Rahmet, Bereket ve Ümit Ayı Ramazan
(Bir hadis-i şerifte anlatılır: Peygamber Efendimiz bir keresinde minbere çıkarken birinci basamakta “Âmin!” dedi. İkinci basamakta yine “Âmin!” dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha “Âmin!” dedi. Hutbeden sonra, Sahabe efendilerimiz “Bu sefer Senden daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk yâ Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa ‘Âmin’ dediniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. Peygamber efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: Cebrâil aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun!’ dedi, ben de ‘Âmin!’ dedim. Cebrâil, ‘Yâ Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün!’ dedi, ben de ‘Âmin’ dedim. Ve son basamakta Cebrâil, ‘Ramazan’a yetişmiş, Ramazan’ı idrak etmiş olduğu halde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o!’ dedi, ben de ‘Âmin’ dedim.”)
“Ramazan’ı idrak ettiği halde, afv u mağfiret liyakati kazanamamış kimseye yazıklar olsun, burnu sürtülsün onun!” deniyor. Üç hususu söylediği yerlerde, bir tanesi de budur Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Burnun yere sürtülmesi” mevzuu, “Hakarete maruz kalsın!” yerinde bir idyum olarak kullanılıyor; “Allah, belasını versin! Allah, kahretsin!” değil. Bunlar ve “Yerin dibine batsın! Canı cehenneme!” gibi cümleler bizim kullandığımız ifadeler; bu şekilde anlamamak lazım onu. Secdede zaten burnumuz yere sürünüyor bizim. “Burnu böyle yere sürtülsün onun!” Yoksa İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek dudaklarından dökülen beyanlar, beyanların sultanıdır; çünkü onlar İnsanlığın Sultanı’nın dudaklarından dökülen ifadelerdir. Bir kere meseleye öyle bakmak lazımdır.
Şimdi Ramazan-ı şerif, Cenâb-ı Hakk’ın, insanları mağfiret adına lütfettiği bir fırsat ayıdır. O Ramazan-ı şerifte, oruç, aç durma, ayrı bir fırsattır; Allah (celle celâluhu) sizin günahlardan arınmanıza -bir yönüyle- o işi bir sebep kılıyor, bir vesile kılıyor; onunla günahlardan arınıyorsunuz. Aç duruyorsunuz; aç durmak suretiyle sabrediyorsunuz, sabrın mükâfatını görüyorsunuz. İ’tiyatlardan (alışkanlıklardan) uzaklaşmanız adına gayret gösteriyor, o mevzuda ayrı bir sevap kazanıyorsunuz. Yiyecek-içecek bir şey bulamayan insanları düşündüğünüzden dolayı ayrıca sevap kazanıyorsunuz; siz, onları düşünüyorsunuz, “Bu aç insanlar…” diyorsunuz. Hani kermes yapanlar, birileri için kermes yapıyorlar… Dolayısıyla, “Demek ki hakikaten açlık, susuzluk böyle bir şeymiş!” filan diye, o düşünmeyle de ayrı bir sevap kazanıyorsunuz.
Zaman dilimi olarak Ramazan-ı şerif, Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere rahmet ile teveccüh buyurduğu bir ay olması itibarıyla, Allah, ondaki “bir”lerinizi “yüz” yapabilir, “bin” yapabilir, “on bin” de yapabilir. Hâlis bir niyetle Ramazan-ı şerife girilirse, orucu tutulursa, Terâvîh’i kılınırsa, sahura kalkılırsa ve ağza-göze de sâhip olunarak bu ay iyi değerlendirilirse…
Bunu da yine Kendileri (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyuruyorlar: رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَالْعَطَشُ، وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ وَالْعَطَبُ (Bazı rivayetlerde son kelime النَّصَبُ ve التَّعَبُ şeklinde geçmektedir.) “Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluk, yanlarına kâr kalmıştır! Nice ayakta duran insanlar da vardır ki, gece teheccüd adına, yanlarına sadece uykusuzluk ve yorgunluk kâr kalmıştır!”
Öyle değil; bir taraftan aç-susuz kalırken, bir diğer taraftan da elimizi-ayağımızı, gözümüzü-kulağımızı, dilimizi-dudağımızı kontrol altına almalıyız. Olumsuz bakmama, olumsuz şey söylememe, olumsuz şeylere kulak kabartmama, olumsuz şeylere el uzatmama, olumsuz şeylere doğru bir adım atmama… Bütün âzâ ve cevârihi -eskilerin ifadesiyle- “mâ hulika leh”inde, yani ne için yaratılmışsa o istikamette kullanma… Bu da orucu çok buutlandıran, ona derinlik üstüne derinlik kazandıran bir şey oluyor. Bütün âzâ ve cevârihine oruç tutturuyorsun; Ramazan böyle bir vesile/mevsim.
Şimdi bir insan bunların ne kadarını yapabiliyorsa, o kadar sevap kazanır. Bütününü yapıyorsa burada, enbiyâ-ı ızâmın arkasında yerini alır o insan; Hazreti Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler (radıyallahu anhüm) kâfilesine katılır. Cenâb-ı Hak, öyle oruç tutmaya ve o dırahşan çehreli kâfileye veya Kamer-i Münîr’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâlesi olan o kâfileye katılmaya muvaffak eylesin bizleri!..
