleyebilir miyiz?
F.G: Sıkıyönetim, adı üzerinde olağanüstü hal demektir ve mahkemeleri olağanüstü mahkemelerdir. 1971 Muhtırasından sonra tutuklanmamızın sebebini, dönemin İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi Savcısı, "Solculardan o kadar insan tutukladık ve cezalandırdık. Dengelemek için, sizden de birkaç kişiyi almışsak ne olmuş?" şeklinde açıklamış, daha sonra, hakkımda alt='*' mahkemece verilen ceza kararı Askerî Yargıtay tarafından bozulmuş ve yeniden görülmekte olan dava, o sırada çıkan umûmî af sebebiyle düşmüştür. Bu durumda, hukukun temel prensibi "suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz" olduğuna göre, herhangi bir mahkûmiyetimden söz edilemeyeceği ortadadır. Yukarıdaki iddianın cevabında ifade edildiği gibi, 60 yıllık hayatının en az 40 yılı adeta yakın takip altında geçen bu süre zarfında, hakkındaki onca isnada, iftiraya, suçlamaya ve yalan-yanlış yayınlara rağmen, hiçbir mahkûmiyet kararı bulunmayan bir insanın gelecekte, geçmişine tamamen ters şeyler yapabileceği endişesi varid ise, bu durumda, bu ülkede kendisinden endişe duyulmayacak insan yok demektir. Kaldı ki, bana bu isnadı yapanların geçmişlerinde devlet ve rejim karşıtı pek çok faaliyetleri ve mahkûmiyetleri bulunduğu gibi, şu andaki halleri bile şaibelidir.
Olağanüstü özellikleriniz olduğuna dair iddialar dolaşıyor. Kendinize "kutuplar kutbu" olarak baktığınız, Hz. Peygamber'in rüyanızda size, "SSCB yıkıldı, orada okul yap" dediği, sizin perşembe akşamları kaybolarak, ruh alemine gittiğiniz ve orada görüşmeler yaptığınız ve bunun gibi..
F.G: Bunların hepsi, maksatlı olarak uydurulmuş, hayal mahsûlü iddialar olmaktan öte hiçbir değer taşımamaktadır. Şahsım itibariyle, kendimi en küçük Müslümandan daha küçük kabûl ettiğimi herkes çok iyi bilir.
Gandhi'nin mücadele tarzını benimsediğiniz söyleniyor?
F.G: Gandhi, mücadelesini, yabancı işgali altındaki bir ülkede İngilizlere karşı verdi. Acaba Türkiye yabancı işgali altında mıdır? Sonra, şimdiye kadar kimi, meselâ, Gandhi'nin yaptığı gibi, idareye karşı pasif direnişe, birtakım malları boykot etmeğe çağırdım? Eğer birinden etkilenmem gerekirse, elimizde Kur'an var, Peygamberimizin sünneti var ve her zaman herkese örnek olabilecek tarihe geçmiş binlerce büyüklerimiz var.
Sizin için "üç aşamalı bir plan izliyor" deniyor: İlk aşama bireye ulaşmak, ikincisi toplu davet, üçüncü aşama ise insanları cemaate zorla katmak. Siz böyle plan takip ediyor musunuz?
F.G: Her şeyden önce, insafı, iz'anı olan müddeîlerin, böyle gülünç bir iddiaya yarım satırlık olsun bir vesika ibraz etmeleri gerekmez mi? İkinci olarak benim, böyle belli aşamaları olan bir yolda yürüdüğümden hiç haberim yok. Kaldı ki, 40 küsur yıldır daha henüz birinci merhaledeymişiz. Diğer merhalelerin her biri için birer 40 yıl daha gerekirse, bu takdirde önümüzde daha bir asırlık mesafe var demek!..
Türkiye'de İslamcılığı kullanmak isteyen dış mihrakların ilgi alanına girdiğinizden veya girebileceğinizden bahsedildi.
F.G: İslâmcılık gibi -eğer varsa böyle bir ekol veya hareket- bir ekol veya hareketle hiç münasebetim olmadı. Hiçbir dış mihrakla da alâkam yok ve olamaz. Herkes dış mihrakların ilgi alanına girebilir ama, onların ağına düşenler, ikbal, iktidar ve daha başka dünyevî menfaatler peşinde koşanlardır. Böylesi süflî şeylerle alâkamın olmadığını ve olamayacağını vicdanı olan herkes çok iyi bilmektedir.
Kravat takmayışınızın özel bir sebebi mi var, yoksa böyle yapmakla, iddia edildiği gibi bir yerlere mesaj mı veriyorsunuz?
