Ne Helva Ne de Selvâ
İnsî ve cinnî şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırız!..
Hadis kaynaklı değil fakat evrâd u ezkârda hep o şekilde dillendiriyorlar: اَللَّهُمَّ كُنْ لَنَا وَلاَ تَكُنْ عَلَيْنَا فِي كُلِّ أَمْرِنَا وَفِي كُلِّ شَأْنِنَا “Her işimizde ve her şe’nimizde/halimizde bizimle beraber ol, aleyhimizde olma Allah’ım!”
İstihkak ve kesb, bize ait. Olumsuz şeyi doğrudan doğruya O’na (celle celâluhu) nispet etmek münasebetsizlik olur; O, hiçbir zaman kullarının aleyhinde olmaz. Ama hevâ ve hevesimize uyarak olumsuz şeylere -şayet- sülûk edersek, öyle bir muameleye “kesb-i istihkak” ederiz; O da bizi “müstahak” kılar.
İşte o mülahazayla, كُنْ لَنَا فِي كُلِّ شَأْنِنَا dersiniz. Buna, isterseniz “Bizim için ol!” manasını verirsiniz; isterseniz “lam” harfinin işaret ettiği anlamlar açısından “Bize mahsus ol!” (tahsisleme) manasını verirsiniz; isterseniz “temlik” anlamını düşünür, ona göre mana verirsiniz ve bunların hepsi dil açısından mülahazaya alınabilir. وَلاَ تَكُنْ عَلَيْنَا “Aleyhimizde olma!..”
Ayrıca, وَكُنْ عَلَى أَعْدَائِنَا فِي كُلِّ شَأْنِهِمْ وَفِي كُلِّ أَمْرِهِمْ dediğiniz zamanda da şeyâtîn-i ins ve cinni kastederek “Aleyhimizde olan kimselerin Sen de aleyhlerinde ol!” demiş ve “Tecellîlerin -lütfen- o istikamette olsun. Onlara, kötülüklerini sonuna kadar icrâ etme imkânı verme! Bu, başkalarına (mazlumlara) eziyet, zulüm ve haksızlıktır; onların (zâlimlerin) da uhrevî hayatlarını karartmadır!” manasını kastetmiş olursunuz. Evet, böyle derken iki şeyi birden istemiş olursunuz: Rabbimiz, hem mazlumun, mağdurun, mehcûrun, bu durumlara maruz kalan insanların hakkını koru; hem de diğerlerini, cezalarını âhirete bırakarak orada şeytanla beraber aynı yere tıkma!..
Şeytan, orada da diyalektik yapıyor: “Benimki sadece size bir vesvese idi ama siz kendi iç güdümleriniz ile yaptınız yapacağınız şeyleri.” Evet, şeytan, dünyada dürtüleriyle, hevâ-i nefsi kullanmakla, nefs-i emmâreyi kullanmakla insanları şirazeden çıkardığı gibi, orada da yaptığı diyalektik ile onları susturuyor. “Benimki sadece bir vesvese idi!” diyor. Meseleyi açacak olursak: “Enbiyâ-ı ızâm size, ne nurânî şeyler ile gelmişti; Allah, size ne nurânî şeyler göndermiş idi. Semadan gelen o şua tayfları karşısında siz gözünüzü açıp onları görmediniz de benim uzaktan sinyallerimin tesirinde kaldınız ve onlara uydunuz; bir yönüyle dünyaya taptınız, âhireti unuttunuz!” “Onlara uydunuz!.. Dünyaya taptınız!.. Âhireti unuttunuz!..” Bu sözlerin, bu cümlelerin her birerleri Kur’an-ı Kerim’de, farklı ifadeler ile hep zikredile gelmiştir, tasrifât-ı Kur’âniye içinde.