Ramazan mukabelesinin gayesi
İki: Toplumumuzda âdet olmuş, mukabele yapıyoruz. Esasen, Kur’ân-ı Kerim’le meşguliyet bir aya münhasır olmamalı. Selef-i sâlihîne bakılınca görülüyor ki, onların Kur’ân’la irtibatı öyle Ramazan-ı Şerif’e münhasır değildi. Esasen, kütüb-i fıkhiyede de ifade ediliyor bu mesele; üç günde bir Kur’an-ı Kerim’i hatmetme meselesi var, her gün hatmetme meselesi var. Her gün hatmetme epey zor, onun için on beş saat ayırmanız lazım.
Keşke insan manasını bilerek okusa!.. Cenâb-ı Hak’tan bize gelmiş bir mesaj. “İlahî mesaj, ne diyor; Allah, benden ne istiyor?” Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inmiş gibi değil de herkes kendisine inmiş gibi okumalı. Evet, O’na inmiş ama aynı zamanda bana da inmiş gibi; o mülahaza ile okuma. Bu, biraz manayı bilmeye vâbeste. Fakat bizde öyle okunmadığından dolayı, mukabeleler âdettir bizim câmilerde; yani, ibadet edâlı bir âdettir câmilerde onu öyle karşılıklı mukabeleli okuma, birinin okuyup diğerlerinin dinlemesi. “Ne diyor Cenâb-ı Hak onun içinde?” Onu merak etme meselesi hiç söz konusu değil.
Evet, selef-i sâlihîn arasında Kur’an-ı Kerim’i üç günde bir hatmedenler olmuş; lâakall (en azından) on beş günde bir hatmetmişler. “Otuz gün” diyen, ben görmedim. Fakat en azından otuz günde bir; yani, her gün bir cüz okumak suretiyle otuz günde bir hatim yapmalı, lâakall. Allah’ın Kelamı’nı, bu kadar zaman içinde tekrar etmeli, hatmi lâakall bir ay içine sığıştırmalı.
Burada antrparantez bir hususu daha ifade edeyim: Hanefi fukahasınca, icmâ’a yakın şekliyle, “Namaz kılarken, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumak, namazı bozar!” deniyor. İmam Ebu Yusuf hazretleri, istisnaî olarak, diyor ki: “Nafile namazlarda, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumakta bir mahzur yoktur.” İmam Ebu Yusuf, çok önemli bir şahsiyet; Abbasî döneminde Şeyhülislamlık da yapmış bir insan. Ve “Kitâbu’l-Harâc”ı yazmış; o dönemde devlet adına çok önemli bir kitap o da. O zat, “Nafile namazlarda, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumakta bir mahzur yoktur.” diyor.
Günde kıldığımız namazların şu kadarı da nafiledir; şu kadarı farz, şu kadarı nafiledir. Şu rahle gibi -Burada da var mı? Şu rahle gibi.- bir rahle üzerine koyarak, Mushaf’ı önümüzde bulundurup nafile namazlarda ona bakarak okuyabiliriz. İçinizde hafızlar var ise, hafızsanız onu sadece -bir yönüyle- fâtih olarak kullanırsınız, yani takıldığınız yerlerde göz ucuyla bir nigâh-ı âşinâ kılarsınız ve tıkanıklığı açarsınız, onunla by-pass yaparsınız. Diğerleri, bütün bütün bakarak okuyabilirler. Fakîr, en azından nafile namazlarda Kur’an’ın hatmedilmesini diliyorum. Allah aşkına, hiç olmazsa her ay Kur’an-ı Kerim’i öyle hatmetseniz; işte senede on iki defa hatmetmiş olacaksınız. Allah Kelamı…
Senede sadece bir Ramazan-ı şerifte, bir kere Kur’an-ı Kerim’i hatmediyoruz. Allah’ın Kelamı’na değer vermemiz, işte o kadar bizim!.. Onu da hafife almamak lazım; niyetlerin hulûsuna göre Cenâb-ı Hak, onu da katlayarak geriye döndürebilir. Ama bari o hatmi makâsıd-ı İlahiye’yi Kur’an’da görme adına iyi değerlendirsek!.. Daha evvel de âcizâne arz ettiğim gibi, keşke mü’minler, bir günün üç faslında ayrı ayrı o Kur’an-ı Kerim’i okusalar; sonra da açıklamalı bir meal ile manasına baksalar. Allame Hamdi Yazır’ın tefsiriyle değil, Râzî’nin tefsiriyle değil, Ebu’s-Suud’un tefsiriyle değil. Bunlardan biriyle okumak, çok uzun zaman alır. Ama açıklamalı, tek cilt içine sıkıştırılmış veya iki cilt içine sıkıştırılmış bir meal ile bu yapılabilir. Bir sayfa Kur’an-ı Kerim okurken, bir sayfa da onun mealini okumak suretiyle; bir öğlen faslında, bir ikindi faslında, bir de Terâvîh’ten önce yarım saat. Zannediyorum üç fasılda okunduğu zaman da bir cüz okunmuş olur; meali ile beraber, açıklamalı meali ile beraber bir cüz okunmuş olur. Senede bir hatim yapıyorsak, hiç olmazsa yüzümüze-gözümüze bulaştırmadan, bu ölçüde yapalım. Cenâb-ı Hakk’ın makâsıd-ı Sübhâniyesi nedir o Kur’an-ı Kerim’de? Bizden ne istiyor? Onları görme adına, onlara muttali olma adına hiç olmazsa o kadar bir cehd ortaya koymalı ve Kur’an-ı Kerim’le haşir neşir olmalıyız.