F.G: Giyim renk ve şeklinin Müslümanlıkla şu veya bu şekilde öyle önemli bir münasebetinin olmadığını defalarca hem de kürsülerde dile getirdim. Herhangi bir elbise şeklini İslâmî bir sembol olarak asla görmediğim gibi, doğrusu kravatın bir mesaj vasıtası ve bir sembol olabileceğini de hiç tahmin etmiyordum. Demek, onun da gördüğü böylesine önemli bir fonksiyon varmış. Fakat, bu nasıl mesajdır ki, tavsiye ve teşviklerimle her yerde müesseseler kuran insanlar hiç bu mesajı anlamıyor, anlasa da uygulamıyor ve hemen hepsi kravat takıyor!.. Kravat taktığım da oldu. Fakat takmamam, gömlek veya kazak giymek, spor veya daha resmî giyinmek gibi, hemen herkeste görebileceğimiz şahsî tercih meselesidir. Doğrusu, kravat takıp takmamaktan bile manâ çıkarıp, insanlar hakkında belli hükümlere varmanın gülünçlüğünü anlamakta zorlanıyorum.!
Sizin İslami anlayış içindeki yeriniz konusunda çok spekülasyon yapılıyor. Mesela sizin tarikatçı olduğunuz söyleniyor.
F.G: Tarikatçı olmadığımı defalarca ifade ettim. İslâm, bir din olarak, tabiatıyla manevî cephesi ağır basan bir dindir. İnsan nefsinin terbiye edilmesini esas alır. Zühd, takva, ihsan, ihlas onda esastır. İşte, İslâm tarihi içinde, onun bu yanları üzerinde en fazla duran disiplin, tasavvuf olmuştur. Buna karşı çıkmak, İslâm'ın özüne karşı çıkmaktır. Tarikatlar ise, Peygamber Efendimiz'den (s.a.v) 6 asır sonra tasavvufu temsil adına ortaya çıkmış müesseselerdir. Kendilerine ait kaideleri, yapıları vardır. Hayatımda hiçbir tarikata intisabım olmadığı gibi, hiçbir tarikatla münasebetim de olmadı.
Hatta sizin tarikatınıza bir giriş töreni bile olduğu söylendi.
F.G: Her şeyden önce, böyle bir tarikat yok ki, giriş töreni olsun. Sonra, şu ana kadar iddia edildiği şekilde tek bir törenin yapıldığını gören tek bir kişi olsun gösterebilirler mi? Eğer gösteremezlerse, bu isnatları yapanları en büyük müfterî ilân etmek hakkım değil midir?
Bu soruyu da ortaya atıldığı şekliyle sormak istiyorum: Tarikatınıza ait yurt içinde sayıları 90-182 özel okul, 300-460 dersane, 25 bin öğrenciyi barındırabilecek 240 yurt, bazı rakamlara göre 500 yurt bulunduğu söyleniyor.
F.G: Rakamlar arasındaki çok büyük çelişkiler bile, her şeyin ne kadar masa başında hazırlandığını ortaya koyması bakımından yetip artıyor. Öyle anlaşılıyor ki, bir insan namaz kılıyorsa, oruç tutuyorsa, hanımı veya kızının başı kapalıysa, ya da bir kadın başörtüsü takıyorsa, suçlama hazır: Mürteci ve tarikatçı. Bir insan da Fethullah Gülen'i tanıyorsa, ona veya teşvik ettiği hizmet stiline karşı belli bir sempati besliyorsa, hele bir de Fethullah Gülen'in vaazlarının hiç olmazsa birini dinlemişse, suçlama yine hazır: Fethullahçı veya Fethullahçılık tarikatından. Dünya tarihinin hiçbir döneminde ve hiçbir yerde herhalde insanlar bu kadar basitçe ve hoyratça etiketlenmemiştir. Acaba Türkiye'yi gezseler, özel yurtlar içinde binden fazla öğrenciyi barındırabilecek kaç yurt bulabilirler, bir tane olsun var mıdır? 25 bin kapasiteli 240 yurt. Kaldı ki, mevcut mer'î kanunlar çerçevesinde talebenin okuması için okul, barınması için yurt açıp, her zaman her türlü teftişe açık olarak işletmek, neden böylesine korkulacak bir hareketmiş gibi üzerinde duruluyor? Şu ana kadar, bu okullarda ve yurtlarda talebeye ilim, ahlâk, terbiye, vatan ve millet sevgisi ve ülkeye hizmet aşkından başka ne verilmiş ki, bu müesseseler, böylesine mübalâğa ve mesnetsiz şüphelerle mahkûm edilmeye çalışılıyor?
Peki, okul açmaktaki maksadınız nedir? Osmanlı'nın kılıçla girdiği yerlere kalemle girmek mi?
F.G: Osmanlı'nın girdiği yerlere girmek gibi bir düşünce, Osmanlı düzenini özlüyor suçlamasına zemin hazırlamak için uydurulmuş. Kaldığım odama dünya haritasını astığımı yapılan mülâkatlarda ifade ettim ve kaç gazetede yayınlandı. Dünya çok küçüldü; artık herkes her tarafa gidebilir. Kaldı ki, yurt dışında açılan okulların alanı, Osmanlı ile alâkası olmayan Yakutistan'dan İngiltere'ye, Güney Afrika'dan Amerika'ya uzanıyor. Bu okulları sadece teşvik ettiğimi, açanların çok büyük kısmını tanımadığımı ve bu okulları teşvikten maksadımın ne olduğunu defalarca söyledim. Sonra, Türk Milleti'nin kalemle dünyanın değişik yerlerinde kendini ifade etmesinden niye korkulsun ki?
