Saklı hazineler ve farklı deliler
Çay faslından hakikat famlaları
- Beş vakit içerisinde “Salât-ı vustâ”; Cuma gününde “vakt-i icâbe” (duaların umumiyetle kabul olacağı saat), insanlar arasında Hızır aleyhisselam ve sair velî kullar, Ramazan ayında Kadir Gecesi, bütün tâat ve ibadetler içerisinde rıza-yı ilâhî, kainâtın ömründe kıyamet ve ferdin hayat çizgisinde ölüm ânı gizlendiği gibi Esmâ-i Hüsnâ arasında da İsm-i A’zam saklı tutulmuştur. Mü'minlerin sürekli uyanık ve dikkatli olmalarına, devamlı Allah’a ibadet ve tâat içerisinde bulunmalarına ve her varlığı, her hadiseyi dikkate almalarına vesilelik eden bu gizlilik nüktesi, bir yönüyle Kur’an-ı Kerim’in insana ifade ettiği manalar ve onun esrarı hususunda da geçerlidir. (00:47)
- Bir Türk atasözünde “Her geceyi Kadir, kapına gelen her insanı da Hızır bil!” denir. Evet, her geceyi “Kadir” diye ihya eden insanın, bir gün “Kadir”i yakalaması muhakkaktır; her gelen insanı “Hızır” bilip ona ihsanda bulunanın da, bir gün “Hızır”la karşılaşması mukadderdir anlayışıyla hareket edip her fırsatta kurtuluşumuza vesile aramamız gerekmektedir. (03:50)
- Pek çok zat ‘İsm-i A’zam’ı (en büyük isim) öğrenip onun zikrine devam etmek istemiş, bu istikamette çok gayret göstermiş ve İsm-i A’zam’ın Allah’ın (celle celâlühû) isimlerinden hangisi/hangileri olabileceği hususunda farklı mülâhazalar sergilemişlerdir. İmam-ı Gazzalî Hazretleri, Esma-yı İlâhiye’den “Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs” isimlerini İsm-i A’zam olarak kabul etmiş; haklarında bir risalecik yazarak onları okumanın değişik hastalık ve belalara şifa ve kalkan olacağını söylemiştir. Gümüşhânevî Hazretleri de, onun dualarını Mecmûatu’l-Ahzâb’a dâhil etmiştir. Mesela, on defa “Allahu ekber” dedikten sonra “Bismillâhirrahmânirrahîm”le başlayıp “Ferdun, Hayyun, Kayyûmun, Hakemun, Adlun, Kuddûs” demenin şerlilerin şerrinden korunmaya ve zafer kazanmaya vesile olacağını nakletmiştir. Üstad Hazretleri de, Sekîne ve Tahmîdiye gibi duaların başında bu isimleri zikretmiştir. Haddizatında “kendisiyle dua edildiğinde kabul gören, bir şey istenildiğinde icabette bulunulan” İsm-i A’zam hakkında Efendiler Efendisi’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen değişik rivayetler de mevcuttur. Bu rivayetler bazı dua mecmualarında bir arada verilmiştir. Bununla beraber Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm); “Şu isim, İsm-i A’zam’dır.” diye bir beyanda bulunmamış, dolayısıyla da İsm-i A’zam, tıpkı Kadir gecesi, icabet saati, Hızır (aleyhisselâm) gibi gizli kalmıştır. Allahu a’lem, murad-ı İlâhî, bütün Esmâ-yı Hüsnâ’sıyla kendisine teveccüh edilmesidir. (08:03)
- Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret de olsa hiçbir iyiliği hor görme!” buyurmuştur. Bundan dolayıdır ki, maruf (hayır, iyilik) sayılan hiçbir şeyi küçük görmemelisiniz. Sizin kurtuluşunuzun hangi amele bağlı olduğunu bilemediğiniz için elinize geçen her fırsatı bir beraat fermanı gibi kabul etmeli ve onu değerlendirmeye çalışmalısınız. Birine tebessüm etmişsiniz, diğerine selam verip gönlünü almışsınız, bir başkasına insan diye değer atfederek bağrınızı açmışsınız ya da bir su havzında boğulmak üzere olan bir karıncayı kurtarmışsınız... bunlar, bu dünyada küçük işler gibi görünebilir size. Fakat, bütün bu ameller nezd-i uluhiyette birer değer hanesine yerleştirilir ve sizin hesabınıza değerlendirilir. Kim bilir, belki de ötede onların en küçüğü gösterilir ve size “Bundan dolayı bağışlandın!” denilir. Bunlardan biriyle siz de rahmetullah ufku’na dokunur, kanatlanır, eskilerin “uçmak” dedikleri, Cennet’e uçarsınız. Madem ki, sizin için rahmetin taşmasına vesilelik edecek son damla, kilidin şifresini çözecek son rakam ve sevap kefesinin ağır basmasını sağlayacak tek zerre mesabesindeki amelin hangisi olduğunu bilmiyorsunuz, öyleyse her hayırlı işe “Acaba bu mu?” şeklinde yaklaşmalısınız. (10:38)