Terâvîh namazı
Evet, Ramazan’da bir, oruç; ikincisi, Kur’an-ı Kerim; üçüncü olarak da Terâvîh… Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinin sonuna doğru, iki defa cemaate Terâvîh kıldırdı. Fakat böyle cemaatin derlenip toparlanması, biraz zor olur. Bir yönüyle bu, “tekâlif-i mâlâyutâk” (insana gücünün yetmeyeceği işleri yükleme) sayılabilir. “Teklif-i mâlâyutâk” var ya: لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez.” (Bakara, 2/286) Başkalarına zor gelir, özellikle işi-gücü olanlara. Bağ ve bahçeleri var, tımar ediyorlar; bir de akşam gelip yirmi rekât Terâvîh namazı kılmada zorlanabilirler. “Herkes kendi kendine müsait bir vakitte evinde kılsın!” mülahazasıyla… Bu meseleyi, Kendi (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanlarındaki bir mesnede, bir blokaja dayandırabiliriz: يَسِّرُوا وَلَا تُعَسِّرُوا، وَبَشِّرُوا وَلَا تُنَفِّرُوا “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; tebşir edin, nefret ettirmeyin, insanları kaçırmayın!”
Tavzih için arz ediyorum: Şefkat Peygamberi, bazen namazı hızlıca kıldırıyordu. Buyuruyor ki: “Ben, çok uzunca ayakta durmak istiyordum fakat ciyak ciyak bir çocuk sesi duydum; annesinin ona karşı alakasını düşünerek, namazı kısa kestim!” İnsanlığın İftihar Tablosu, meseleyi sürekli yapılır hâle getirmek adına, “teysîr” diyebileceğimiz, “kolaylaştırma” yöntemini ileriye sürüyor.
Şimdi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Terâvîh’i cemaate iki gün kıldırıp o meseleyi öyle yaptıktan sonra eve çekiliyor. Sonraki gün, cemaat toplanıyor; bu çok müthiş bir hadise; Peygamberimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında yirmi rekât namaz kılacaklar. Sesleniyorlar, öksürüyorlar; çıkmıyor Efendimiz. Sonra, o maksad-ı Nebevîlerini ifade buyuruyorlar. Sonra millet, kendi kendine kılıyor onu; gönül rızası ile kılıyorlar Terâvîh’i. Yirmi rekât Terâvîh öyle kılınıyor. O da çok önemli; işi-gücü olan bir insanın günde beş vakit namazın yanında bir de gelip bir Terâvîh kılması, farzlara tekâbül etmesi açısından çok önemli. Yine bir hadis-i şerifin ifadesiyle, ötelerde, ötelerin ötesinde mizân meselesi söz konusu olduğu zaman, bir mü’minin farzlarda eksiği var ise, Cenâb-ı Hak buyuracak ki, “Bakın, nâfilesi var mı? Alın, o farz boşluğunu nafile ile doldurun!” İşte Terâvîh böyle bir ibadettir.
Günde beş vakit namazda “zevâid” (işlenmesi iyi/hasen olmakla birlikte terkedilmesinde sakınca bulunmayan, Rasûlullah’ın çok zaman yapıp bazen terk ettiği nafileler) ve “revâtib” (farz namazlardan öncekiler gibi belli düzen ve devamlılık içinde kılınan müekked sünnetler) esasen, farzlardaki noksanlıklara mukabil sayılacaktır. Şayet farzlarda bir kusur, bir eksiklik var ise… Kıldığımız namazı tam kılamamış isek.. bir kusur ile kılmış isek.. abdestte kusur var ise.. istibrada kusur var ise.. başka bir kusur var ise.. gaflet ile kılınmış ise… Bir eksik, bir gedik, bir kırılma var demektir. Dolayısıyla bunların nâfile ve sünnet namazlarla sarılıp sarmalanması ve tamamlanması, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin vüs’atidir; “Alın, nâfile ile o boşluğu doldurun; kulum, bir boşluk yaşamasın!” demektir. Evet, bu da Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin vüs’ati demektir. Şimdi Terâvîh, bu mevzuda boşluk dolduran çok önemli bir ibadet şeklidir. Evet, zor olsa bile, bu mülahaza ile kılındığı zaman tamamlanabilir. Evet, belli bir dönemde belki aksattığımız namazlar vardı. Öbür tarafa gittiğimiz zaman, yere bakmayacak şekilde, Cenâb-ı Hak, onun ile boşlukları dolduracak; biz de اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalâletten başka, her hâle hamd ü senâ olsun!” deyip sıyrılacağız, Allah’ın izni-inayetiyle.