Bu okulların açılmasını teşvikteki gayeniz, mevcut eğitim sistemine alternatif bir başka sistem kurmak mı?
F.G: Bana atfedilen eğitim müesselerinin hepsi, Millî Eğitim'den öğrendiğime göre, mevcut mer'î kanunlar çerçevesinde kurulmuş ve faaliyette bulunan müesseselerdir. Bu müesseselerin hepsinde tamamen benzeri resmî eğitim müesseselerinde uygulanan program ve müfredat uygulanmaktadır. Başka türlü olması zaten mümkün de değildir.
Teşviklerinizle açılan okullarda irticai eğitim verildiği, doğrudan dinî eğitim yoksa bile davranışlarla siyasal İslam'ın telkin edildiği iddiaları var?
F.G: Bahsi geçen okullar sürekli teftiş altında. Yurt dışındakilerin açıldıkları günden bu yana, bazıları itibariyle 7-8 yıldır, her ülkenin hem haber-alma teşkilatları, hem de millî eğitim bakanlıkları tarafından kontrol ve teftiş edildikleri kesin. Sonra, bu ülkelerin hepsi irtica konusunda en az Türkiye kadar hassas. Ayrıca, bu okullara Türkiye'de her seviyeden insan gitti, gördü, gezdi ve pek çok gazeteci intibalarını günlerce yazdı. Şu ana kadar herhangi bir okulda irtica eğitimi verildiğini gösteren tek bir müşahhas delil bulunmuş mudur? Teftişler bir yana, bu okullarda, cemiyetin her kesiminden talebeler var. Şimdi, bunların hiç birinden bu hususta şikâyet olmamışsa, velilerden bu hususta şikâyet gelmemişse, hangi gerekçe ile bu müesseselerde irticaî eğitimden bahsediliyor? Davranışlarla dinin telkin edildiği iddiasına gelince: Evrensel ahlâkî kriterler var, eğitimin gerektirdiği davranış şekilleri var. Öğrenciye iyi davranmak, güler yüzlü olmak, büyüklere saygı, küçüklere sevgi göstermek, insanlara her işlerinde yardımcı olmak, cömertlik, affedici olma, kısaca bunlar gibi pek çok ahlâkî kriterler çerçevesinde davranma neden dînî eğitim olsun? Başka türlü mü davranılsın, ahlâksızlık mı teşvik edilsin? Siyasal İslâm gibi hiçbir davamız da olmadı. Aksine, benim kullandığım Türkiye Müslümanlığı tabirini, işin uzmanları kültürel İslâm olarak tavsif ettiler.
Yurtdışında okul açılmasını teşvikteki gayenizi öğrenebilir miyiz? Bu konuda da, menfaat temin etme, böylece şeriat devleti çalışmalarına dış destek sağlama gibi iddialar ortaya atılıyor.
F.G: Maddî menfaat peşinde olan insanlar, herhalde gidip yurtdışında büyük fedakârlıklarla okul açmaktan çok daha tatlı iş sahalarına pekalâ girebilirler. İkinci iddianın ise çürüklüğü ve mesnetsizliğini bu okullarda verilen eğitim, okulların bulunduğu ülkelerin lâiklik konusundaki Türkiye'den daha az olmayan hassasiyetleri ve şu ana kadar iddia edildiği istikamette hiçbir faaliyetimin tespit edilememiş olması apaçık göstermektedir. Okulların açılmasındaki maksat da, fakirle yapılan ve yayınlanan mülâkatlarda defalarca dile getirilmiş ve pek çok insan tarafından da yazılmıştır.Ülkemizden iki cumhurbaşkanı, başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri, ilim adamları, yüksek rütbeli emekli askerler, gazeteciler ve daha başka her görüşten, her seviyeden binlerce insan bu okullara gitti, gezdi, gördü ve döndüler. Okulların bulunduğu ülkelerden ve Türkiye'den gidip bu okulları görenlerden, iddia edildiği şekilde tek bir şikâyet gelmiyor, aksine istisnasız hepsi bu okullardan övgü ile bahsederken, masa başında bu türden iddiaları ortaya atanların asıl maksatlarını anlamakta güçlük çektiğimi söylemeliyim. Her bakımdan ülkemizin faydasına olduğu apaçık bu okullar hakkında böylesine mesnetsiz ve düşmanca hisler beslemenin vatanperverlikle münasebetini bulamıyorum.
İmam-Hatip okullarının orta kısımlarının kapatılmasından sonra, sizin açtırdığınız okullara özellikle irticacı kesimden akın olduğu dile getirildi.