- Siyer kitaplarında anlatıldığına göre, Hazreti Ömer efendimiz vefat ettikten sonra Hazreti Abbas (radiyallahu anhüma) onu rüyada görmek için adeta can atıyor. Fakat, hemen her zaman o arzuyla gözlerini yummasına rağmen tam altı ay boyunca onu hiç göremiyor. Nihayet altı ayın sonunda Hazreti Ömer’i rüyasına misafir ediyor. Bu beklemenin sebebini soracak olunca Hazreti Ömer “İşin içinden ancak sıyrılabildim; hesabım yeni bitti!” diyor. Rüyanın devamında, Hazreti Abbas soruyor, “Ya Ömer, Cenâb-ı Hak seni ne ile affetti, hangi amelinden dolayı bağışladı?” diyor. Hazreti Ömer Efendimiz şu cevabı veriyor: “Bir gün sokağa çıkıp bakmıştım ki, bir çocuk bir kuşu yakalamış, elinde hırpalıyor. Hemen onun yanına koşmuş; cebimden üç-beş kuruş çıkarıp o çocuğa vermiştim. Böylece kuşu satın alıp âzâd etmiştim. Mizanda işte o amelimden dolayı kurtulduğumu söylediler.” (11:35)
- Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hatun çok saliha bir kadındır. Mekke-i Mükerreme’den Arafat’a kadar su kanalları döşetmiş, o mukaddes beldeyi çeşmelerle donatmış ve Rahman’ın misafirlerinin su ihtiyacını karşılamak için yüzbin altın harcamıştır. Bütün hayatı hayır ve hasenât peşinde geçen bu mualla kadıncağız vefat ettikten sonra, birisi onu rüyasında görmüş ve ona demiş ki, “Dünyada Allah için bu kadar büyük hayırlar yaptın, kim bilir Hak Teâlâ sana Cennet’te ne yüksek bir makam bahşetti!” Zübeyde Hatun’un cevabı şöyle olmuş: “Evet doğru, Rabb-i Rahîm bana gerçekten de yüce bir makam ihsan eyledi; fakat, bu yüce makamı yaptırmış olduğum hayır müesseseleri nedeniyle vermedi. Bir gün, bulunduğum mecliste ilahîler okunuyor, kasideler söyleniyordu. Sâzendelerin sazlarına vurdukları bir sırada minarelerden ezan-ı Muhammedînin yükseldiğini duymuştum. Hemen “Susun, ezanı dinleyelim!” deyip oradaki herkesi susturmuştum. İşte, sorgu-sual anında, amellerim birer birer sayılıp döküldü. Arafat’a kadar su kanalları döşeme de vardı onlar içinde. Fakat bana denildi ki, “Seni ezana karşı göstermiş olduğun o saygından dolayı bağışladık.” (15:02)
- İmam-ı Rabbânî hazretleri gibi bazı ehl-i hakikat demişler ki: “Bir ân-ı seyyale vücud-u münevver, milyon sene vücud-u ebtere müreccahtır.” Mesela, Allah’a iman ederek bir an yaşamak, O’nu tanımaksızın milyon sene yaşamaktan daha iyidir. Evet, bir ân-ı seyyâle öyle bir ruh hâleti yakalarsınız ki, bütün gönlünüzle “Allah’ım, bir saniyecik Sen’in maiyyetine erme uğrunda bin defa ölürüm!..” dersiniz. Bu öyle bir haldir ki, Allah o küçücük çekirdekten kocaman bir şecere-i Tûbâ yaratır. Öbür tarafa gittiğinizde, o minnacık düşüncenin sizin Cennetinizin çekirdeği olduğunu görürsünüz. İman nuruyla aydınlattığınız o bir anlık zaman diliminde zihninizi dolduran o nurlu düşüncenin, ötede sizin için Cemal’in de, Rıdvân’ın da esası haline geldiğini müşahede edersiniz. (16:30)
- Zikredilen bütün gizli hazineleri bulup onlardan istifade edebilmenin şartı dikkat, teyakkuz, temkin ve sürekli teveccüh olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’deki esrârı çözmenin şifresi de onun her bir harfinde, kelimesinde ve ayetinde pek çok mücevherin bulunduğuna gönülden inanmak, mütemadî teveccühte bulunmak ve ısrarlı gayretle onları bulup ortaya çıkarmaya çalışmaktır. (17:38)
