Mü'min Ufkunda Kurtulmak ve Kazanmak
Durduğumuz yer ile ebedî duracağımız yer; bu ikisi arasındaki farkı çok iyi görerek, herhalde ona göre bir tavır ayarlamak icap ediyor. Biri muvakkaten misafirhane, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın beyanı ile: مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا “Ne alakam var benim dünya ile?!. Benim durumum, tıpkı bir yolda giderken bir ağacın altında muvakkaten ârâm eden bir insana benzer. Sonra o kalkar, bineğine biner, göçer gider.” İşte o kadar hepsi…
Âhiret ve ebedî saadet yolunda bütün imkânlar seferber edilmeli
Dünya hayatı, bir ağaç gölgesi altında dinlenme gibi bir şeydir. Ebediyet ile elli-altmış sene karşı karşıya getirildiği zaman, bu hiç görünmez. Mikroskop ile bile göremezsiniz, en büyültücü büyüteçler ile bile göremezsiniz; dünya öyle küçülür. Altmış sene, yetmiş sene, hatta bütün insanlığın ömrü, ebediyet yanında bir “ân-ı seyyâle” gibidir; gelir, uğrar, geçer, gider. Ve insana, bu iki âlem arasındaki konumu ve durumu itibarıyla, durum ayarlaması iktiza eder.
Kur’an-ı Kerim, Kârûn’a hitabı naklederken buyuruyor ki: وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللهُ الدَّارَ الْآخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا وَأَحْسِنْ كَمَا أَحْسَنَ اللهُ إِلَيْكَ وَلاَ تَبْغِ الْفَسَادَ فِي الْأَرْضِ إِنَّ اللهَ لاَ يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ “Allah’ın sana ihsan ettiği bu servetle ebedî âhiret yurdunu mamur etmeye gayret göster. Dünyadan da nasibini unutma! (Dünyaya ihtiyaç ölçüsünde yönel.) Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara iyilik et, (malını Allah yolunda infak et.)” (Kasas, 28/77) Allah’ın sana verdiği ile, âhiret hayatını peyle!.. “İbtigâ” (ابتغاء) kelimesi ile ifade ediyor, “vetlub” (وَاطْلُبْ) değil. İbtigâ fiili ile olunca, “Candan-yürekten arkasına düş, hep onun talebinde ol, soluk soluğa onu (âhiret hayatını) takip et!” demektir. وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا “Dünyadan da nasibini unutma.” Bir yiyecek kadar, bir içecek kadar, muvakkaten yaşayacak kadar. Ferdî hayat itibarıyla böyle olduğu gibi, içtimâî hayat itibarıyla da böyledir, fark yok.
İnsanın, öbür tarafa gittiği zaman, hiss-i nedâmet (pişmanlık duygusu) ile “Keşke!” dememesi, orada “keşke”lerle nedametini izhâr etme durumuna düşmemesi için burada hayatını çok iyi değerlendirmesi lazımdır. Bir Hak dostu ne hoş söyler:
Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömrüm oldu heba,
Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan, bî-haber;
Ağlayıp nâlân edip düştüm yola, tenha, garîb,
Dîde giryan, sine piryan, akıl hayran, bî-haber.
(Niyâzî-i Mısrî) -Türkçe’mizde “püryan” derler; şiirde “Dîde giryan, sine piryan…”–
Bir başkası der ki:
Çeşm-i ibretle nazar kıl, dünya bir misafirhanedir,
Bir mukim âdem bulunmaz ne acîb kâşanedir,
Bir kefendir âkıbet sermayesi şâh u geda,
Bes, buna mağrur olan Mecnun değil de ya nedir?
Böyle gelip geçici, bir şimşek gibi çakıp kaybolucu, dünya hayatı… İnsan aldanıyor, gözünü hep ona dikiyorsa, ebedî ışığa karşı kapısını kapamış demektir, kendini bir ebedî körlüğe salmış demektir. Evet, öyle… Bir güzel söz de bu mevzuda -bunların hatırlattığı- Aziz Mahmud Hüdâî hazretlerine ait:
İki kapılı bir handır bu dünya (bu virane)
Bunda konan, göçer; konuk, eylenmez.
Bakın hepsi aynı şeyleri söylüyor. Bu da size başka bir şeyi hatırlatır:
Acîb bir kârubân-hane bu dünya,
Gelen gider, konan göçer bu elden,
Vefası yok, sefası yok, fani hülya,
Gelen gider, konan göçer bu elden.
Alvarlı Efe Hazretleri’nden bir başka manzum:
Bu dert meyhanesinde / Kimi gördün şaduman olmuş;
Bu gam-hane-i mihnette / Beladan kim emân bulmuş!