Cenâb-ı Hak, insî ve cinnî şeytanların şerrinden muhafaza buyursun!.. Kur’ân-ı Kerim, bize bu istikamette bir dua talim buyuruyor: رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Rabbim, (bilhassa vazifemi yerine getirirken inkârcılarla olan münasebetlerimde ins ve cin) şeytanlarının kışkırtmalarından (ve birtakım duygularımı harekete geçirmelerinden) Sana sığınırım. Rabbim, yakınımda bulunup (beni tesir altına almalarından da) Sana sığınırım.” (Mü’minûn, 23/97-98) Ayet-i kerimede, الشَّيَاطِينِ (şeyâtîn) deniyor; bu, “şeyâtîn-i ins ve cin” demektir. Yalan söyleyenler, bir yönüyle şeytanın arkadaşlarıdır, onlar dâhil buna. İftira edenler, şeytan kategorisine dâhildirler. Şunlar da dâhil ona: Hayatını tenakuzlar içinde geçirenler.. dünyaya tapanlar.. hafizanallah, hizmet ediyor gibi göründükleri halde hep dünyayı hedefleyenler.. hep çıkar ve menfaat peşinde koşanlar.. hedeflerinde hep dünya, “Bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenler.” Bunlar, “şeyâtîn-i ins”tir.
Siz o duayla, رَبِّ أَعُوبُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ (مِنْ اْلإِنْسِ وَالْجِنِّ) وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Allah’ım! İnsî ve cinnî şeytanların dürtülerinden, onlardan gelecek kafa karıştırıcı sinyallerden bizi muhafaza buyur! Ve onların bizim huzurumuzu ihlâl etmelerine de meydan verme, bizim ile postnişin olmasınlar!” demiş oluyorsunuz. وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Ve bizim ile beraber, huzurumuzda bulunmasınlar; postu paylaşmasın ve postnişin olmasınlar!” Bu duayı öğretiyor Kur’an-ı Kerim.
Nefis ve şeytanın pek çok iğvâ ve idlâli
Bunların hepsi, insan için söz konusu olan marazlardır, hafizanallah. Ve şeytan, bunların hepsini -öteden beri- değerlendirmiştir, kabiliyetlere/karakterlere göre değerlendirmiştir. Tâ Seyyidinâ Hazreti Âdem’den itibaren… Bir yönüyle, onunki “zelle”dir; Kur’ân-ı Kerim “zelle” diyor: فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ “Bunun üzerine, şeytan, ayaklarını kaydırdı ve onları içinde bulundukları halden/yerden çıkardı.” (Bakara, 2/36) Fakir’in o mevzudaki mülahazası: Onlar, esasen, vakt-i iftarı belirleyememe içtihadından kaynaklanan bir zelle yaşadılar. İftar vaktini belirleyemeden ya birbirlerine el uzattılar veya Allah’tan emir gelmeden, birbirlerine karşı o alaka ve o dürtü ile onları bir araya getirecek öyle bir meyveye, “memnu meyve”ye el uzattılar. Kur’ân-ı Kerim, o mevzuda tasrihâtta bulunmuyor; mesele sadece tefsircilerin yorumuna kalıyor.
Ama gördüğünüz gibi, genlerde olan o şey, Hazreti Âdem’in evlatlarında, Kâbil ve Hâbil’de daha canlı, daha ürpertici, daha tiksindirici şekilde meydana geliyor. Öyle ki, Kâbil, arzu ettiği şey olmuyor diye kardeşini (Hâbil’i) öldürecek kadar… Henüz bir ölme-öldürme mevzuunun da söz konusu olmadığı bir dönemde… “Ölüye ne yapılır?” Onun bilinmediği bir dönemde… “Gömülür mü, bir mezar yapılır mı, yoksa saklanır mı?” Onun bilinmediği bir dönemde… Böyle bir sürü bilinmezlik içinde, orada bir cinayet işliyor.
Kur’ân-ı Kerim, açık ifade buyuruyor bunu, Mâide sûresinde, bildiğiniz gibi: وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ ابْنَيْ آدَمَ بِالْحَقِّ إِذْ قَرَّبَا قُرْبَانًا فَتُقُبِّلَ مِنْ أَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ اْلآخَرِ قَالَ لَأَقْتُلَنَّكَ قَالَ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ “(Ey Rasûlüm!) Onlara Âdem’in iki oğlunun yaşadığı önemli ve ders verici hadiseyi anlat: Birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, kardeşine), ‘Öldüreceğim seni!’ dedi. Kardeşi ise şöyle mukabelede bulundu: ‘Allah, ancak kalbi O’na karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na itaatsizlikten sakınanlardan kabul buyurur.’” (Mâide, 5/25) “Seni mutlaka öldürmem lazım, dediğim olmazsa, istediğimi elde edemezsem!” Orada garîze-i beşeriye.. bedenî bir arzu.. hevâ-i nefis.. مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ Nefsini, hevâ ve hevesini ilah ittihaz etme.. Cenâb-ı Hakk’ın emrini dinlememe o mevzuda, o cinayeti ona işletti.