Keşke Terâvîh kılarken, iki-üç tane hafız olsa; bunlar, Hadr tarikiyle o Kur’an-ı Kerim’i okusalar. Hani bir de gündüz hatimde, mukabelede aynı ayetler okunuyor; insanlar az meale de vâkıf oluyorlar. Bir de imamın arkasında dinleyince… “Yahu meal okurken, şöyle denmişti; bak, öğlen meal okurken böyle denmişti; ikindide öyle denmişti, akşam da öyle denmişti.” Bir de Terâvîh’te bu mesele terdâd edilince, Kur’an, zihnimize daha bir yerleşir; nöronlar, bütün kapılarını kale kapıları gibi açarlar ona, “buyur” ederler. Dolayısıyla günde bilmem kaç defa Kur’an ile bir beraberlik tesis edilmiş olur. Terâvîh’in bir de böyle bir derinliği var; o, böyle bir şey de ifade ediyor. Cenâb-ı Hak, muvaffak eylesin!..
Oruçlu için iki sevinç (ânı)
İftar vaktinin ayrı bir neşvesi var. Aç-susuz duruyorsunuz; dudaklarınız kurumuş, bir yudum suya, “Bir olsa da!..” falan diyorsunuz. Sonra, iftar edeceğiniz zaman, Cenâb-ı Hakk’ın nimetinin kadr u kıymetini bilme söz konusu. لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7) “Şükrederseniz, nimetimi artırırım Ben!” Şimdi Ramazan-ı şerifte, o bir bardak suyun kadri/kıymeti biliniyor. Orada öyle bir şükrediyorsunuz ki siz, hâlen en azından… “Elhamdülillah yâ Rabbi! Sen, bu suyu yaratmışsın.. su ile benim ağzımdaki münasebeti yaratmışsın.. yutağımdaki münasebeti yaratmışsın.. vücudumdaki münasebeti yaratmışsın.. vücudumda suya ihtiyacı yaratmışsın Sen.. ve ben, bütün bunları hissediyorum, onu yaratmışsın!..” İnsan bunları düşünmeyince -zannediyorum- gâfilâne yaşıyor demektir. İnsandaki tefekkür, tedebbür, tezekkür, taakkul meseleyi böyle ele almayı iktiza eder. Şayet, bir iftar vaktinde, iftar, bunları düşündürüyorsa sana, bu da çok önemli bir husustur.
Sahura kalkıyorsun; gece, uykunu terk ediyorsun. Hele şimdiki dönemde, Terâvîh kılacaksın; yorgun-argın, vakit bulabilecek misin, bulamayacak mısın; iki saat uyuyacak mısın, uyumayacak mısın?!. Fakat o tatlı uykudan, yumuşak döşekten, sımsıcak yorganın altından sıyrılarak, sahura kalkacaksın, yemek yiyeceksin orada. Fakat senin kendi rahatını terk etmen, belki ailevî rahatını terk etmen, onlarla münasebetini terk etmen… Bunlar öyle fedakârlıklardır ki, Cenâb-ı Hak nezdinde neye tekâbül eder, bilemezsiniz.
Bir de “itikâf” var; bu da Türkiye’de çok unutulan ibadetlerden birisi. Bunlar yapılıyor fakat büyük ölçüde kadavrası yapılıyor; işin hakikati ile yapılan şey arasında numara-drop uygunluğu yok. Bir de “itikâf” var; Ramazan’ın son on gününde, mescitlerde kalma şeklinde. Ama bugün bu ya hiç yok, ya o kadar azalmış ki, zannediyorum bunu -değil başkaları- imam da yapmıyor, müezzin de yapmıyor, Diyanet mensubu da yapmıyor, müftü efendi de yapmıyor, vaiz efendi de yapmıyor. “Oruç tutmak, yeter!” diyorlar; inşallah oruç tutuyorlardır, “Oruç tutmak, yeter!” falan diyorlar.
Evet, bir de itikâf var; tamamen o Hak dostlarının halvet hayatları gibi bir şey, itikâf. Bütün dünya ve mâfîhâdan -içindekilerden- sıyrılmak.. tamamen “görülüyor olma” mülahazasına kendini salmak; o akıntıya kendini salmak.. “Acaba görüyor olma mülahazası nasıl bir şey? Mir’ât-ı ruhuma nasıl aksedecek benim?” Hep o sevda ile koşmak… İtikâfa da böyle bakmalı!.. Orada, az yeme, az içme, hayrete varma, fânî olma, O’nu (celle celâluhu) bulma… İtikâf… Bu da biraz daha fazla sıkıntılara katlanarak, meseleyi farklı şekilde değerlendirme…
Takvaya yürüme yolunda çok önemli bir köprü
Bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ki, (nefsinizin gayrı meşrû ve aşırı arzularına karşı) Allah’ın koruması altına girip takvaya ulaşabilesiniz.” (Bakara, 2/183) Evvelâ “iman edenler” deniyor; demek birinin, iman etmeden, iman ve iz’ânı duymadan ibadeti kâmil eda edip takvaya ermesi mümkün değil. Esasen imanın da mertebeleri var; bir taklidî olanı var, bir de tahkikî olanı; imanın da mertebeleri var. Tahkikî iman, tekvinî ve teşriî emirleri sürekli analiz ederek, tahlilden terkibe, terkipten tahlile giderek, her gün yeni bir iman ile hayata uyanma işidir. Fiil, teceddüde delalet ediyor; “iman ettiler” ifadesi, yarın yine, yeniden, bir kere daha o imanlarını gözden geçirdiler de demektir. “İki günü bir birine müsâvî olan, kaybetmiştir.” buyuruyor Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). İmanda yenilenmek ve ona bir kısım katkılarda bulunmak suretiyle yarını bugünden farklı yapmayan, kaybetmiş olur. Öbür günü, yarından farklı hale getirmeyen, yine kaybetmiş olur. Evvelâ ona bakmak lazım; tefsir açısından ona bakmak lazım.