Bu bir devvâr-ı gaddardır / Gözü gördüğünü hep yer
Ne şah-u ne geda bunda / Ne bir fert payidar olmuş.
İki mısra atlayarak, sonunu söylüyorum:
Hüner bir ibret almaktır / Hüner Hakk’a kul olmaktır;
Hüner irfanı bulmaktır / Bu gaflet âlemi almış.
Gördüğünüz gibi, çokları, âhirete karşı kendilerini bir körlük içine salmışlar; “Varsa da dünya, yoksa da dünya!..” Hatta dini, dinî değerleri, işte o “Varsa da, yoksa da dünya!” uğrunda kullanarak, ebedî kalacakmış gibi bu dünyada çırpınıp duruyorlar. Oysa ki,
Ölüm demez, yiğit, koca,
Gelir bir gün, ya bir gece,
Kefen elinde bir hoca,
Yuyar bir gün, demedim mi?!.
Bu da Yunus Emre’ye ait.
“Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım, kalblerimizi dininde sabit kıl.”
Dünyaya bakarken bu mülahazalar ile bakmak lazım; onun derinleştirilmesi, esasen derinlik mülahazasına insanın kendisini salması, mercan adalarına insanın kendisini salması lazım. Veya tâbir-i diğerle, insan, güneşe doğru hep bir seyahat tertip etmeli, bitip tükenme bilmeyen bir arzu ile, bir iştiyak ile ölesiye bir koşuş ile, hep ona doğru koşmalı, hep ona doğru, hep güneşe… “Daha! Daha!” demeli!.. Bu tabiri de Hazreti Pîr-i Mugân, Ayetü’l-Kübrâ risalesinde kullanıyor, “Hel min mezîd!” diyor. Bu söz, vakıa Cehennem’e atılan insanlara karşı Cehennem’in هَلْ مِنْ مَزِيدٍ “Daha yok mu?” (Kâf, 50/30) şeklindeki ifadesinden alınma ama pozitif şekilde de kullanabilirsiniz bunu. Allah bilgisi, marifetullah, muhabbetullah, aşk u iştiyâk-ı likâullah… Bu ufka ulaştığın zaman bile “Daha yok mu? Daha yok mu? Daha yok mu?!. Ne latif şey imiş bu!” deme.
Ol suyu kim içse hemân,
Kalbe doğar nur-i cihân,
Verir hayat-ı câvidân,
Yandıkça yandım, bir su ver! (Gedâî)
“Yandıkça yandım, bir su ver!” diyor.
Bana Hak’tan nidâ geldi: Gel ey âşık ki mahremsin!
Bura mahrem makamıdır, seni ehl-i vefâ gördüm. (Nesîmî)
Bu hitap ile, bu iltifat ile Cenâb-ı Hakk’a müteveccihen gitmek, bu “fâni” hayatı, “bâkî”leştirmek demektir.. bu “mezraa”yı, âhiret hesabına değerlendirme demektir.. O’nun değişik esmâsının mecâlîsi olan, tecellîgâhları olan yerleri, değerlendirme demektir.. âhiretin koridoru; bu koridorda doğru yürüme demektir. Dolayısıyla bunların hepsi, Allah’a doğru yürümenin, koşturmanın, ölesiye sa’y etmenin ifadesidir.
İnşaallah sizler, o yolda koşturuyorsunuz ve sonuna kadar da inşaallah koşturacaksınız. Allah’tan onu dileyelim: Cenâb-ı Hak, bizi, Kendi yolunda sâbit-kadem eylesin!.. Nitekim İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu duayı hiç durmadan vird-i zebân etmiş: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Benim kalbimi dininde sâbit kıl!” اَللَّهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ؛ يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ، صَرِّفْ قُلُوبَنَا عَلَى طَاعَتِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım, kalblerimizi dininde sabit kıl. Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!..”
Kalbler, O’na karşı olan o iman, iz’an, marifet ve muhabbet ile hep aynı ritimde atmalı!.. Nabız dinlenirken, insan, hep onda “Hû, Hû, Hû” sesini duymalı!.. Bilmem, onu öyle dinleyen hekimler var mı; nabzın atışında “Hû” sesini dinleyen?!. Aslında her şey öyle “Hû!” diyor.
“Bir kitabullah-ı a’zamdır serâser kâinât. / Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar.”بِأَيِّ حَرْفٍ حَرَّكْتَ يَقُولُ: هُو Hangi harfi yoklasan, harekete geçirsen, “Hû!” ile karşılaşacaksın, “O!” diye bir nağme duyacaksın. Önce söylediğim şiir, Recâîzâde Ekrem’e ait idi: “Bir kitabullah-ı a’zamdır serâser kâinât. / Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar.” Celle celâluhu. Evet… “Varsın Sen İlahî yine varsın, yine varsın / Aklımda, gönlümde, ruhumda hep varsın!..” Bu da Cenab Şehabettin’e ait.