Bütün bunlar -esasen- muktezâ-i beşeriyet olarak, insanın genlerinde var olan bir şeye dikkat çekiyor: “Bu, hep olacak!” Kimisi bohemlik uğruna cinayet işleyecek.. kimisi dünyada saltanat adına cinayetler işleyecek.. kimisi alkış ve takdir adına cinayetler işleyecek.. kimisi “Benim yerimi alırlar!” diye, belli paranoyalara bağlı, başkalarını yok etmek suretiyle saltanatını sağlama bağlama gibi şeytanî vehimlere, hevâ-i nefse ait vehimlere, şeytanî sinyallere kendisini kaptıracak… Ve şairimizin ifadesi ile “isyan deryasına yelken açacak ve bir daha da kenara çıkmaya fırsat bulamayacak.”
Muktezâ-i beşeriyet olarak, insanlığa baktığınız zaman, her birerlerinin bir çeşit zaafı vardır. Belki herkeste bir nev’i bulunabilir bunların: Mesela “makam sevgisi” bulunabilir, fakat çok aşırı değildir ama onda “bohemlik duygusu” daha aşırıdır. Mesela bir “korku hissi” herkeste bulunabilir; fakat birilerinde onu -Şark-ı Anadolu’da kullanılan tabir ile ifade edeyim.- “gırgap” eder, iki büklüm hale getirir, secdeye kapandırır, rükûa kapandırır, hafizanallah. Bazılarında -hafizanallah- bu mesele bir “makam sevdası” şeklinde olabilir. Dolayısıyla öyle bir konumu ihraz etmek için akla-hayale gelmedik cinayetler işleyebilirler; bunun için çok paranoyalara girebilirler, çok vehimlere girebilirler; “Aman benim makamımı, aman benim ihraz ettiğim yeri elimden alırlar!” diyebilirler.
Kimilerinde de Kur’an-ı Kerim’in ifade buyurduğu şu hususlardan biri sebebiyle herhangi bir maraz bulunabilir: زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَاْلأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَآبِ “Kadınlar (kadınlar için de erkekler), oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara (süslenmiş) cazip gelmektedir. Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allah’ın katındadır.” (Âl-i Imrân, 3/14)
Âl-i Imrân sûre-i celîlesinde… زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ “Kadınlar (kadınlar için de erkekler), nefsin hoşuna gidecek şekilde süslenmiş cazip hale getirilmiştir.” Evvel o zikrediliyor. Demek çoklarında en galip gelen şey, o. Herkeste vardır fakat çoklarında galip gelen şeyin o olması itibarıyla, onu başa koyuyor. Bohemlik… Nice büyük kimseler, o mevzuda zaaflarına esir düştüklerinden dolayı, bütün istikballerini karartmışlardır. Yakın tarihimize baktığınız zaman da görürsünüz: Birileri komplolar yapmış, o insanların o zaaflarını değerlendirmişlerdir. Bir değil, belki bunun yüzlerce misali vardır. Öyleleri de vardır ki, bunlar dosyalar haline getirilmiş, rulolar halinde -zannediyorum- kozmik odalara konmuştur; fakat oraya konmadan evvel bir şey yapabilecek insanların önüne sürülmüştür: “Falan yerde, filan alüfte ile münasebetin vardı. Falan yerde falan hırsızlığın vardı. Filan yerde şunun vardı, falan yerde de şunun vardı… Şayet dediğimi yapmazsan, bunları teşhir etmek suretiyle senin canına okurum! Artık ne saray kalır senin için, ne araba kalır, ne alkış kalır, ne de takdir kalır!..”