Sonra, كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ diyor ki, burada “ke-te-be” kelimesi “yazma” manasına gelir, “kü-ti-be” de “yazıldı” demektir. Kitaplarda “farz kılındı” manasını veriyorlar. Şimdi bu, şunu ifade edebilir: İlm-i İlahîde bunun farziyeti yazılmış. İmam-ı Mübîn’de yazılmış. Sonra Kitâb-ı Mübîn’de, değişen kitapta da yazılmış. Birine Levh-i Mahfuz-i Hakikat; diğerine “Levh-i Mahv ve İspat” deniyor. يَمْحُوا اللهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ Allah, bazı şeyleri siler, bazı şeyleri onun yerine kaydeder. Ama bunların hepsi, bir Ümmü’l-Kitap’ta, Levh-i Mahfuz-i Hakikat’tedir.
(Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim demektir. “Levh-i Mahfuz”; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tespit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i İlâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona “Levh-i Mahfuz” denmiştir. Ulema, Levh-i Mahfuz’un yanında, يَمْحُوا اللهُ مَايَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ “Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü’l-Kitap) O’nun nezdindedir.” (Ra’d, 13/39) ayetinin delâletiyle, bir de “Levh-i Mahv u İsbat”tan bahsederler.)
Şimdi, كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ dendiği zaman, “Oruç başta Levh-i Mahfuz-i Hakikat’te yazılmıştı, sizin için.” manasına gelir. كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ Sizden evvelkilere yazıldığı gibi. لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ Allah (celle celâluhu), orucu, size farz kıldı; bu da sizin için -esas- takvaya yürüme mevzuunda bir köprüdür.
Takva, burada تَتَّقُونَ kelimesi ile ifade ediliyor. Demek ki, o takva dairesine girme, kapıyı zorlama gibi biraz meşakkatli olabilir. Açılmıyor gibi olacaktır. Bir kısım sıkıntılara maruz kalacaksınız. Fakat بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي “Meşakkat miktarı, me’âlî elde edilir.” Ne kadar zorluklara maruz kalıyorsanız, Cenâb-ı Hak, o kadar fevz ü necatta bulunur. بِحَسَبِ الْمَغْنَمِ اَلْمَغْرَمُ Tersine çevirin: بِحَسَبِ الْمَغْرَمِ، اَلْمَغْنَمُ Bu, Mecelle’nin kuralıdır; fakat hadis-i şeriflerden alınmış bir Mecelle kuralıdır. Bir taraftan dersiniz ki: “Ne kadar cereme çekme var ise, karşılığında o kadar mükâfata erme var.” Bir taraftan da “Ne kadar mükâfata mazhar iseniz, onun da o kadar sıkıntısı vardır, ona ulaşmak için.” Tersine çevirdiğiniz zaman göreceksiniz onu.
Şayet siz orucu böyle tutarsanız ve bu mevzuda hâhiş izhar ederseniz, takvaya erişirsiniz. Takva nedir? Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmek suretiyle, hakkınızda âkıbet itibarıyla endişe ettiğiniz şeyler karşısında O’nun inayetine, himâyesine, riâyetine, kilâetine sığınma demektir. Takva, bu… Takva, “vikâye” (وِقَايَة) kökünden gelir; vikâye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Korunma istiyorsanız, takva dairesi içine gireceksiniz.
Takva dairesi içine girdiğiniz zaman, sizin için mahz-ı fezâil olan veya nûr-efşân şeyler olan hakikatlerden de ancak o zaman istifade edebilirsiniz. Yoksa bazı şeylere gözleriniz kapalı gider, farkına varamazsınız. Daha ikinci sûrede, الم*ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “Elif, lâm, mim. İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir müttakîlere!..” (Bakara, 2/1-2) diyor. “Hidayet”in hidayet olduğunu duymak, yani dalaletten/sapıklıktan onu ayrı görebilmek takva ile mümkündür. Esasen o hidayet yolunda mesafeler kat’ etmek suretiyle doyma bilmeyen bir küheylan gibi sürekli koşabilecek insanlar, müttakîlerdir. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Kur’an, mahz-ı hidayettir; yol gösterir, projektör gibi insanın yolunu aydınlatır. Fakat bu, takvaya tâlip olanlar için -müttakîn (مُتَّقِينَ) diyor- Cenâb-ı Hakk’ın himayesine sığınmaya azmetmişler için söz konusudur; o mevzuda kararlı duranlar için, dik duranlar için mahz-ı hidayettir. Bu açıdan, o takvayı da öyle anlamak lazım.