F.G: Bu okulların devlet ve halk işbirliğiyle açıldığını defalarca ifade ettim. Şimdi, bu okullarla alâkalı bir istatistik mi yapılmış veya bu okullara geçtiğimiz eğitim-öğretim yılında kayıt yaptıran öğrencilerin envanteri mi tutulmuş da, hem buralara daha fazla akın olduğundan, hem de bu akımın irticacı kesimden geldiği iddia ediliyor. Yapılacak ufak bir araştırma, sanırım, bu iddianın gerçekle hiç alâkasının olmadığını ortaya çıkarmaya yetecektir.
Okullarda neden karma eğitim yapılmıyor? Yani kız ve erkek öğrencilerin ayrı olmasının sebebi nedir?
F.G: Benim herhangi bir okulum olmadığını ifade ede ede yoruldum. Karma eğitimin çağdaşlığın bir sembolü ve çağdaş eğitimin bir göstergesi olduğunu ciddî bir eğitimci söylemiş olsaydı, dikkate almaya değer bulurdum. Halbuki, dünyanın her yanında gerçek eğitimciler ve bu konudaki istatistikler başka türlü söylüyor. Zannediyorum, böylesi iddialar eğitim adına değil, daha başka şeyler adına ileri sürülmektedir. Bu iddiaları ortaya atanlar, gerçekten bu ülkeyi seviyorlarsa, aynı Millî Eğitim'in program ve müfredatını uygulamalarına rağmen, eğitim seviyeleriyle Türkiye içinde ve dışında kendilerini çoktan ispat etmiş olan bu okullarla uğraşacaklarına, Türk millî eğitimini ıslah konusunda imal-i fikirde bulunsun ve çalışma yapsınlar. O zaman milletin, büyük paralar vererek özel okulları tercih etmesinin de bir sebebi ve manâsı kalmaz. Eğer böyle bir şey yapar ve muvaffakiyet de gösterirlerse, buna en çok sevinenlerden biri ben olurum.
Yurtdışındaki Türk okullarında dönen sermayenin 350 trilyon lira olduğu söyleniyor. Bu kadar para nerden karşılanıyor?
F.G: Bir defa, bu hesabın neye dayandığı belli değil. Öyle bir hesap yapıyorlar ki, okulların binasını, her talebenin masrafını bu hesaba kattıkları gibi, her öğretmene de 1500 dolar maaş biçiyorlar. Bir defa bildiğim kadarıyla, bu okulların binalarından pek çoğunu, bulundukları ülkeler sağlıyor. İkinci olarak, okulların tefrişatı, bu ülkelerde bir profesör maaşının 30-40 dolar olduğu zamanlarda yapıldı ve eğitim-öğretim malzemeleri o dönemde temin edildi. Üçüncü olarak, çoğu okulda talebelerden belli bir ücret alınıyor. Dördüncü olarak, bu okulları bizzat ziyaret eden değerli basın mensuplarının yazdıkları üzere, öğretmenler büyük bir fedakârlık içinde 400-500 dolara çalışıyorlar. Şimdi bu gerçekler, bahsi edilen rakamı birkaç yüz defa küçültecektir. Ayrıca, bu okulların finansmanının nasıl sağlandığı defalarca ifade edildi, yazıldı, söylendi. Dışarıdan en küçük bir desteğin olmadığı, olsa da kabûl edilmediği ve edilmeyeceği daha ciddî resmî raporlara dahi girdi. Buna rağmen, bu iddialarda hâlâ ısrar edenler, ya kasıtlıdırlar, ya herkesi cimri, millet ve ülke hizmeti için kuruş veremez, aksine devletin malından ve başkalarının üzerinden geçinmeye bakan kişiler olarak görmektedirler. Halbuki, bu millet elindeki avucundaki her şeyini harcayarak İstiklâl Savaşı'nı yapmıştır ve ülkesinin faydasına gördüğü her hizmete de yine neyi varsa verebilir. Allah'a çok şükür, her şeye rağmen o, bu karakterini korumuştur.
Size sempati duyan talebelerin kaldığı evler "ışık evler" olarak isimlendiriliyor. Bu evler misyonerlik faaliyetlerinden etkilenerek mi oluşturuldu?
F.G: Asrımız ilim asrıdır ve bundan sonra da ilim hükmedecektir. Bir insanın gerçek insan olması da kafasının müspet ilimlerle, kalbinin de inançla aydınlanmasına bağlıdır. Aydınlanmanın kaynağı 'ışık' olduğu için, bazı talebeler kendi aralarında, kaldıkları evlere 'ışık evleri' demiş olabilirler. Fakat, çok tabiî olarak, birbirleriyle anlaşabilecek 5-6 lise veya üniversite talebesinin bir araya gelip kiraladığı ve kaldığı evlerin misyonerlik faaliyetleri veya bu faaliyetlerden etkilenmekle ne alâkası olabilir? Sonra bunlar neyin, hangi teşkilatın hücreleridir?
Öğrencilerin askeriye, hukuk, kamu yönetimi gibi okullara yönlendirildiği iddiaları konusundaki cevabınız...?