Zaaflarının esiri ve cismâniyetinin kulu olan kimseler
Ve böylece insan, belli zaafların esiri ve zebunu olarak kendisini köle, kapıkulu, halayık haline getirmiş olur. İsterse havada uçsun, o bir yönüyle, bir dönemdeki zaaflarının başkaları tarafından tespit edilmesi suretiyle onların altında kaldığından, ezildiğinden, zaaflarının güdümüne girdiğinden, onların el-ensesi ile yere serildiğinden, kündesi ile yere serildiğinden dolayı ömür boyu bir köle gibi yaşar. Hep korkar: “Aman, ya oradaki şey meydana çıkarsa!..” Dolayısıyla onu bilen, muhtemel bilme dairesi içinde bulunan insanlar aleyhine planlar yapar/uygular: “Elimden geliyorsa, tespit ettiğim bu insanların hepsini yok etmem lazım! Hepsini silmem, hepsini itibarsızlaştırmam lazım ki, o sunî itibarımı, ca’lî itibarımı korumuş olayım! Yoksa alkışı da kaybederim, arabayı da kaybederim, villayı da kaybederim, filoyu da kaybederim, kaybederim, kaybederim!..”
Paranoya esasen… Bu korku ve bu vehimler ile -bakın- bir günah, kaç tane günaha kapı açıyor!.. Başlangıçta küçük bir şey onun için, şahsî bir günah… Oysaki Allah (celle celâluhu) onun reçetesini sunmuş. Öyle bir şey yaptığın zaman, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edersin, “istiğfar”da bulunursun, sonra “tevbe”de bulunursun, sonra “inâbe”de bulunursun. Bunun da ötesinde, eğer ufkun orayı ihraz ediyorsa şayet, tamamen o hatanın altında kalıp ezilecek şekilde Cenâb-ı Hak karşısında hep iki büklüm yaşar, bir “evbe”de bulunursun. Dolayısıyla Allah (celle celâluhu) da teşhir etmez; sen, öyle bir mahcubiyetin güdümü altında olmazsın.
Yoksa -hafizanallah- yaptığın öyle bir hatadan dolayı, “Aman bilirler, aman her şey elimden gider benim!” mülahazası, sana çok farklı cinayetler işletir; öyle cinayetler işletir ki, özür dilerim, şeytan zil takar bunların karşısında oynar, “Ben bile böylesini yapmamıştım!” der. “Ben bi-le böy-le-si-ni yap-ma-mış-tım!” der. Kadına iliştirir.. çocuğa iliştirir.. aile yuvalarını yıktırır.. öyle insana dokundurur ki, binlerce insanın sinesinde yara açar. Öyle büyük haltlar karıştırtır ki, tamiri imkânsız ayrıştırmalara sebebiyet verir. Bir yönüyle, toplumun temel unsurlarını yıkar, sütunlarını yıkar ve bir toplumu ayakta tutabilecek kaideleri yerle bir eder. Sonra o toplum bir gün derlenip toparlanmaya kalksa bile, bir nesil boyu -ancak- kendine gelebilir. Öyle bir sarhoşluğa düşer ki o toplum, öyle bir güdüme girer ki o toplum, yeniden onun kendi olması, yeniden insanî değerlere dönmesi, yeniden Allah’ın ondan beklediği hâli ihraz etmesi için siz uğraşsanız da ancak bir nesil ile onu halledebilirsiniz. O kadar korkunç bir cinayet işletir, hafizanallah.
Bütün bunlar, yapılan şeylerin -hafizanallah- dünyevî bazı şeylere bağlı yapılmasından kaynaklanır: “Nasıl olsa ben şuyum, şunu da yapabilirim, şunu da yapabilirim, şunu da yapabilirim!” Hele bir de o “yaparsın-yapamazsın” mevzuunda söz sahibi olan kimselerin mahzur görmeleri karşısında, nâ-emin bir kısım fetva eminleri bulurlarsa… Nâ e-min fet-vâ e-min-le-ri… Yani, mesela rüşvete “hediye” diyecek fetva eminleri bulurlarsa… “Ee canım bir kere fuhşa düşmüşsün, ne var bunda?!.” Efendim, “Evet çalıyorlar fakat çalışıyorlar; başkaları da çalıyor (ama çalışmıyorlardı)!..” Böyle fetva eminleri, daha doğrusu, “nâ-emin fetva eminleri” de bulunca, onlar, iyice kesb-i cesaret ederler; “kesb” dememeli, “iktisâb-ı cesaret” ederler. Dolayısıyla hata içre hatalar işlerler, işlerler…
