Manevî Ortaklık ve İlâhî Mukabele
Allah hakkında hüsnüzannın iki kanadı
Eltâf-ı İlahiye meltemleri öyle farklı eser ki!.. Bir de bakarsınız, kupkuru çöller, yarık yarık olmuş zemin, kuvve-i inbâtiyesini kaybetmiş toprak, karbondioksitsiz ağaçlar, birden bire bahar neşvesiyle, baharın Sabâ edasındaki makamıyla canlanır; bir haşr ü neşr olur. Haşir Risalesi’nde ve Âyetü’l-Kübrâ’da da bu bahardaki dirilişin öbür taraftaki ba’s-ü ba’de’l-mevte bir örnek teşkil ettiği üzerinde ısrarla duruluyor.
Allah’ın gücü, her şeye yeter; O, hiç umulmadık anda baharlar halk eder. Etrafı kar-kış bastırmış, her taraf buz bağlamış; kayan kayana, tekleyen tekleyene, düşen düşene… Fakat bir de bakarsınız ki, bir nevbahar, tatlı bir meltem esintisiyle her tarafı sarmış; o sizin “kar, buz” dediğiniz şeyler -aysbergler ölçüsünde bile olsa- bir bir eriyor, çağlayanlara dönüşüyor, sonra denizlere doğru akmaya başlıyor.
Şimdiye kadar çend defa olmuş bu türlü şeyler. Bir kere olmuş ise, her zaman da olabilir. Olanlar, olacak şeylerin en inandırıcı referansıdır. Bir kuraklık dönemde Allah (celle celâluhu) size, hususiyle sizin önünüzdeki Pişdârınıza, -Makamı Cennet olsun.- Çağın Sözcüsü’ne kupkuru çöllerde bir bahar havasını estirtmedi mi?!. Sonra sizler, sizin arkadaşlarınız, daha büyükleriniz, dünyanın dört bir yanına açılarak her tarafa tohumlar saçmadınız mı? O tohumlar, çoğu yerde başağa yürümedi mi? Dikilen fideler, selviye dönüşmedi mi? Bundan sonra niye aynı şeyler olmasın ki?!.
Onun için ye’se kapılmak, O’na karşı saygısızlığın ifadesi olur. Ümitsizlik, Allah’ın güç ve kuvveti mevzuunda tereddüt yaşamanın -esasen- hırıltılarıdır. وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Şey” kelimesi, “küll”e izafetle, tamlayan-tamlanan terkibi içinde “her fert” demektir; hiçbir fert yoktur ki, Allah’ın ona gücü yetmiş olmasın! Her ferde… Böyle buyuruyor Kur’an-ı Kerim’de, hem de kaç yerde, “tasrif” esasıyla/esprisiyle. “Buna doğru inanın!” diyor, “Buna bel bağlayın, itimâd edin! Kendinize güvenmeden daha ziyade, Allah’ın her şeyi yapacağına güvenin, itimâd edin!..”
“Hakk’ın olıcak işler / Boştur gam u teşvişler / Ol, istediğini işler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler..” “Hak, tecelli eyleyince, her işi âsân eder / Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsan eder.” Bildiğiniz şeyler bunlar… “Hak tecellî eyleyince, her işi âsân (kolay) eder. / Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsan eder.” Bunlar, sizin bildiğiniz şeyler; ben, tekrar ediyor. Tekrarım tasdî’e (baş ağrıtmaya) vesile oluyorsa, sizden özür dilerim, Allah’tan da af dileğinde bulunurum.
“Dört bir yan kararsa da biz, ışık peşindeyiz / Ellerimizde meşale, Çin’de-Maçin’deyiz.” İ’lâ-i kelimetullah olsun!.. Allah, dünyanın dört bir yanında bilinsin, sevilsin, sayılsın!.. Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın nâm-ı celili, bayrak dalgalanması gibi hemen her zirvede, her kulenin başında, her minarede, her ağaçta dalgalansın. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ hakikati dalgalansın..
Allah tarafından sevilmek istemez misiniz?
Siz, bu mevzuda himmetinizi ona bağlarsanız, Cenâb-ı Hak, öyle mukabelede bulunur ki!.. حَبِّبُوا اللهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Sevdirin Allah’ı kullarına ki, sevsin Allah da sizi!” Allah tarafından sevilmek istemez misiniz? “Mukabele” bu. Sizin sevginiz bazen aşk u heyecan halinde, bazen sizi ızdıraba sevk edecek şekilde, Leylâ’nın Mecnun’u sevk ettiği, Şirin’in Ferhat’ı sevk ettiği, Azra’nın Vâmık’ı sevk ettiği gibi olabilir; bazen bir zaaf haline dönebilir. Fakat Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahîhadaki bu türlü ifadelerin hep “mukabele” sözcüğü ile ele alınması lazım. Sizin sevginize, O, sevgiyle mukabelede bulunur.