F.G: Tutarsızlıkta önceki iddialardan farklı olmayan bu iddia, acaba hangi istatistiğe dayanıyor? Kaldı ki, sayın Nevval Sevindi, benimle yaptığı mülâkatta, kurulmasında sadece teşvik ve tavsiyede bulunduğum bazı özel okullarda sosyal derslerden ziyade fen derslerine ağırlık verildiğini ve bunun bir eksiklik olduğunu söylemişti. Gerçek olan da bu iken ve bana atfedilen okullar veya öğrencilerin başarılarının fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi derslerde yoğunlaştığı herkesin malûmu iken, bu iddianın da bir kasıt mahsulü olduğunda şüphe yoktur.Şeriat devleti nerede?
Bütün faaliyetlerinizin bir şeriat devleti kurmaya yönelik olduğu iddialarına ne diyorsunuz?
F.G: En iptidaî toplumlarda bile insanlar sözleri ve yaptıklarıyla yargılanır ve bunlara bakılarak haklarında hüküm verilir. 60 yaşındayım ve her yaptığım tam 40 yıldır halkın ve hükümetlerin gözü önünde cereyan ettiği gibi, yazdıklarım da ortada ve bilhassa neredeyse bütün söyledikleri kayda geçmiş belki tek kişiyim. Bu konudaki bütün iddialar tamamen vehimlere ve muhtemellere dayanmaktadır ki, böyle bir mantık veya mantıksızlıkla, her solcuyu totaliter komünist idare özlemcisi, her ülkücü milliyetçiyi ırkçı, şovenist, hatta faşist veya nazist idare taraflısı olmakla suçlamak icap eder. Böyle bir paranoyaya ise deliler bile güler.
Laiklik, demokrasi ve cumhuriyet gibi mefhumlara bakışınızı öğrenebilir miyiz?
F.G: Bu iddiayı haklı çıkaracak tek bir hareketim, sözüm veya yazım varsa göstersinler. Yıllardır herkesi kendi fikrinde ve konumunda kabûl etmek, insanların düşüncelerine saygı duymak ve bu temellerde toplumun bütün kesimleri arasında diyaloğu ve hoşgörüyü teşvik etmek için adeta canhıraş feryat eden bir insan, nasıl lâikliğe, demokrasiye ve cumhuriyete karşı görülebilir?
Sizin için bazı çevrelerin bir iddiası da şöyle: "Fethullah Gülen, sadece kendi inancındaki insanlara hayat hakkı tanıyacak bir diktatörlük taraflısıdır." Ne dersiniz?
F.G: Türkiye içinde ve dışında bütün başka dinlerin temsilcileriyle diyaloga giren, bunu müdafaa eden ve çeşitli din mensupları arasında diyalogu samîmî bir şekilde müdafaa eden bir insan için böyle bir suçlama yapılabiliyorsa, yeryüzünde böyle bir suçlamaya maruz bırakılmayacak kimse yok demektir.
Ilımlı bir Müslüman portresi çizmeniz anlayış ve yapınızdan mı kaynaklanıyor, yoksa iç ve dış tepkileri azaltmak için mi böyle davranıyorsunuz?
F.G: Neden, görüştüğüm başka din mensupları ve önde gelenleri ve başka aydınlar, gazeteciler, kanaat önderleri böyle bir iddiada bulunmuyor? Yoksa, bu masa başı iddialarda bulunan ikbal heveslileri, onlardan daha mı akıllı, daha mı dikkatli, daha mı iyi gözlemci? Yoksa, ellerinde insanların kalblerini okuyacak aletleri mi var?
Sizin, hoşgörü ve barış tablosu çizerek devletin ileri gelenlerini etkilediğiniz ve bunun Türkiye için büyük bir tehlike olduğu söyleniyor?
F.G: Ancak kafalarındaki şablonlarına veya heveslerine esir, ya da kendilerine aşık insanlardır ki, kendilerinden başkasının yaptığı hiçbir müspet hareketi kabûllenemez. Bu ülkede 60 milyon insan yaşıyor. Bir ülkede olup bitenden artık bütün dünya haberdar oluyor. Kendilerinden başkalarına hayat hakkı tanımak istemeyen ve "ülke için ne gerekiyorsa biz yapmalıyız" felsefesindeki insanlardan başka hiç kimse, hoşgörü ve barış faaliyetlerine karşı çıkamaz ve çıkmamaktadır.
Ulusal uzlaşma ödülleri verilmesini teşvik etmekle kendinizi belli bir statüde göstermeyi mi hedeflediniz?