“Ve yüzler de olacaktır ki, o gün, ümitsiz ve asık; bel kırıcı bir belaya uğrayacakları kaygısını taşıyan…”
Böyle yaşamak, böyle oturmak, böyle kalkmak… Bulunduğumuz her yeri böylesine “sohbet-i Cânân” ile aydınlatmak.. ve hep aydınlık içinde, ışık tufanı içinde oturup-kalkmak.. hep ışık tufanı içine oturup-kalkmak. Yoksa -hafizanallah- insan, Kârûn gibi, kendisini zulmetlere salar; sonra da bir gün ak saray ile, kara sarayı ile, turuncu sarayı ile, pembe sarayı ile, villaları ile, filoları ile hasf edilir, yerin dibine batırılır. Her şeyi ile batırılır.
Batırıldı mı, batırılmadı mı? فَخَسَفْنَا بِهِ وَبِدَارِهِ الْأَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِنْ فِئَةٍ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللهِ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُنْتَصِرِينَ “Derken Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçiriverdik. Ne yardımcıları Allah’a karşı kendisine yardım edip onu kurtarabildi ne de kendi kendisini savunabildi.” (Kasas, 28/81) “Nice servi revan canlar / Nice gül yüzlü sultanlar // Nice Hüsrev gibi hanlar / Bütün bu deryaya dalmış!” Hepsi geldikleri gibi gitti; toprağa gömüldü ve sizin ayaklarınızın altında kaldılar. Girdikleri o çukurdan, âdetâ melekleşerek O’na doğru, melekûtî âleme üveyikler gibi kanat açma varken, ayaklar altında çiğnenen mahlûklar haline geldiler.
Evet, bu da bana bugün Mü’min/Gâfir Sûresi’ndeki şu ayeti hatırlattı: فَسَتَذْكُرُونَ مَا أَقُولُ لَكُمْ وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللهِ إِنَّ اللهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ “Bugün size söylediklerimi çok geçmeden hatırlayacak (ve bana hak vereceksiniz). Ben ise, tam bir teslimiyet içinde işimi Allah’a bırakıyorum. Allah, elbette kullarını çok iyi görmektedir.” (Mü’min, 40/44) Mü’min-i Âl-i Firavun’un bu sözü nakledildikten sonra şöyle buyuruluyor: فَوَقَاهُ اللهُ سَيِّئَاتِ مَا مَكَرُوا وَحَاقَ بِآلِ فِرْعَوْنَ سُوءُ الْعَذَابِ * النَّارُ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا غُدُوًّا وَعَشِيًّا وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ أَدْخِلُوا آلَ فِرْعَوْنَ أَشَدَّ الْعَذَابِ “Neticede Allah O’nu (Firavun ve yönetiminin) kurduğu tuzakların şerrinden korudu; buna karşılık, Firavun ailesini (hanedanını ve oligarşisini) o en kötü azap kuşatıverdi. Ateş; sabah ve akşam onun karşısına getirilir ve ona maruz bırakılırlar. Kıyamet’in kopup, hesapların görüldüğü gün de ‘Bütün Firavun ailesini (oligarşisini) azabın en şiddetlisine atın!’ (diye emredilir).” (Mü’min, 40/45-46) Âl-i Firavun’u da… Sadece Firavun değil, onun aldattıkları da var. Öbür tarafta yakasına yapışacaklar: “Bu, bizi aldı, sürükledi, götürdü!” Sabah-akşam, Berzah hayatında, gidecekleri yer, o kötü âkıbet onlara değişik kareler halinde hep gösterilecek. Kendilerini o karenin içinde görecekler. Ahirette de doğrudan doğruya onun içine yuvarlanacaklar.
Hafizanallah, sadece muvakkat bir dünyaya gönül bağlayanların akıbeti, o. Güneşe göre bir zerre ölçüsünde bile olmayan, bir zerreye bile tekâbül etmeyen bu dünya hayatına tapan dünyaperestlerin akıbeti!.. كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhireti ise bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ * إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ “Yüzler olacaktır o gün mutluluktan parıl parıl, Rabbilerine çevrilmiş.” (Kıyâme, 75/22-23) Allah, öyle eylesin inşaallah!.. وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ بَاسِرَةٌ * تَظُنُّ أَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌ “Ve yüzler de olacaktır o gün ümitsiz ve asık. Bel kırıcı bir belaya uğrayacakları kaygısını taşırlar.” (Kıyâmet, 75/24-25) Allah, öyle olmaktan da muhafaza buyursun!..