Soru: 1) “Ne olur Rabbim! Senin hazinelerin geniştir; dilersen isteyene istediğini verirsin; bana da dininin delisi beş-on insan ver!” sözü bilhassa Hirâ coğrafyasında çok dikkat çekti. Talep edilen “mecânîn” ile alâkalı mülahazalarınızı ve bu zümreden kabul edilebilecek şahısların en önemli hususiyetlerini lütfeder misiniz? (19:41)
- Ashab-ı Kiram efendilerimiz ve Osmanlı’nın bilhassa ilk yüz elli senelik dönemindeki mefkûre insanları gibi, kim inanılması gerekenlere tam inanır, takvanın hem mehafet buuduyla hem de tekvinî esaslara riayet yanıyla kanatlanırsa, kalbini Allah sevgisiyle mamur kılar, gerekirse malını, canını ve bütün varlığını Hak yoluna feda etme ruhuyla dolarsa ve Allah’ın himayesine sığınır, her işinde Cenâb-ı Hakk’a güvenir, O’na tevekkül ederse.. artık o, öyle namaz kılar, öyle oruç tutar, öyle hacca gider ve öyle mücahede eder ki, bu işin neşvesine akıl erdiremeyenler, onu ne zaman görseler ya hayran olmaktan veya “Bu, olsa olsa delidir” demekten kendilerini alamazlar. Gayri, onun ölümü istihkârı bir destan olup dilden dile dolaşır; yemeyi-içmeyi ve şahsî zevkleri terketmesi hayretengiz bir efsane gibi her yana yayılır ve infak ruhu da bir hüsn-ü misal, bir yâd-ı cemil olarak bütün cömertlerin muhaverelerini tatlandırır. Ne ki, o fedakârlığı anlayamayan, o ferâgatı kavrayamayan ve o tadı alamayan kimse, o Hak dostunu “deli” sanır. (21:23)
- Ashâb-ı Kirâm çok kısa bir zamanda cihanı fethe muvaffak olurken bambaşka bir coşkuyla dolu bulunuyorlardı. Onların hepsi, İslam davasının birer mecnûnu idi. Dıştan bakan, onlara deli derdi; çünkü onların yaptıkları sıradan akılları durdurup, dünyevî hayalleri donduracak çapta işlerdi. Onlar, birer hakikat delisiydi, İslam hakikatına delice bağlanmışlardı. Leyla’nın peşine düşen Mecnun’un hali nasılsa, İslam’ı cihana neşretme ve Allah’ın rızasını, Rasûlullah’ın hoşnutluğunu kazanma mevzuunda onların hali de öyleydi. Emir gelince hemen Tebük’e azmirah eden, Yermük’e yönelen ve Mute’ye sefer düzenleyen bu Hak sevdalıları, gerektiğinde Cennet’e gidiyor gibi ölüme yürüyor, zamanı gelince de dünyanın dört bir bucağına tebliğ için koşuyorlardı. Tabii ki, müşrikler ve dünyaperestler, kendilerinin fersah fersah kaçtıkları ölüme güle güle giden Sahabe efendilerimizi anlayamayacak ve onlara “deli” diyeceklerdi. (24:50)
- Osmanlı ordusunda da, “Serhad Kulu” denilen askerlerin bir bölümünü “Deliler” bölüğü teşkil ediyordu. Çok iyi yetiştirilen bu yiğitler, başkalarının korkup kaçtığı cephelere seve seve giderler; çoğu zaman kılıç bile kullanmadan düşmanlarını mağlup ederlerdi. Akıncılardan olan bu erler gözlerini budaktan sakınmazlardı. Öyle cesurdular ki, aslında kendilerine öncü manasında “delil” denmesi gerektiği hâlde cesaretlerinden dolayı halk arasında “deli” sıfatıyla anılır olmuşlardı. Mesleklerinin temelini Hazreti Ömer’e (radıyallahü anh) dayandıran bu askerî birliğin parolası “yazılan gelir başa” şeklindeydi. Böyle bir anlayış ve şuura sahip oldukları için de hiçbir tehlikeden çekinmezlerdi. Hatta, kum torbalarına vura vura nasırlaştırdıkları yumruklarından nasiplenen atları süvarisiyle beraber devirirlerdi ki, “Osmanlı tokadı”nın meşhur olmasında onların da büyük payı vardı. İşte, kendisini tamamen yüksek mefkûresi ve gaye-i hayaline adamış, her şeyini ideali uğruna feda etmeye amade bulunan o türlü insanlara bir yönüyle “mecnun” (çoğulu: mecânîn) diyoruz. (27:40)