F.G: Düz ve insanlardan bir insan olduğumu, devletimin, ülkemin ve bütün insanların hizmetine koşmayı en büyük bir şeref telâkki ettiğimi defalarca dile getirdim. Sözlerimdeki samimiyeti göstermek için, art niyetli garazkârlara kalbimi de çıkarıp gösteremem ki! Göstersem bile, inanmak istemeyenler bu defa başka bahaneler uyduracaklardır. Sonra, Türkiye'de ve dünyada pek çok kuruluş değişik ödüller dağıtıyor. Niye aynı iddia bunlar için ileri sürülmüyor da, herkesin ittifak ettiği üzere, yıllardır iç kavga, anarşi, terör, ekonomik dengesizlik gibi faktörlerle parça parça olmuş ve Alevî-Sünnî, Kürt-Türk gibi etnik ve inanç temelinde daha tehlikeli şekilde parçalanmasına çalışılan ülkemizde uzlaşma ve hoşgörüyü teşvik ederek bu parçalanmaları gidermeye çalışanlar için böylesi bir isnatta bulunuluyor? Yoksa bu isnadı yapanlar, ülkenin parça parça olmasından ve daha da parçalanmasından menfaat uman çevreler midir?
Yaptığınız/teşvik ettiğiniz çalışmalar, devleti tabandan tepeye doğru kuşatma hareketi olarak telakki ediliyor.
F.G: Devleti ele geçirme, bir yerleri kuşatma gibi işlerle hiç ilgim olmadığı gibi, bu hususlarda hiçbir hevesim de olmadı. Teokratik devlet kurma çalışmaları yaptığım iddiasında bulunanlar gibi, bu konudaki isnatları da haklı çıkaracak tek bir müşahhas delil ortaya koysunlar, çok sevdiğim bu ülkeyi terk etmeye ve hayatımın gayesi bildiğim ülkeme ve milletime hizmeti bırakmaya hazırım. Ama, ellerinde hiç bir müşahhas delil olmadan böylesi isnatları yapanları ve yayanları, tarihin en büyük müfterîler arasında zikredeceği bilinmelidir.
Bir de, biraz önceki sorumun zıddı bir iddia var; devleti zirveden ele geçirmeye çalıştığınız şeklinde.
F.G: Önceki isnatta "tabandan tepeyi" deniyordu; burada ise devleti zirveden ele geçirmeye çalışma iddiası var. Cevabım, yukarıdaki iftiranın cevabından farklı olmayacaktır Yalnız şunu ilave edebilirim: 40 yıldır yazan, konuşan ve karınca kaderince bir şeyler yapmaya çalışan bir insanım. Eğer böyle bir niyetim ve bu yönde bir çalışmam olsaydı, şimdiye kadar tek bir müşahhas delil ortaya çıkmaz mıydı? En azından birkaç cümle, birkaç kelime veya birkaç davranışımla olsun, kendimi ele vermez miydim? Bu konuda, tamamen çarpıtma, yanıltma ve kasıtlı yorum ve iktibasta bulunmaya dayalı birkaç iddiadan başka, gerçek ve müşahhas bir delil ortaya konabilmiş midir? O halde, böylesi isnatları haklı çıkaracak tek bir vak'ası olmayan bir insanla uğraşmak boşunadır, beyhudedir.
Aslında sizin politik yolla iktidara gelmeye uğraştığınız fakat şimdilik ortamı müsait görmediğiniz doğru mu?
F.G: Böyle bir şey söz konusu olmuş olsaydı, 60 yıllık hayatımda bir defa olsun politik teşebbüsüm görülürdü. Bundan sonra da, politik bir yol takip etmek veya değil devleti ele geçirme, politika yoluyla ülkeme hizmet verme gibi bir düşünce yine aklımın köşesinden bile geçmeyecektir. Hizmet adına milletvekili olmak isteyen birkaç dostumu yanımdan kovduğuma çokları şahittir.
Hakkınızdaki bir iddia da aynen şöyle: "Fethullah Gülen, Peygamberimizin Mekke şerifiyken devletten bahsetmediğini, dolayısıyla şimdilik devletten bahsedilmemesi gerektiğini söylüyor. Fakat temelde, 'i'lâ-yı kelimetullah' denilen, İslâm'ı dünyanın her yanına yaymak, anayasa hükmündeki Kur'an-ı Kerim hükümlerini hem fen alanında, hem de toplumsal alanda etkin kılmak ve neticede, ümmet zihniyeti ile, Mekke merkezli, bütün dünya Müslümanlarının bağlılık duyacağı hilâfet veya saltanat benzeri bir sistem oluşturup orduya sızmaya çalıştığınız iddialarına cevabınız ne olacak?
F.G: Hayatımda hiçbir zaman orduya ters, ordu aleyhinde ve ordunun kabûllerine aykırı bir faaliyetim olmamış ki, orduyu faaliyetlerime engel görerek, ona sızmaya çalışayım. Asıl, Din'in her türlü tezahürüne karşı çıkıp, lâikliği ve Atatürkçülüğü dinsizlik şeklinde takdim edip, kendi emelleri istikametinde kullanmak isteyenler, ordunun lâiklik ve Atatürkçülük konusundaki hassasiyetini istismarla, onu bu ülkenin dindar ve vatansever evlâdlarına karşı kışkırtmaya çalışıyorlar. Ordu, ilki bizzat ordunun komutanını, genelkurmay başkanını müebbed hapse mahkûm edecek bir cunta hareketi olarak, Cumhuriyet tarihinde üç defa idareye müdahalede bulunmuş, fakat her müdahale sonrasında hiçbir zaman Din ve dindarlar aleyhinde, kendisini Din aleyhinde kışkırtanların istekleri istikametinde bir uygulamada bulunmamıştır. Asıl tehlike, ordu ile, bağrından çıktığı milletimizi ve onun mukaddeslerini karşı karşıya getirme çalışmalarındadır. Ordunun bunun şuurunda olduğuna inancım tamdır.