Bir, ayaklar altında çiğnenip lanet ile yâd edilme var. Bir de takdir ile yâd edilip “yâd-ı cemîl” olma var!.. Seçeceğimiz o yolu çok iyi seçmemiz lazım; bu misafirhaneyi çok iyi değerlendirmemiz lazım; bu misafirhane ile ebedî ikametgâhı peylememiz lazım! Dünya, çok küçük bir şey, beş kuruşluk bir şey; fakat Cenâb-ı Hak “Onu Bana verin…” diyor: إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ “Allah, karşılık olarak Cennet’i verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111) Hepsi beş paralık şey… بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ “Bi-enne” ibaresindeki “bâ” harfi, mukabele ifade ediyor: “Cennet karşılığında satın almak istiyor.” demek; “Beş parayı verin, Ben size, onu vereyim, ebediyeti vereyim!” diyor.
Cenâb-ı Hak, onu değerlendirmeye muvaffak kılsın!.. İnsan, bu meseleyi iyi değerlendirdiği zaman, bu fânî hayatı, bâkî hayatı peylemeye müsait bir sermaye haline getirebilir; ebedî hayatı, bunun ile elde edebilir, Allah’ın izni-inayeti ile. Hatta bunun bir zerresiyle bile…
“Hiç korkmayın, tasalanmayın ve vaad olunduğunuz Cennet ile müjdelenip sevinin!”
Bazen, böyle bir dakika güzel yaşamışsınız… “Bir ân-ı seyyâle vücûd-i enver (münevver); binlerce sene vücûd-i ebtere müreccahtır!” Devr-i Risâletpenâhi itibarıyla, cephelerde şehit olan öyle insanlar vardı ki… Müslüman oldu; Huzur-i Risâletpenâhi’ye geldi, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dedi, sonra da şehit oldu. Bir vakit namaz kılmamıştı ama üveyik gibi kanatlandı, uçtu. Neye? Maiyyet-i İlahiye’ye.. teveccüh-i İlahiye’ye.. iltifat-ı İlahiye’ye.. niam-ı İlahiye’ye.. eltâf-ı İlahiye’ye… Uçtu, bir anda. Bir dakika bile olsa, iyi değerlendirilmiş olduğu takdirde, o koskocaman ebediyet âlemleri peylenmiş oluyor.
İşte, إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ “Allah, karşılığında kendilerine Cennet vermek üzere mü’minlerden öz varlıklarını ve mallarını satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar ve (harpte, meşru müdafaada) öldürürler veya öldürülürler.” (Tevbe, 9/111) Ne olacak? Ölsen ne olur o yolda, kalsan ne olur o yolda?!. Ebedî varlık söz konusu olduktan sonra… Bir adım öteye gittiğin zaman, ebedî hayatın burcu burcu kokusu ile karşı karşıya kalacaksın; Cennet’in ıtriyat kokuları ile karşı karşıya kalacaksın!..
Kur’an-ı Kerim’in ifade buyurduğu gibi: إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلاَئِكَةُ أَلاَّ تَخَافُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ “Buna karşılık, ‘Rabbimiz Allah’tır’ diye ikrarda bulunup, sonra da (bu ikrarın gereği olarak inanç, düşünce ve davranışta) sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine zaman zaman melekler iner. (O melekler, dünyada onları korur, Âhiret’te ise hem dostluk izharında bulunur, hem de onlara şu mesajı iletirler.) (Azap görür müyüz diye) endişe etmeyin, (dünyada iken işlediğiniz ya da işlediğinizi düşündüğünüz günahlar, yapamadığınız iyilikler sebebiyle de) üzülmeyin; size vaad olunan Cennet ile sevinin!” (Fussilet, 41/30) “Korkmayın, tasalanmayın!..” أَلاَّ تَخَافُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ “Muştular olsun, müjdeler olsun size, sizin için vaad edilen Cennet ile!..” diyecek melekler. Ve geriye dönüp baktığınızda, “Meğer ne vermiş, ne fedâ etmiş, neyi elde etmişim?!.” diyeceksiniz. Cenâb-ı Hak, o basireti ihsan eylesin; o lütuf ile lütuflandırsın!..