- Yermük’te bozguna uğrayıp kaçan Roma İmparatorluğu’nun askerleri, imparatorun karşısına çıktıkları zaman, ordu komutanı şöyle dert yanar; “Efendimiz! Bu adamlarla savaşmak mümkün değil. Biz ölümden ne kadar kaçıyorsak onlar da o kadar ölüme doğru koşuyorlar. Ölümden kaçanlar ölüme doğru koşanlarla nasıl savaşsın ki?!” der. Evet, ilkler hayatı nasıl istihkar etmiş ve ölüme gülerek gitmişlerse, her devrin diriliş erleri ve “dinin delileri” de aynı ölçüde fedakâr, hasbî ve korkusuzdurlar. Onların ölümden korkma gibi bir zaafları yoktur; yaşama tutkusu, rahat etme arzusu ve yuva düşkünlüğü gibi virüsler onların kalblerine girememiştir. Şu kadar var ki, ilklerinkinden farklı olarak, onların mesul olduğu mücahede, savaş meydanlarında ölüme yürüme değil, ellerindeki iman tulumbacıklarıyla inançsızlık yangınlarını söndürmek için ölesiye koşma şeklinde bir vazifedir. (28:55)
- Her devirde “dinin mecnunları” güçlerini yitirecekleri, tâkatten kesilecekleri ve yatağa düşecekleri âna kadar hep koşmuşlar artık ayağa kalkamaz hâle gelince de arkadaşlarının yanında yer alamadıklarından dolayı üzüntü duymuş, çok müteessir olmuş ve ağlamışlardır. Hazreti Halid’in ölüm döşeğindeki son anlarını ve ızdıraplarının en büyüğünün bu istikamette olduğunu hepiniz hatırlarsınız. “Ey Yermük, ey Mute, ey Halid’in günleri geçin gözümün önünden birer birer!..” dediğini, bir fırtına gibi arkasından koşup durduğu ölümü yatakta karşılıyor olmaktan dolayı nasıl bir inkisarla kıvrandığını bilirsiniz. Hıçkıra hıçkıra ağlayışını gören birinin “Neden ağlıyorsun?” demesi üzerine Hazreti Halid, “Vücudumda bir para kadar yara almadık yer kalmadı. Senelerce i’la-yı kelimetullah yollarında ölüm kovaladım. Fakat, işin acayibine bakın ki, şimdi burada, yatakta ölüyorum.” demiş ve rahat döşeğinde ölmeyi kendi adına bir utanma sebebi saymıştır. (30:00)
Soru: 2) “Mecânîn” tabir edilen kimseler, adanmış ruhlar, karasevdalılar ve mefkûre insanları başlıklarıyla adeta destanlaştırılan hizmet erlerinin de üstünde bir zümre midir; yoksa bu fedakârların farklı bir unvanı mı? (34:05)
- Rivayetlere göre: Hazreti Musa (aleyhisselam) Tur dağında Hak ile mülâkî olmaya yürüdüğü sırada bazı insanların Allah yolundan döndüklerini görür ve şöyle der: “Rabbim, bu insanlara ne oluyor ki, Sana vardıktan sonra yüz çevirip gerisin geriye dönebiliyorlar? Nasıl oluyor da bunca güzellikleri gördükten sonra, onları terk edip tekrar karanlıklara yönelebiliyorlar!” Hazreti Musa’nın bu istifsarı üzerine, Cenâb-ı Allah ona hikmet lisanıyla cevap veriyor: “Ey Musa, onlar Bana vâsıl olamamışlardı; henüz yoldaydılar. Hem onlar, Benim yolumun yolcuları da değillerdi, Bana gelmiyorlardı. Başka gâyeler için bu yola düşmüşlerdi. Şimdi geri dönüşleri de bu yüzdendir. Yoksa, Benim yolumda bulunup Bana ulaşmaya karar verselerdi ya da Bana vâsıl olsalardı asla geriye dönmezlerdi.” (34:50)
- Hakiki mecnunlar, Hakk’a varmış insanlardır. Adanmış ruhlar, karasevdalılar ve mefkûre insanları sıfatlarıyla anlatılan hizmet erleri ise, o yola girmiş, hayli mesafe kat etmiş ve zirveye göz dikmiş kimselerdir. Şayet, yolda takılıp kalmazlarsa, bunların da o “mecânîn” arasında mütalaa edilmeleri beklenir. (36:16)
- Yolda kalmamanın ve ötede “mecânîn” arasında haşredilmenin şartı; hayatı, yüksek bir gayeye, o gayeyi de Allah’ın rızasına bağlamaktır. Bugün hayatın adanabileceği en yüksek gaye, Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm)’ın mesajlarının dünyanın her yanına ulaştırılmasıdır. (39:45)
- tarihinde hazırlandı.