Fethullah Gülen tarikatına bağlı askerlerden bahsediliyor. Ve bu askerlere sizin, "Çalışın, İngilizce öğrenin, kendinizi saklayın ve âmirlerinizle iyi geçinin" tavsiyesinde bulunduğunuz iddia ediliyor?
F.G: Tarikat ve tarikatçılıkla bir münasebetimin olmadığını defalarca ifade ettiğim gibi, tarikatın ne olduğunu bilen objektif ilim adamları ve aydınlarımız da, bu hususu zaman zaman yazılı veya sözlü olarak dile getirmişlerdir. Buna rağmen, şabloncu bir tavırla meselenin hâlâ böyle takdimi, ancak bir garaz saikiyle olabilir. Sonra, kendilerine tavsiyede bulunduğum iddia edilen askerler kimlermiş? Bunu açık olarak medya vasıtasıyla da sordum. Sözü edilen tavsiyeleri ne zaman, nerede, kime yapmışım? Bu iddia olsa olsa, bahse konu hususlar ordumuzun önem verdiği prensipler olduğundan, iddiaya güya doğruluk kazandırmak için ileri sürülmüş olabilir. Bu prensiplere, "Kendinizi saklayın" ifadesi de eklenmelidir ki, zikredilen tavsiyeler bana atfedilebilsin!..-
Orduya sızmak için yeni yöntemlerinizin, sızma projelerinizin olduğu, cemaat mensubu türban takmayan modern görünümlü bayanların subaylarla evlenmesini teşvik ettiğiniz yazıldı.
F.G: Bu da, yukarıdakiler gibi, hiçbir mantığı olmayan ürpertici bir yalan. Bu projelerin ne olduğunu hiç bilmiyorum. Hiçbir zaman da böyle bir projem olmadı. Çünkü sızma, düşmana karşı yapılır. Ordumuz hakkındaki hislerim çoklarının malûmu olduğu gibi, yazdıklarım ve söylediklerimin de hepsi meydandadır.
Özel finans kurumlarına olan ilgi, irticacı sermayenin güçlenmesi olarak değerlendiriliyor. 10'dan fazla özel finans kurumu, bir o kadar holding ve 4 bin şirket, yine aynı sayıda vakfın irticacıların elinde olduğu, finans kurumlarının 1990 yılında 1.7 trilyonluk işlem yaparken, 1997 yılında 340 trilyon liralık işlem yaptığını söyleyen bazı çevreler, bu durumdan korkulması gerektiğini belirtiyor. Bu durumdan birilerinin korkması için sizce sebep var mı?
F.G: Bu iddiada iki husus var. Biri, yine yuvarlak rakamlar, bunların hiçbir mesnede dayanmadığını gösteriyor. İkinci olarak, bu iddia, garazın insan gözünü nasıl kör ettiğini ve insan zihnini nasıl dumura uğrattığını gösteren çok önemli bir misal. Çünkü, 1990 yılındaki 1.7 trilyon, 1997 yılının en az 350-400 trilyonuna eşittir. Bu kadar basit bir gerçeği göremeyen insanların hangi iddiasına inanılır? Ayrıca, 1990 ile 1997 arasında yeni özel finans kurumları da kuruldu. Buna rağmen, bu kurumların gerçek iş yapma kapasitelerinde hiçbir artışın olmadığını, bizzat iddiacıların "korkunç artış" yorumlarına mesnet yaptıkları rakamlar gösteriyor.Sonra, özel finans kurumlarından korkmak niye? Bir defa, bu kurumların, emsali bankalar dahil, bütün finans müesseselerindeki toplam mevduatın sadece % 3'üne sahip olduğunu gazeteler yazdı. İkinci olarak, Türkiye'nin yastık altındaki döviz ve altın bakımından dünyanın en zengin ülkesi olduğunu yine gazeteler yazdı. Ülkesini seven bir insanın bu döviz ve altınları piyasaya çekme yollarını araştırması gerekmez mi? Bu kurumlar, bunlardan çok az bir kısmını çekebiliyorsa, bunu teşvik etmek daha akıllıca olmaz mı? Sonra, bu kurumlar hangi irticaî faaliyete destek vermişler?
Sizin teşvikinizle kurulduğu söylenen Asya Finans ve Işık Sigorta'dan, Asya Finans'ın devletten yüzlerce milyar lira teşvik aldığı söyleniyor.