Esasen, ebediyeti kazanma adına insan, önden mızrak yese ne olur, arkadan mızrak yese ne olur?!. Fakat insan olarak, müteessir oluruz. Hani er-Risâle’de ve Çağrı’da, Hazreti Hamza efendimizin bağrından yediği mızrağı görünce sanki benim bağrıma saplanmış gibi hissetmiştim. O filmde de rol oynayanlardan bir tanesi, o manzarayı görünce deliriyor âdetâ, pencereye doğru koşuyor ki iyi bir temsil ifadesi idi o. Hazreti Hamza’ya karşı öyle…
Bi’r-i Maûne vakasında da Hazreti Haram İbn Milhân mızrakla şehit ediliyor. O insanlar esasen ehl-i irşad istemişler, talimciler, muallimler istemişler; İnsanlığın İftihar Tablosu da göndermiş. Ashâb-ı Kiram, Hudeybiye Musalahası’nın onlara açtığı o yolda, bir yönüyle güzergâh emniyeti sağladığı o yolda, dünyanın dört bir yanına yayılmışlar veya bölgenin dört bir yanına yayılmışlar, her yerde لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ bayrağını dalgalandırmışlar, Allah’ın izni-inayeti ile.
Hudeybiye, tam bir fetih olmuştu
Burada antrparantez arz edeyim: Onun için sahabî, Mekke Fethi’ne değil, Hudeybiye Sulhu’na “fetih” der. Çünkü Mekke Fethi’ne kadar -Medine dâhil- inanan insanların birkaç katı, esasen o sulh sayesinde, yani güzergâh emniyeti sağlanması sayesinde hidayete ermişlerdi. Çünkü Müslümanlar, istedikleri her yerde gezebiliyorlardı, akrabalarına uğrayabiliyorlardı; değişik argümanları değerlendirerek içlerinin heyecanlarını onların yanında boşaltabiliyorlardı. Dolayısıyla o kadar çok insan Müslüman oldu ki!.. İşte, sahabe sayısı yüz bine ulaştı ise, herhalde bu sayede -Allah’ın izni ve inayeti ile- ulaştı.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, bir günlük Müslüman da vardı, yolda olan, gelirken o acı haberi alan Müslüman da vardı. O da “Ben, inandım!” diyor fakat geldiğinde, Efendimiz, ruhunun ufkuna yürümüş; o ciddî bir teessüre giriyor ama sahabeyi görüyor, o sahabeyi görmekle ayrı bir şeref ile şerefyâb oluyor..
Biraz evvel bahsettiğim, başka bir sahabînin sergüzeştisidir. Müslüman oluyor ama bir savaşta; o savaşta savaşıyor ve hiçbir namaz kılmadan hemen şehit oluyor. O da kanat çırpıyor, kanat açıyor üveyik gibi; yürüyor ebediyet âlemine orada, inşirah içinde.
Üç günlük Müslüman olanlar var, bir aylık Müslüman olanlar var. Bazılarına göre Ebu Hüreyre hazretleri, sekiz sene evvel, bazılarına göre de Efendimiz’in ruhunun ufkuna yürümesinden üç sene evvel geliyor. Devs’in arslanı… Efendimiz’den en çok hadis rivayet eden sahabî. Çünkü başını o eşiğe koymuş, hep o Suffe’de yatıp-kalkmış, hatta hiç yemeği-içmeyi düşünmemiş. Hadis ricâli okurken gördüğümüz gibi, bazen o minber ile Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hücre-i saadeti arasında açlıktan bayılıp düşermiş de, “Bu, saralı!” falan derlermiş. Oysa diyor ki: “Millet bana öyle bakardı ama ben açlığımdan bayılmıştım orada!” Hiç umurunda değil; “Bugün ekmek buldum, yedim; yarın ne olacak!” falan, hiç umurunda değil. Tamamen o kapıya kilitlenmiş; böyle, o lâl-u güher döktüren, cevherler döktüren dudaklardan ne dökülüyorsa, onları kafasına koymaya çalışmış. O da -eğer üç sene ise- üç senede dikey yükseliş ile öyle bir noktayı ihraz ediyor ki, çok sahabe, onun gözünün içine bakıyor. Çok sahabe, gözünün içine bakıyor; âdetâ Peygamber Efendimiz’in örneği olmuş; ne diyorsa, ağzından ne çıkıyorsa, milimi milimine onu yaşamaya çalışıyor.
Bir de çocuklar var. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) oraya teşrif buyurduktan sonra dünyaya geliyorlar; O ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, yedi yaşında, sekiz yaşındalar. Ve nitekim Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin efendilerimiz de o yaşta ama sahabî. Kucağına alıyor, minbere beraber çıkarıyor, sırtına alıyor onları ama onlar da sahabî. Fakat o insibağ ile, O’nun fırça çalması ile, öyle bir renk ve öyle bir desene bürünüyorlar ki, insanın başını döndürür.