Şimdi oruç, ona bir köprü ise; namaz, ayrı bir köprüdür; Hac, ayrı bir köprüdür; iffetli yaşamak, bohemliğe girmemek, ayrı bir köprüdür…
Bir delikanlı, çiçeği burnunda, görkemli, gösterişli; Hazreti İbn Abbas gibi, Mus’ab İbn Umeyr gibi. Geçerken daha panjurlar açılıyor, o güzelliği görmek için herkes ona bakıyor: “Yahu şuna bakın! Sanki yerde gezen bir melek!” Mus’ab İbn Umeyr de öyle idi; hayatının baharında Uhud’da, Allah Rasûlü’nün önünde, önce sağ kolu, sonra sol kolu ve bir kalkan kılıca karşı “Bir boynum kalmıştı, son; onu vur!..” Rasûlullah’ın önünde kalkan olmak üzere… Jalûziler sıyrılıyor, ona bakıyorlar; böyle bir delikanlı…
Mescid-i Nebeviye giderken, Hazreti Ömer döneminde, birinin kapısının önünden geçiyor. Bir fettan, gönlünü ona kaptırmış. Takılıyor ona, değişik argümanları değerlendiriyor, fakat bir türlü istediğine eremiyor. Ağ atıyor ama avını avlayamıyor. Bir sürü, değişik ağlar atıyor, değişik yöntemler kullanıyor Nihayet, herhalde nefs-i emmâre veya şeytanın ona tasallutu neticesinde -O da bir sahabî olabilir; Allah, lisanımızı günahtan korusun!- bir felaket varmış gibi kapının arkasında bir çığlık koparıyor. Delikanlı, “Acaba ne var ki, yangın mı var?!” filan diye kapıyı tıklatıyor. “İmdada koşayım!” diye içeriye girince, kapı “Tık!” diye kapanıyor. Bu defa Zeliha’nın Hazreti Yusuf’a teklif ettiği teklif ediliyor orada.
Birden bire o gencin diline şu ayet-i kerime vird-i zebân ediliyor: إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ “Onlar ki takva dairesi içinde yaşarlar; kendilerine şeytandan bir tayf, bir vesvese geldiği zaman hemen Allah’ı hatırlar ve gözlerini hakka açarlar.” (A’râf, 7/201) İttikâ… Kendileri takva dairesi içinde, Allah’ın himayesine girmiş… “Şeytandan bir şeytanî tayf, bir dalga, bir esinti geldiği zaman, Biz, onun gözünü açarız!” Kadının zorlamaları karşısında, genç kendini dinleyince bakıyor ki, dilinde hep o ayet; hep o ayeti tekrar edip duruyor, hep o ayeti tekrar edip duruyor. Ve kalbi dayanamıyor, düşüyor ve ölüyor orada.
Tabiî kadın kapıyı açıyor; arkadaşları, camiye gidip gelen bu insanı tanıyanlar, “Aman, bir yabancının evinde öldü. Ayıp olur; Emîru’l-mü’minîn görmesin bunu!” diyorlar. İlk saflarda duran birisi idi. Hazreti Ömer de orada yoklama yapmasını çok iyi bilirdi. Arkasında bin insan namaz kılıyor ise, biri var mı, yok mu, onu bilecek kadar mahrutî bir bakışa sahip idi. Ömer’e kurban olayım, radıyallâhu anh!.. Evet, “Aman duymasın, ayıp olur; bir yabancının evinde vefat etti..” deyip gizlice götürüyor, namazını kılıyor ve gömüyorlar.
Hazreti Ömer efendimiz, işte o mahrutî bakış ile yaptığı yoklamalarında, onu göremeyince durduğu yerde, “Falan nerede?” diyor. Kem-küm ediyorlar önce; sonra da “Ya Emire’l-mü’minîn! Başına böyle bir şey geldi, ölü bulduk. Hem biz hicap ettik, hem de sizi mahcup etmemek için gizlice götürdük. Gömdük onu…” diyorlar. “Beni, mezarına götürün!” diyor. Mezarının başına dikiliyor: وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ “Buna karşılık, Rabbisinin (Rab olarak) Makamı’ndan korkan ve (Âhiret’te de) O’nun huzuruna çıkacak olmanın endişesiyle yaşayan için iki cennet vardır.” (Rahmân, 55/46) ayetini okuyor. “Allah mehâfeti ile, mehâbeti ile, korkusu ile hareket edene, iki cennet vardır, bir cennet değil. Arzı, tûlü (genişliği, uzunluğu) gökler genişliğinde cennetler vardır.” Birdenbire mezardan ortalığı lerzeye getirecek bir ses duyuluyor: “Yâ Emire’l-mü’minîn! Ben, onun iki katını buldum!” Allah, seni Cennetü’l-Firdevs ile sevindirsin! Ve bizi de sizin kıtmîrleriniz olarak orada haşr ü neşr eylesin!..
Bohemliğe karşı kararlı durma… Namaz kılsan da, oruç tutsan da hevâ-i nefsin arkasından koşuyorsan, hiç farkına varmadan yaptığın o güzelliklere güve düşürmüş olursun. Yok “Siyasî İslam!”, yok “Müslümanlık!”, yok “Bilmem neyi getireceğim!..” Çoktan ona güve düşmüş, onu yemiş, onu didik didik etmiş, lif lif parçalamış olur. Öbür tarafa gittiğin zaman, İflas Hadîsi ile ifade edildiği gibi, eli boş, yüzü kapkara olarak gidersin öbür tarafa!..