Dahası o hatalar sadece kendilerine de münhasır kalmaz, toplumu da değişik hatalara sevk ederler. Mesela, üzerlerine gelirler; bu defa insanlar bazen yalan söylemek suretiyle onların bu mevzudaki taarruzlarından, tecavüzlerinden, tasallutlarından, temellüklerinden sıyrılmaya çalışırlar. Dolayısıyla bir sürü insana günah işletmiş olurlar. Öyle bir şey yaparlar ki, o töhmet altında bulunan bin tane insan, bin tane iftiraya girer, bin tane yalancı itirafta bulunur, kendi sıyrılsın diye. Bakın bir tanesinin günahı, bir tanesinin şeytanî bir hâli, ne kadar insana zarar veriyor!.. O insanlar, bütünüyle âhiretlerini kaybederler!.. Öyle bir baskı uygularlar ki, Hitlerin baskı uygulaması gibi, Saddam’ın baskı uygulaması gibi, Kazzâfî’nin baskı uygulaması gibi, Lenin’in baskı uygulaması gibi… Evet, bunları da hep tekrar edip duruyorum! Amnofis’in, İbnü’ş-Şems’in baskı uygulamaları gibi… Bu baskılardan sıyrılmak için insanlar türlü türlü günahlara başvururlar. En temiz, en nezih insanlara çamur atarlar, “Bu da böyle idi!” derler, o işin içinden sıyrılmak için. اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ “Sebep olan yapan gibidir.” sırrınca, o işe sebebiyet verenlerin sırtına, o veballer yüklenir, öbür tarafta. Ve zannediyorum bu, şeytanı bile şaşırtır: “Ben, işin bu kadarını yapmamıştım!” der. Kur’an-ı Kerim’de ifade edildiği gibi, orada “Benimki sadece bir vesveseydi.” der, hafizanallah.
Bu itibarla, Allah yolunuzu açık etsin, yürüdüğünüz yolda sizi sabit-kadem eylesin!.. Dünyada yaptığınız şeyler mevzuunda, Hazreti Gazzâlî’nin “mühlikât” dediği şeylere karşı hep mesafeli ve hep uzak durmaya ve “münciyât” dediği şeylere de sımsıkı sarılmaya muvaffak eylesin!..
İnsan, neyin delisi olması gerektiğini iyi belirlemeli
Son okuduğumuz mevzu, İhyâ-i Ulûmiddîn’de “Zühd” meselesi idi. Bir yönüyle onu şöyle de hülasa edebiliriz: Derste geçtiği için, kendi mülahazalarım çerçevesinde, daraltarak anlatacağım, Gazzâlî’nin enginliği içinde değil. Hizmetler, çalışmalar, gayretler, cehtler, dünyevî herhangi bir şey elde etme hedeflenerek yapılıyorsa şayet, o mevzuda o niyetteki insanların başarılı olmaları düşünülemez. Onun, o insanlara hadd ü hesaba gelmeyecek günah işletmesi de kaçınılmaz olur, hafizanallah. “Ya benim elde ettiğim şeyleri, elde edeceğim şeyleri engellerlerse!” falan gibi vehimlerle dünya kadar cinayet işletir.
Onun içindir ki, kendini Hizmet’e adamış insanlar, sadece Allah’ın rızasını hedefleyip “Dû cihandan el yudum, hânümânım kalmadı!” diyerek -Allah’ın izni ile- o yolda yürümeli!.. Meşrû kazanmalar… Ticari işleri varsa, yatırımları varsa, inşaat yapmak suretiyle bir şeyler yapıyorlarsa… Ama onları katiyen kalblerine yerleştirmiyorlarsa şayet… Hazreti Pîr’in o mevzudaki anahtar ifadesi şudur: “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazımdır!” Kalben… Gelirse, “Hoş geldi, safâ geldi!” Tahdîs-i nimet kabilinden, “Allah’ın gönderdiği bir şey idi, geldi.” Gittiği zaman da “Uğurlar olsun sana! Bir daha gelebilir; gelirse gelir, bir selam da ona çakarım. Giderken, bir de onun yoluna su serperim; döner gelirse, gelir.” Bu kadar, onlara karşı lakayt kalma…
Hafizanallah, onları “maksûdun bizzat” yapma ve hedef haline getirme mevzuu, insanı hedefsiz hale getirir, mihrapsız hale getirir, hâşâ ve kellâ Şemsü’ş-Şümûs’a (celle celâluhu) sırtını dönüp gölgesine takılır hâle getirir, hafizanallah. Onlar da akla-hayale gelmedik cinayetler işlerler. Öyle dünyevî bir şeye dilbeste olunca -hafizanallah- o dünya, evirir, çevirir, onu kendisine benzetir, onu şeytana benzetir, o da şeytanı sevindirir. Mele-i A’lâ’nın sakinlerine de şöyle dedirtir: Siz, bu şeyler için yaratılmamıştınız. Allah (celle celâluhu) sizi yarattıktan sonra şöyle buyurdu: وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) İbn Abbas, لِيَعْرِفُونِ sözüyle meseleyi şerh ediyor. “Ben, ins ve cinni, Beni bilsinler diye yarattım.” Biliyorlarsa şayet, kulluk yapacaklar. Kulluk yapacaklarsa şayet, muhabbet-i İlâhiyeye erecekler. Muhabbet-i İlâhiyeye ereceklerse, derin bir zevk-i ruhânî duyacaklar. O derin zevk-i ruhânîyi duyan kimseler, “Daha yok mu?!” deyip, aşk u iştiyâk-ı likâullah sevdasına tutulacaklar; sevdalanacaklar, esasen o işin delisi olacaklar.