İşte o Hudeybiye Sulhu sayesinde böyle dört bir yana yayıldılar onlar. Koşan koşana bu defa Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna. Sahabe, Tabakâtçıların rivayetlerine göre, yüz bine ulaştı, Allah’ın izni ve inayetiyle. Yine de insan “Az!” diyor. Öyle bir Güneş tulû etmiş; “Yahu neden yüz bin; neden bir milyon değil?!.” filan. Ama öyle bir iz bırakıyor ki, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer döneminde, işte bizim aklımızdan geçen o milyonlar oluşuyor, Allah’ın izni-inayeti ile. İmparatorluklar, en-Nûru’l-Hâlid (Sonsuz Nur) karşısında dize geliyor ve yıldızlar gibi görünmez oluyor.
Bûsîrî der ki: فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا * يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ “O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır. Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar.” Değil onlar, peygamberler bile -Bûsîrî’ye göre- O’nun yokluğu döneminde esasen yıldızlar gibi parlıyorlardı.. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir güneş gibi doğunca, bütün yıldızlar gaybubet ettiler, küsûfa/husûfa uğradılar.
“Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki kurtuldum/kazandım!..”
Evet, işte Haram İbn Milhân (radıyallahu anh) da o sahabeden birisi idi. İrşad için gitmişti. Fakat ihanet ettiler orada. Davet edenler de var mıydı onların içinde? Fakat mutlaka haberleri vardı ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o meseleden dolayı çok müteessir olmuş ve aynı zamanda onlara Kunût dualarında, uzun zaman beddua etmişti. Cenâb-ı Hak, belli bir dönemden sonra “Yeter!” demiş, dolayısıyla Efendimiz de kesmişti.
Sizin, bütün dünyayı saran fitne ve fesat karşısında, üç beş seneden beri okuduğunuz Kunût gibi. “Cenâb-ı Hak, belaları savsın, def etsin, ref’ etsin!” diye yapıyorsunuz: اَللَّهُمَّ مُنْزِلَ الْكِتَابِ، مُجْرِيَ السَّحَابِ، سَرِيعَ الْحِسَابِ، هَازِمَ اْلأَحْزَابِ، اِهْزِمْ أَعْدَاءَنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ فِي كُلِّ اْلأَحْزَابِ، فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ، فِي أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ آنٍ؛ بِحَيْثُ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Ey Kitabı indiren, bulutları yürüten, hesapları çabuk görüp herkese haddini bildiren, İslam aleyhine toplanan grupları dağıtan, düşman saflarını darmadağın eden Allah’ım! Farklı farklı hiziplerden olup bize karşı husumette bir araya gelmiş bulunan düşmanlarımızı da perişan edip hezimete uğrat; dünyanın dört bir yanında, hayatın her biriminde, bize karşı düşmanlıkla oturup kalkanları, en yakın, en yakın, en yakın zamanda, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve insan kalbinin/aklının alamayacağı bir şekilde hezimete uğrat; onlara karşı bize yardım eyle.” O (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapmamış olsa, zaten sizin yapmanız da doğru değil. O yaptığı için, siz de yapıyorsunuz; maruz kaldığınız belalar karşısında yapıyorsunuz. Bi’r-i Maûne’deki vahşet İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok dokunuyor; O da öyle yapıyor.
İşte, Bi’r-i Maûne’de Haram İbn Milhân hazretleri o mızrağı sinesinden yiyince… Hiç beklemiyor onu; silahlı gitmemişler oraya. Bir yönüyle, ellerinde gül ile gitmişler oraya; onlara gül kokuları koklatmak için gitmişler. Ama gözü dönmüş hainler… Hani günümüzde bazıları, bazı karıncaya basmaz insanlara/efendilere, karıncaya basmaz efendilere “Terörist!” dedikleri gibi… Kendi karakterlerinin gereği esasen… Karakterlerinin gereği, oraya mızrak ile gelmiş insanlar var; bir de ellerinde gül demetleri ile, buketleri ile giden insanlar var. Ee canım gül ile, mızrağa karşı savaş verilmez ki!.. Zaten öyle bir niyetleri yoktu. Öyle bir niyetleri olsaydı, cephe oluştururlardı, bir tabye oluştururlardı.
Hazreti Haram İbn Milhân, mızrağı sinesinden yiyince, فُزْتُ وَرَبِّ الْكَعْبَةِ “Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki kurtuldum!” diyor. Demek ki daha o esnada -esasen- gördüğü bazı şeyler oluyor. Belki Cenâb-ı Hak, doğrudan doğruya teveccüh buyuruyor; belki Allah Rasûlü teveccüh buyuruyor; belki melekler “Ey Haram İbn Milhân, hoş geldin!” falan diyorlar.