Ramazan’ın her anı mazlum ve mağdurlara maddî manevî yardım mülahazalarıyla ve gayretleriyle de dolu olmalı
Ayrıca, Ramazan’da o “mazlum”lar, “mağdur”lar, “mehcur”lar, “mevkuf”lar, “mescûn”lar, “muhtefî”ler, “fârr”lar, “muhacir”ler ve bir de daha önceden gitmiş olduklarından dolayı “Ensar” olma gayreti içinde bulunan insanlar için Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunmak lazımdır. Bunların hepsinin -bir yönüyle- maddeten olduğu gibi, muavenet açısından olduğu gibi, dua açısından da desteklenmesi gerekmektedir. İşte o aralanan gök kapılarını değerlendirerek, bir size, bir ötelere, ötelerin ötesine bakan ruhanîlerin/meleklerin bakışlarındaki şefkat durumunu değerlendirerek, onlar için “Allah’ım! Bu mazlumları, mağdurları, zâlimlerin, münafıkların şerrinden muhafaza buyur!” demek lazımdır.
Mesela; اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Onları hürriyetlerine kavuştur Allahım!..” deyin. يَا غَافِرَ الْخَطَايَا، يَا كَاشِفَ الْبَلاَيَا، يَا مُنْتَهَا الرَّجَايَا، يَا مُجْزِلَ الْعَطَايَا، يَا وَاسِعَ الْهَدَايَا، يَا رَازِقَ الْبَرَايَا، يَا قَاضِيَ الْمَنَايَا، يَا سَامِعَ الشَّكَايَا، يَا بَاعِثَ السَّرَايَا “Ey hata, kusur ve günahları bağışlayan! Ey bela ve musibetleri kaldıran! Ey bütün istek ve dilekler Kendisine ulaşan! Ey ihsan ve atiyyeleri bol olan! Ey hediyeleri çok geniş olan! Ey her varlığın rızkını ulaştıran! Ey vakti geldiğinde verdiği hayatı geri alan! Ey her şekva ve arz-ı hali duyan! Ey her yana değişik mahlûkatından ordular yollayan!” Son fıkra: يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى “Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan!” يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا * يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Masumiyetine rağmen hürriyeti gasp edilen bütün kardeşlerimizi bir an evvel hürriyetlerine kavuştur! Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Masumiyetine rağmen hürriyeti gasp edilen bütün kardeşlerimizi bir an evvel hürriyetlerine kavuştur!..” Onların hepsini birden kurtar; بِحَيْثُ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Mağdur kardeşlerimize öyle bir lütufta bulun ki; göz görmemiş, kulak işitmemiş ve beşer tasavvurlarını aşkın, Şânına yakışır bir iltifat-ı Sübhâniye ile onları serfirâz kıl!” “Tasavvurları aşkın, sürpriz şekilde salıver Allah’ım! Ne olur?!. Ey mutlika’l-usârâ!..” diyeceksiniz. يَا صَاحِبَ الْغُرَبَاءِ، يَا صَاحِبَ الْمَظْلُومِينَ، يَا صَاحِبَ الْمَغْدُورِينَ، يَا صَاحِبَ الْمَحْكُومِينَ “Ey Gariplerin Sahibi… Ey Mazlumların Sahibi… Ey Mağdurların Sahibi… Ey mahkumların Sahibi…” يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Onları da hürriyetlerine kavuştur!..” diyeceksiniz. “Onları eski hallerine, güzel durumlarına yeniden iade buyur!.. Haklarını, imkanlarını iade buyur!.. Onlar, bir kısım mutasallıtların, mütegalliplerin, mütemelliklerin tasallutuna, saldırısına, tahakkümüne maruz kaldılar; o zalimlerin ve münafıkların ellerinden onları kurtar! Ve onları salıver!” diye inleyeceksiniz.
İnlemeliyiz; bir yönüyle, içimizin sesi olarak, heyecanlarımızın bir mızrap gibi kalbimizin hassasiyet tellerine dokunması neticesinde çıkacak seslerle, aralanan gök kapılarını değerlendirmeye bakmalıyız. Bunu her fırsatta yapmalı… Teheccüd kılacaksanız, teheccüd esnasında.. gece sahura kalkacaksanız -kalkacaksınız- sahurda.. ve aynı zamanda Terâvîh’lerde. İki rekâtta bir selam vererek kıldığınız Terâvîh’in “tervîha”larında… Mübarek günlerde, mübarek saatlerde, çok mübarek ibadetler arasında, gök kapılarının aralandığı bir esnada, meseleyi o şekilde koro haline getirme, nezd-i ulûhiyette -inşaallah- kabule karin olur.