Herkes bir şeyin delisidir. İnsan, neyin delisi olması gerektiğini çok iyi belirlemelidir. Bir şâir, “Âkıl isen, deme Mecnûn ile Ferhat’a ‘deli’ / Eylesen halka nazar, herkes bir gûna deli!” demiş.. İnsan, öyle bir şeye deli olmalı ki, o cinnet zarar vermesin!.. Yine, Hazreti Gazzâlî’de okuduk; Fakîr de çok sohbetlerde -âcizâne- arz etmişimdir: Hasan Basrî gibi, Tâbiîn’in sertâc-ı ibtihâcı, diyor ki: “Siz, sahabeyi görseydiniz, onlara ‘Deli!’ derdiniz. Dünya, hiç umurlarında değildi. Bir günlük yiyecekleri var ise, ‘Yahu acaba bir günlük yiyeceği stok etmek, nezd-i Ulûhiyette, Allah’a karşı tevekkülsüzlüğün, teslimiyetsizliğin ifadesi sayılır mı?’ derlerdi.”
“Zâhidin gönlündeki, Cennet’tir temennâ ettiği / Âşık-ı dilhastenin gönlündeki, Dildâr’ıdır.” Zâhid, dünyayı terk etmiş, kalben terk etmiş; hatta kesben “Gelsen de olur, gelmesen de olur!” demiş. Fakat bir yönüyle, “Cennet!.. Allah’ım, Cennet!.. Huriler bana, yetmiş tane mi, seksen tane mi?!. Bana villalar, köşkler, orada; ayağımın dibinden akan ırmaklar!” filan diyor hala. Büyükler, bunları da istemişler. Şundan dolayı istemişler: O Cennet, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahedenin zeminidir; “Ben, sizden râzıyım!” mübarek beyanını duyup iliklerine kadar o işin mesti ve sermesti olmanın zeminidir. Onları orada duyacaksın.
Ondan dolayı, اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ، وَأَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ “Allah’ım bizi Cehennem ateşinden uzak tut, koru!.. Ve bizi dâhil eyle Cennet’e, ebrâr (iyiliğe kilitli sâlih kullar) ile beraber!..” Ama bakın, مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ وَبِفَيْضِ وَبِبَرَكَةِ وَبِلُطْفِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُصْطَفَى صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ “Allah’ım, ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaati, feyzi, bereketi ve lütfuyla… Sallallâhu aleyhi ve sellem.” Evet, yine gayen “O” olarak isteme onu… Dolayısıyla bu da bir zühd’dür. Ama yine de “Zâhidin gönlündeki, Cennet’tir temennâ ettiği.” Fakat âşık-ı dilhastenin, aşk u iştiyak içinde yanıp tutuşan -esasen- magmalar gibi içten içe kaynayan insanın gönlündeki Dildâr’ıdır. “Cennet, cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver anları / Bana Seni gerek Seni!..” Yunus Emre.