Şimdi meselenin serencâmesi bu. Biraz evvel temas edilen ayet ile mesele irtibatlandırılarak denebilir ki: Birileri bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih ediyorlar ama birileri de zikredilen şu ayete mâsadak oluyorlar: إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ وَالْقُرْآنِ وَمَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُمْ بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ “Allah, karşılığında kendilerine Cennet vermek üzere mü’minlerden öz varlıklarını ve mallarını satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar ve (harpte, meşru müdafaada) öldürürler veya öldürülürler. Bu, Tevrat’ta da, İncil’de de, Kur’ân’da da Allah’ın yerine getirmeyi uhdesine aldığı bir vaattir. Verdiği söze Allah’tan daha sadık kim olabilir? O halde (ey mü’minler), Allah’la yaptığınız bu alışverişten dolayı size müjdeler olsun! Budur gerçekten çok büyük kazanç, çok büyük başarı.” (Tevbe, 9/111) Cenâb-ı Hak tarafından bir hak olarak, değişmez, “lâyetebeddel” bir vaad olarak onlara vaad ediliyor.
Allah yolunda her şeye katlanmaya razılar, bir yönüyle. Zannediyorum, Hazreti Mus’ab, bu iştiyak ile İnsanlığın İftihar Tablosu’nun önünde kalkan gibi sağ kolunu kullandı, kalkan gibi sol kolunu kullandı ve sonra da -bir boynu kalmıştı, hâlâ canlı idi- yukarıya kalkan bir kılıç karşısında bu defa boynunu uzatmıştı; oradan da bir kılıç yemişti. Gerisini Siyer’de görmedim; fakat inandığım, ilmi oldukça ileri olan bir vâiz efendinin vaazında dinlemiştim: Yüzünü yere kapatıyor, görünmek istemiyor. “Yüzünü kapatıyor yere; niye böyle?” diyenlere, orada ifade edebildiği kadarıyla diyor ki: “Hâlâ başın üzerinde iken, eğer Allah Rasûlü’nün başına bir kılıç iner ise, Allah sana sorar onu!” Evet, Mus’ab kahramanlığı…
Abdullah İbn Cahş… Arkadaşı anlatıyor onu. O da Uhud Savaşı’nda. Bir kayanın dibine çömelmiş, dize gelmiş, yalvarıyor: “Allah’ım! Bir kılıç kolumu koparsın, başka bir kılıç öbür kolumu koparsın, boynumu alsın; Senin huzuruna kanlar içinde geleyim. Sen, bana de ki: ‘Abdullah, sana ne oldu?’ Ben de diyeyim ki: Ben, bunları Rasûlullah yolunda verdim!”
Asıl kurtulma ve kazanma
Evet, işte bu, mü’min ufkunda kazanma telakkisi… Bazıları kazanmayı sadece dünyaya münhasır görürler, Kârûn gibi. Bazıları da zerre ile güneşi peylerler, damla ile deryayı peylerler; dolayısıyla bir damla verir, deryaya sahip olurlar; bir zerre verir, güneşe sahip olurlar. Şimdi kim kazandı, kim kazanmadı?!. Bazıları da -hafizanallah- o bir damlacık sermayeyi, yine hep böyle damla avlamak için kullanırlar; “Damla, damla, damla, damla, damla!..” der durur, sonra bir gün öbür tarafa doğru bir katran damlası gibi damlar giderler. “Nice servi revan canlar / Nice gül yüzlü sultanlar // Nice Hüsrev gibi hanlar / Bütün bu deryaya dalmış!” Sonra hepsi birden boğulmuş; boğulmuş dünya sevdasıyla.
O (Allah ve rızası) varsa, esas kazanmış sayılırız. Şimdi yürüdüğünüz yolda, hedeflediğiniz ve niyet ettiğiniz ufuk ne ise şayet, onu kazanmış sayılırsınız; güneşi peylemiş sayılırsınız, bahr-i muhîti (okyanusu) peylemiş sayılırsınız, kazanmış sayılırsınız. “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.” إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ، وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur.” Buharî’nin ilk hadis-i şerifi. “İnsana niyet ettiğinden başka ne vardır ki?!.” Dolayısıyla kazanmışsınız.
Ha, bunun ötesinde, esasen bugüne kadar dilbeste olduğunuz, gâye-i hayal haline getirdiğiniz ve onu çok önemli bir şey gördüğünüz -ve zaten önemli bir şeydir- i’lâ-i kelimetullah… Başka bir şey düşünerek siz dünyanın dört bir yanına saçılmadınız; her yanda ruh u revân-ı Muhammedî şehbal açsın diye saçıldınız. İstersiniz ki, bu da olsun; durdurulduğu yerden -bir yönüyle- veya durdurulmaya çalışıldığı yerden devam etsin. Yine Allah’ın izni-inayeti yetişsin; Cenâb-ı Hak, zâlimin, hainin, fâsıkın kolunu kanadını kırsın; onlar, Allah’tan bulsunlar ve siz de yeniden işi bıraktığınız yerde o emaneti yüklenerek o gâye-i hayal istikametinde koşmaya devam edin. İstersiniz bunu.