Düşünün ki, hürriyetini yitirmiş, esarete düşmüş, mazlumiyet, mağduriyet yaşayan on binlerce insan var. Mallarına/mülklerine el konmuş, eğitim müesseselerine el konmuş, “münâfık”lar tarafından, “zâlim”ler tarafından… Tereddüt etmeden söylüyorum bunu; çünkü milletin alın teriyle kazandığı şeylere, himmetleriyle ortaya koyduğu şeylere, hiç kimsenin gelip el koyma hakkı yoktur; onun hesabını ötede Allah görecektir. “Zâlimin zulmü varsa, mazlumun Allah’ı var / Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.” Bugün halka cevretmek kolay, çünkü güçlüsün, kuvvetlisin; yarın Hakk’ın divanı var, canına okuyacaklar; ya-rın Hak-kın di-va-nı var, ca-nı-na o-ku-ya-cak-lar!..
Bir taraftan sızlayan, inleyen bir gönül ile, yani heyecan mızrabını hassasiyet tellerine dokundurmak suretiyle çıkaracağımız seslerle, onlar için Cenâb-ı Hakk’a arzularımızı sunmalıyız. “Niyaz” edasıyla, “nâz” edasıyla değil, niyâz edasıyla. Bir taraftan, bu…
Mazlumlar için dua dua yalvarın
Bir taraftan da -bence- himmeti âlî tutarak başkaları için de ıslah-ı hal duasında bulunmak… İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), mübarek sinn-i şerifi düştüğü zaman, miğferi yarıldığı zaman, yanağı yaralandığı zaman, uğrunda başların-kolların verildiği zaman, hiç öfkelenmedi, kızmadı; şöyle dua etti: اَللَّهُمَّ اهْدِ قَوْمِي فَإِنَّهُمْ لاَ يَعْرِفُونَ “Allah’ım kavmimi hidayet eyle, bilmiyorlar beni; bilseler, yapmayacaklar!” Evet, bir taraftan da İslam dünyasına musallat olan münafıkların ve zalimlerin ıslahı için, içinizden gelircesine dua edin. Allah, onları da evvelâ insan eylesin! Sonra da şöyle-böyle Müslümanlık şerefiyle şerefyâb eylesin! Âhiretlerini karartmasın!..
Zira ben biliyorum ki, sizin kalbiniz dünyada her mazlum, her mağdur için tir tir titrediği gibi, bam teline dokunurcasına tir tir titrediği gibi, öbür tarafta da onların o ağır hesapları karşısında, terazinin bir kefesinin yukarıya kalkması ve günah kefesinin gidip yerin dibine batması karşısında, orada da yürekleriniz sızlayacak. Oradaki o yürek sızlamasına meydan vermemek için, Müslüman milletlerin başına musallat olmuş münafıkların, bütün münafıkların, bütün zalimlerin salah-ı hâl etmeleri için de dua etmelisiniz.
Evet, terâvîh kılarken, o tervîhalar arasında şöyle de diyebilirsiniz: يَا مَنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ؛ هَا نَحْنُ مُضْطَرُّونَ، قَدْ ضَاقَتْ عَلَيْنَا الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ، وَضَاقَتْ عَلَيْنَا اَنْفُسُنَا، وَأَنْتَ مَلْجَأُنَا وَرَجَاؤُنَا “Ey darda kalanların, canı gırtlağına dayananların, dergâh-ı ulûhiyetinin kapısının tokmağına dokunanların çağrılarına icabet buyuran Allah’ım! Hâl-i pür-melâlimiz Sana ayân.. canlarımız gırtlakta ve son kelime dudakta. Hak duygusunun gönlümüzde hâsıl ettiği heyecan ve hafakandan, bâtıl duygu ve düşüncesine karşı koyma cehdi ve gayreti sebebiyle, yeryüzü bütün genişliğine rağmen daraldıkça daraldı; sadırlarımız ve nefsimiz bizi sıktıkça sıkmaya başladı. Ne olursun bizlere tez zamanda ferec ve mahreç nasip buyur! Sensin yegâne sığınağımız ve ümit kaynağımız!..” demek suretiyle, halinizi arz edersiniz.
Bir tervîhada bunu diyebilirsiniz. Bir tervîhada da يَا مَنْ هُوَ عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ؛ هَا نَحْنُ مُنْكَسِرُو القُلُوبِ “Ey kalbi kırıkları maiyyetiyle şereflendiren! Ey ‘Gönlü mahzunların yanındayım!’ buyuran! Hâlihazırda gönüllerimiz paramparça, mahzun ve kederli. Ne olur, maiyyetini bizlere duyur! Bizi bize terk etmek suretiyle bizleri mahvettirme!” niyazını üç kere tekrarlar, sonunda da onu şu söz ile noktalarsınız; اُجْبُرْ كَسْرَنَا، وَاجْبُرْ كَسْرَنَا، وَاجْبُرْ كَسْرَنَا “Kırıklarımızı sarıp sarmala.. yaralarımızı iyileştir.. ve kırık döküklerimizi gider!..” dersiniz.
Böylece inşaallah, bu Ramazan ayı, Ümmet-i Muhammed’in, sizin, bizim -her şeye rağmen, günahlarımıza/hatalarımıza rağmen- vesile-i necatımız olduğu gibi; ehl-i dalaletin, ehl-i nifakın da hidayetine vesile olur. Mazlumların halâsına, hapishane kapılarının açılmasına, bir sürü mağdur edilen insanların mağduriyetten sıyrılmalarına, mahrum edilen insanların mahrumiyetten sıyrılmalarına vesile olur!..
- tarihinde hazırlandı.