Âşık-ı sâdıkların sürekli virdi
Daha eskilere gittiğiniz zaman, mesela Tabiîn döneminde, bu çizgide çok insan görürsünüz. Râbia Adeviyye -o mübarek anamız da- onlardan biridir. Başım ayaklarının altında kaldırım taşı olsun, Râbia Adeviyye’nin. O’nun, Hasan Basrî gibi Tâbiîn imamına karşı bir ifadesi vardır. Hasan Basrî hazretleri Basra’da değişik çarpık düşüncelere karşı savaş veren ilk kahraman, sahabe görmüş ilk kahraman. Onun Usbûiyye’sine baktığınız zaman hayret edersiniz; kendisini nasıl yerden yere vuruyor!.. Seslendirme meselesinde endişe duydum ben, insanlarda ümitsizlik hâsıl eder diye. Zannediyorsunuz ki, meyhaneden çıkmış, demhâneye; demhâneden çıkmış, puthaneye; puthaneden çıkmış, bilmem ne melânet yere girmiş.
Öyle zannediyorsunuz; oysaki hayallerinin içine bile çirkin şey girmemiştir. Ama Hazret, Allah’la kurduğu münasebet açısından nasıl bir zihin duruluğu bekliyor, intizar ediyor, kendisini nasıl konumlandırıyor ise, o konuma aykırı bulduğu şeylerden ötürü ahlaksızlık yapmış gibi, bohemlik yapmış gibi yakarıyor; kendisini öyle vasfediyor, “Yazık sana!” diyor, “Yuf sana!” diyor. Öyle diyor; dolayısıyla da “Onu seslendirme, onu kendi karakteri ile canlandırma, acaba insanlarda ümitsizlik hâsıl eder mi?” diye hep tereddüt yaşadım; “Acaba onu seslendirme insanlarda ümitsizlik hâsıl eder mi?!” diye tereddüt yaşadım, hâlâ da o tereddüdü yaşıyorum.
Evet, “Ey sârbân zimamı çek semt-i kûy-i yâre / Virâne dilde zirâ yer kalmadı karâre (…) Ey sârbân-ı müşfik hiç olmadın mı âşık / Ahesterevlik etme rahmeyleyip bu zâre!..” Âsım Molla, Allah Rasûlü’ne karşı giderken, Hac’da söylüyor bunu; kervanın içinde, “Daha hızlı, daha hızlı, daha hızlı!..” O gün öyle, atın-katırın sırtında gidiliyor. Bir an evvel o Kubbe-i Hadrâ’yı ziyaret etmek.. Muvâcehe karşısında durmak.. “Yâ Rasûlallah!” derken, pencerelerden, o deliklerden içeriye bakmak.. Kim bilir, belki de temessül eden Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı görmek.. Âkif’in bir şiirinde ifade ettiği gibi, orada bayılıp kendinden geçen ve ölen insan gibi ölmek… Herhalde o idi onun derdi, Asım Molla’nın derdi o idi.
İnsan, öyle bir şeye dilbeste olduğu zaman, artık her şey gözünden silinir; sadece “O!” der, “O!” der durur hep. Bu açıdan, Râbia Adeviyye de esas, “Cennet, Cennet!..” yerine, “Ne helva ne de selva, illâ Rü’yet-i Mevlâ!..” diyor; “İlla Rü’yet-i Mevlâ!..”
İşte, Hasan Basri hazretlerinden bundan dolayı bahsediyordum: Râbia Adeviyye, ona “Bir seni, bu insanlar içinde yarım mü’min olarak görüyorum!” diyor. O mübarek anamız… İnşaallah, âhirette o anamızı görmek nasip olur, müyesser olur. O yolda yürünürse… Esasen, hangi yolda yürüyorsa, o yolun sonucunda mev’ûd olan (vaad edilen) şeylere, insan, mutlaka ulaşır. Evet, “Anamız!” diyoruz, Allah onların yolundan ayırmasın!.. Dünyayı elinin tersiyle öyle itmiş ki, “Sen bana lazım değilsin!” demiş. Belki şakır şakır, dünya başından aşağıya yağıyordu. İbn Sîrîn gibi bir insan, bir arkadaşı ile geliyor, “Ana, sen hiç başka şey düşünmedin mi?!.” diyorlar ona. Tâbiîn’in koca insanları bunlar. Bakıyor, dönüp bakıyor; “Allah Allah! Ben hep sizin adınızı duyuyordum, sizi bir şey zannediyordum.” diyor. Anladınız mı?!. “Hep adınızı duyuyordum, sizi bir şey zannediyordum ben. Meğer neye bağlıymışsınız!..”