Siz, bir yere kadar götüreceksiniz. Sizden evvelkiler meseleyi bir yere kadar getirdiler; sonra emanet olarak size devrettiler. Dediler ki: “Bunu alın, şu hedefe doğru götürün!” Siz de aldınız, bir yere kadar getirdiniz; bir kısım gulyabânîler ile karşılaştınız, dolayısıyla engellemeye başladılar. Belki muvakkaten vites değiştirme durumunda kaldınız; düşürdünüz on altı vitesi, beşe, altıya düşürdünüz, dörde düşürdünüz, eskiden o kadardı zaten; bazen rölantiye aldınız, filan. Ama her zaman, bir fırsat doğunca hemen yeniden vitesi değiştirip yürümeye, yeniden azm-i râh etmeye âmâde ve teşne bulundunuz. Bu da sizin hakkınız; bunu istemede de bir mahzur yok.
Belki onu isteme de yine öbür âlem hesabına, esas başta istediğiniz şey hesabına farklı bir isteme yoludur. Yine O’nu istiyorsunuz ama üslup farklılığı içinde O’nu istiyorsunuz: “Allah’ım! Senin nâm-ı celîlin, her yerde şehbal açsın! Ey Rasûl! Senin nâm-ı celîlin, her yerde şehbal açsın! Bizim gibi fakir, hakir, müsî (مُسِيء – kötülük yapan, yaramaz, günahkâr), müsinn (مُسِنّ – yaşlı, geçkin, zamanı geçmiş) günahkâr insanları, bu kaderî program içinde istihdam buyur! Bizi bunun ile şereflendir!” mülahazası… “Bizler, birer hiçten ibaretiz, hiç ender hiçiz; âciziz, fakiriz, muhtacız, zeliliz, perişanız, derbederiz, mahviyet içindeyiz. Ama tek ümidimiz Senin bizi bunun ile şereflendirmen; bizimle, Senin nâm-ı celilini, ona muhtaç olan gönüllere duyurman!”
Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu, bu heyecan ile yaşadı; bu heyecan ile ruhunun iklimine yürüdü. Dolayısıyla, bu niyet ile oturup kalkıyorsanız, Cenâb-ı Hak, yeniden o imkanları lütfettiği zaman, işi bıraktığınız yerden alırsınız.. atınızı yine mahmuzlarsınız.. elinizdeki gül demetleri ile, buketleri ile dünyanın dört bir yanına sevgi mesajlarıyla gidersiniz.. gittiğiniz her yerde sohbet-i Cânân ile gönüllere İsrafil gibi hayat üflersiniz.. diriliş üfler ve topyekûn dünyaya bir ba’s u ba’de’l-mevt yaşatırsınız, Allah’ın izni-inayeti ile.
Birincisi (ahiret buudlu yaşama ve hep Allah’ın rızasını arama), evvelen ve bizzat; ikincisi (ahireti ve rıza-i ilahiyi kazanma yolunda i’lâ-i kelimetullahı en büyük vesile bilip o yolda yürüme) ise -eski tasavvurî Mantık ifadesi ile- saniyen ve bi’l-araz. Birincisi, hakiki; ikincisi, izafî. Fakat öyle bir izafî ki, yine ona râci.
Nasıl ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ifade ederken diyoruz: “O, gâye ölçüsünde bir vesiledir.” Gâye ölçüsünde!.. Öyle olmasa -bakın- لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ biter bitmez, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ gelir miydi?. Evet, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) gâye ölçüsünde bir sebep, bir vesiledir. O olmasaydı, ne bilebilirdik?!. Öğrenilmesi gerekli olan hangi şeyi öğrenebilirdik?!. Zât-ı Ulûhiyet hakkında neye sahip olabilirdik?!. Kâinatı doğru okuyabilir miydik, esasen?!. Bu dünyanın bir mezraa olduğuna vâkıf olabilir miydik acaba?!. Buranın mecâlî-i Esmâ-i İlahîye olduğunu bilebilir miydik acaba?!. Cennet’in burada peylendiğini bilebilir miydik acaba?!. Bütün bunları, O’nun mesajları içinde gördük. Dolayısıyla, “Medyûndur o ma’sûma bütün bir beşeriyyet / Yâ Rab, mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret.” Âmin.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.