O (celle celâluhu), nasıl bir iltifatta bulunur? Siz, bir verirsiniz, bazen on alırsınız, yirmi alırsınız. O sevginin karşılığı… Mesela “Ben, sizden hoşnudum!” demesi, öyle bir karşılıktır ki, iliklerinize kadar bunu bir zevk halinde duyarsınız, bayılırsınız: “Yahu bundan daha zevkli bir şey yokmuş!” dersiniz. Öyle bir meltem esintisiyle eser, ruhlarınızı öyle sarar ki, bayılır, kendinizden geçersiniz. Size “Bir dünya vardı arkada, bırakıp geldiniz; bağı vardı, bahçesi vardı -bu Pennsylvania gibi- evleri vardı, tertemiz havası vardı!” filan dense, “Yahu var mıydı böyle bir şey!” filan dersiniz. Unutursunuz geçmişte olan bütün güzellikleri; hepsi silinir gider gözünüzün önünden. Bir de O’nun kâinattaki bütün güzelliklere tecellî olarak serptiği, saçtığı, serpiştirdiği o güzelliklerin de ötesinde Cemâlini, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanıyla, Dolunay’ı ufukta gördüğünüz/müşahede ettiğiniz gibi gördüğünüz zaman bayılıp kendinizden geçeceksiniz: “Meğer dünya buymuş; biz, boş dünyalar arkasından koşturup durmuşuz! “Me-ğer dün-ya buy-muş; biz, boş dün-ya-lar ar-ka-sın-dan koş-tu-rup dur-mu-şuz!”
Siz, boş dünyalar arkasından koşturup durmadınız. İşiniz, ticaretiniz var ise şayet, meşrû dairede kazancınıza kimse bir şey diyemez. Hazreti Osman efendimiz de meşrû dairede kazanmış, çok zengin olmuştu. Ama öyle ki, her zaman onlar, ayaklarının altında idi. “Bunların hepsini ver!” dendiği zaman da “Allah Allah! Şimdiye kadar niye istemediniz bunları!” falan… Abdurrahman İbn Avf, Allah’ın imkân vermesi ile, hamallıkla işe başlayıp Medine’nin zenginlerinden biri haline gelmişti. Aşere-i Mübeşşere’den, Mekke-i Mükerreme’den giden muhacirlerden idi; sizin çoğunuz gibi muhacir idi o da. Ama Allah Rasûlü’nün bir beyanı karşısında (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cennet’e girerken arkadan girme mevzuundaki bir ikazı karşısında, hemen elinde-avucunda ne var ise, hepsini saçıverdi. O, burada onları saçıverdi; onlar birer tohum gibi toprağın bağrına düştüler.
Kur’an-ı Kerim buyuruyor: مَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِئَةُ حَبَّةٍ وَاللهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dane bulunan bir tohum gibidir. Allah, kime dilerse ona kat kat verir. Allah, (rahmet ve lütfuyla her varlığı) kucaklayan, (merhametiyle kullarına) genişlik gösterendir; (kullarının halini) hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/261) Bir tohum attınız, yedi tane başak oldu. فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِئَةُ حَبَّةٍ Her başakta da yüz dâne var. Şimdi bir dâne, yedi yüz oldu mu? Allah’ın lütfu… Cenâb-ı Hak, kesretten kinaye söylüyor bunu; bir milyon da verebilir Allah (celle celâluhu).
Sizin ortaya koyacağınız şeyler, Kıtmîr gibi minnacık varlıkların ortaya koyacağı şeyler, kendi boyları ile, kendi idrakleri ile mebsûten mütenâsiptir. Fakat Zât-ı Ulûhiyet, her şeyi muhittir, her şeyi ile; ilmi ile, iradesi ile, kudreti ile, re’feti ile, şefkati ile, utûfeti ile, Rahmâniyeti ile, Rahîmiyeti ile, Hannâniyeti ile, Mennâniyeti ile… Dolayısıyla siz, bir tohum atarsınız, O (celle celâluhu), milyonlarca ile “mukabele”de bulunur. Ama öyle şeyler ile mukabelede bulunur ki, her biri ile bir kere daha başınız döner, bir kere daha başınız döner. Her başınız dönüşünde, sermest olursunuz, kendinizden geçersiniz sarhoş gibi. Size biraz evvel bahsettiğim gibi, oradaki o ebedî güzellikleri gördüğünüz zaman, “Güzellik denilen şey, işte bu. Biz, duyduk, tattık, mest olduk, sermest olduk, kendimizden geçtik!”