F.G: Asya Finans ve Işık Sigorta'nın kurucuları vardır, idarecileri vardır, sahipleri vardır. Sonra, irticacı olduklarının delili nedir? Üçüncü olarak, bu her iki müessese de, kanunlar çerçevesinde kurulmuştur, kanunlar çerçevesinde icra-i faaliyette bulunmaktadır ve yine kanunlar çerçevesinde her türlü teftişe açıktır. Ayrıca, devletten teşvik alıp almadıkları bizzat idarecilerinden tahkik edilebilir. Eğer almışlarsa ve devlet de bunu vermişse, herhalde mevcut mer'î teşvik kanunlarına göre alınmış ve verilmiştir. Acaba neden, yarın kendilerini mahcup edecek bir iftiraya başvurmak yerine, işi kaynağından araştırmıyorlar?
Aynen şu şekilde bir iddia daha var: "Fethullah Gülen, iş adamlarıyla 'feyiz' denilen toplantılar yapmakta, bu iş idamları ise, diğer gruplarla 'halka' diye anılan toplantılarda bir araya gelmektedir."
F.G: Buradaki yanlışları düzeltmeye hangisinden başlamak lâzım bilemiyorum. Feyiz, tasavvufî bir ıstılahtır. Allah'tan kulun kalbine gelen manevî haz, bereket, vâridât demektir. Halka ise, tarikatlarda zikir için bir araya gelen insanların teşkil ettiği şekle denir. Bunların benimle ve dostlarımla hiçbir alâkası yoktur. Bu, tamamıyla uydurma bir şeydir. Kim uydurmuşsa, çok acemice uydurmuş.
Sizin için, itham eder tarzda, 'Nurcu' deniyor?
F.G: Nurcu kelimesi, Bediüzzaman Said Nursî de, önce muarızları kullandığı için az da olsa kullanmakla birlikte, esasen, onun hizmetini ve taraftarlarını küçük düşürmek isteyenler tarafından uydurulmuş bir kelimedir. Herkes, hayatında pek çok kimseden, yazardan, şairden, alimden istifade eder, hattâ etkilenir. Hayatımda, Doğu'dan ve Batı'dan pek çok tarihçi, edebiyatçıyı okuyup, kendilerinden istifade ettiğim olmuştur. Bediüzzaman Said Nursî de bunların önde gelenlerinden biridir. Kendisini görmüş değilim. Diğer taraftan, hayatımda -ci, -cu gibi, bir gruba aidiyet ifade eden sözleri hiç kullanmadım. Kur'an'da emredildiği şekilde Müslüman olarak yaşayıp, Müslüman olarak ruhumu Allah'a teslim etmekten başka bir derdim olmadı.
Medyaya intikal eden bazı raporlarda sizin, Yazıcı Nurcular'ın lideri olduğunuza dair cümleler yer aldı.
F.G: Herhangi bir -ci, -cu ile alâkamın olmadığını belirttim. Şimdiye kadar da bu türden ayırım ifade eden sözleri hiç kullanmadım ve bunlardan şiddetle kaçındım. Bazıları tarafından 'Yazıcı Nurcular' denilen kesimle de, onlardan olduğumu gösterecek hiçbir yakın münasebetim olmadığına bütün hayatım şahiddir. Başkalarının o türden tanıdığı kimseler varsa, onlara da sorulabilir.
İzmir Kestanepazarı Kur'an kursunda görev yaparken, Nurculuk faaliyetlerinde bulunduğunuz gerekçesiyle işinize son verildiği söyleniyor, Nurcu olduğunuzu delillendirmek için?
F.G: Bu da asılsız bir isnat olmaktan öte bir mânâ ifade etmemektedir. Bir defa, işime son verilmedi, kendim istifa ettim. İstifamın sebebi de, idarî konumda yapılan değişikliklere razı olmamamdır.
Yine Nurculuk'la ilgili olarak öne sürülenlerden biri de, 1970'te İzmir'de Nurculuk faaliyeti programı hazırlayıp, toplantılarla bu konuda eğitim çalışmaları yaptığınız şeklinde?
F.G: Tamamen hayal mahsûlü bir isnattan ibarettir. İddia edenler, delillerini de ortaya koymalıdırlar.
1972 yılında Erzurum'da, 1982'de de Konya'da Nurcu liderlerle toplantılar yaptığınız iddia ediliyor?
F.G: Bir haber veya istihbarat için bir yıl çok uzun bir süre. Dolayısıyla, günü, yeri, katılanları belli olmayan ve hiçbir istihbarat değeri taşımayan böylesi gülünç iddialar herkes hakkında ileri sürülebilir. Sonra, bu Nurcu liderler kimlerdir? Kaldı ki, 1972 yılında tahliyeden sonra, yıllardır gitmediğim ana-baba ocağım Erzurum'a ailemi ziyaret maksadıyla gitmişsem de, 1982 yılında Konya'ya gittiğimi hiç hatırlamıyorum.
- tarihinde hazırlandı.