Yahu bağlı olunacak şey, başkadır esasen. Diğer şeylere gelince, onlar sadece muktezâ-i beşeriyet olarak ihtiyacı giderme işidir; tâife-i nisâ (kadınlar) için de, tavâif-i ricâl (erkekler) için de aynı şey söz konusudur. Yeme gibi, bir parça yatma/dinlenme gibi, istirahat etme gibi, bir yönüyle azıcık huzur soluklama gibi, oksijen soluklama gibi ihtiyac-ı fıtrîdir bunlar. Bu ihtiyac-ı fıtrîyi görme; hepsi, ondan ibarettir. Ama bütün bunlar yapılırken, gözler hep ötede, ötelerin ötesinde, -İmam Rabbânî’nin ifadesiyle- “vera, vera, vera, vera, vera”, sonra üç tane nokta; “öteler, öteler, öteler, öteler, öteler…” Ne birinci kat sema, ne ikinci kat sema, ne Seyyidinâ Hazreti Musa’nın bulunduğu yer, ne Hazreti İbrahim’in bulunduğu yer, ne Hazreti Âdem’in bulunduğu yer, ne Cennet, ne Huri, ne Gılman… İlla Rü’yet-i Mevlâ, illa Rü’yet-i Mevlâ, illa Rü’yet-i Mevlâ!.. Bu da “zühd”de zirve. Cenâb-ı Hak, o zirve ile zirvelendirsin, inşâallahu teâlâ!..
Müslümanlık şekil ve suret değil mana ve özdür
Bu, günümüzün insanının aklının ermediği, kalbinin kapılarının da bütünüyle kapalı olduğu bir konu… Şeklî/sûrî olarak, “İdarî Müslümanlık!” veya “Siyasî Müslümanlık!” falan diyorlar. Melekler de bunlara, semalardan bakıp “Yaptığınız gevezelikten utanın, Allah’tan korkun!” diyorlardır: Ona Müslümanlık demezler. Müslümanlık ona derler ki, otururken-kalkarken, “Hû!” dersin. Hep O’nu hecelersin, hep O’nunla gecelersin!.. Hep O’nu hecelersin, hep O’nunla gecelersin!.. Hep O’nu hecelersin, hep O’nunla gecelersin!.. İşin olmaz senin öyle bilmem neyli arabalarla, villalarla, filolarla, alkışlarla, takdirlerle, makam sevdasıyla…
İki cihanı dize getiren Hazreti Ömer efendimiz ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, onun arkada başını sokacağı bir kulübesi yoktu. Kendi oğlunu da vasiyet etmemişti. Kendi oğlu kendinden geri değildi; Abdullah İbn Ömer, kendinden geri değildi. Ama vasiyet etmemişti, hiç düşünmemişti; bir yere vali olmasını bile düşünmemişti. Kahrolası Saddamlar!.. Kahrolası Kazzâfîler!.. Kahrolası Hitlerler!.. Onlar gibi değil; Hazreti Ebu Bekir gibi, Hazreti Ömer gibi, Hazreti Osman gibi, Hazreti Ali gibi olmak lazım.
Hazreti Ali gibi… Kocaman bir devletin, Türkiye kadar yirmi devletin başında Hazreti Ali… Hazreti Fatıma validemiz, değirmen taşlarını çevirerek un öğütüyor, geçimini öyle temin ediyor. O da birinin kuyusundan su çekiyor, başkalarına satıyor, geçimini öyle temin ediyor. Günümüzde de çok nadir böyle insanlar var ama çok uzaklarda böyle insanlar var. Fakat maalesef günümüz dünyaya tapan insanların enflasyonunu yaşıyor.
Cenâb-ı Hak, “Mü’minim!” dedikleri halde Firavunca yaşayan; “Hârun’um!” dedikleri halde Kârun’ca yaşayan bu eşrârın şerrinden, siz ahyârı muhafaza buyursun!.. Vesselam.
Selva, “bıldırcın eti” demektir. Kur’ân-ı Kerim’de, Hazreti Mûsâ’nın (aleyhisselâm) duası ile Allah Teâlâ’nın İsrâiloğulları’na gökten yağdırdığı kudret helvası (menn) ve bıldırcına benzer bir kuş eti (selva) anlatılmaktadır.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.