İnsanın kıymeti
İnsan onu istemeli; kendi kıymetinin altındaki şeylere talip olmamalı. Alvar İmamı diyor ki:
Dilber-i gülberg isterem, ruhları ahmer olmalı,
Fâtih-i Hayber isterem, yanında Kanber olmalı.
Sahn-ı sînesi nûr ola, cîm-i cemâli hûr ola
Güneş gibi fehûr ola, öylece dilber isterim!..
Öyle bir şey istemeli ki, insanın yaradılış keyfiyetine, donanımındaki mükemmeliyete, “ahsen-i takvîm”e uygun düşsün!
Şimdi bir adam düşünün; böyle, padişah gibi bir adam, devlet başkanı gibi bir adam. Gitmiş, çöp kutularından çöp topluyor, “Bunlardan ben bir şey yapacağım” diye. Ne kadar uygunsuz bir iş!.. Çünkü onun o kâmet-i bâlâsı ile onları telif etmek mümkün değildir. Kendine hakaret ediyor o, demektir; kendisine karşı saygısızlık yapıyor demektir. Bence ona düşen şey nedir? Sarraflar çarşısına gitmek, var ise imkânı, orada altın üzerine gümüş, gümüş üzerine altın almak, bilezik almak, küpe almak, gerdanlık almak… Alacak ise ve câiz ise bunlar, ayrı mesele… Dolayısıyla kâmet-i kıymetine uygun şeylere talip olmak lazımdır.
İnsan, neye talip ise, bu, aynı zamanda onun kâmet-i kıymetini aksettirir. Talebin kıymeti, tâlibin kıymetinin remzi, işareti, beyanı, ifadesidir. Neye talip olmuş iseniz, aynı zamanda kendi kıymetinizi, kâmet-i bâlânızı ortaya koymuş olursunuz. “İnsan” öyle bir varlık ki, Allah sevgisinden, Rasûlullah sevgisinden başka bir şeye dilbeste olduğu zaman, kendisine saygısızlık yapmış olur.
Bakın, siz kendinize bakın!.. Nerenize itiraz ediyorsunuz? “Şurası şöyle değil de, burası böyle olsaydı?!” filan… Bir kulak-burun-boğaz uzmanına bir sorun… Bunları riyazî bir düşünce ile size anlatsın. Bu “burun” dediğiniz şeyin, bu “geniz” dediğiniz şeyin, bakın şu fonksiyonları var, şu fonksiyonları var, şu fonksiyonları var… İhtimal hesaplarına göre bunun bu mükemmeliyeti trilyonda bir ihtimal. Kulağı alsanız, öyle; gözü alsanız, öyle; ağzı alsanız, öyle… Sonra sizin bakıp görmenizde, o görme ile münasebet içinde olan şeyler; tadıp duymada, tattığınız şeyler ile ağzınız arasındaki münasebetler… Bütün bunlar o kadar yerli yerindedir ki, ihtimal hesapları ile bunlar trilyonlar ile, katrilyonlar ile bir ihtimal. Bu güzellikte sizi yaratmış, böyle mükemmel; hiçbir kusur göremezsiniz kendinizde. Bundan daha mükemmel olamaz…
Bundan daha mükemmeli olmadığından dolayı, o, Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği o donanımı, maddî anatomisinin yanında o manevî anatomisini inkişaf ettirdiğinde, yani hayvaniyetten çıktığında, cismâniyeti bıraktığında, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükseldiğinde, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm gibi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cebrail’e dedirtecek ki: “Yürü! Top senin, çevkan senindir bu gece! Bir adım daha atsam, yanarım ben!” Bir anneden doğma, aynen sizin gibi bir damla sudan meydana gelme, İnsanlığın İftihar Tablosu. Fakat o kâmete göre durumunu değerlendirdiğinden, talep edeceği şeyleri çok iyi belirlediğinden, talip olacağı şeyleri çok iyi tayin ettiğinden dolayı, Cibrîl-i Emin’in önüne geçiyor; bütün peygamberân-ı ızâmın da önüne geçiyor.
Demek ki Allah (celle celâluhu) sizi öyle olma donanımında yaratmış; donanımın hakkını vermek lazım. Evet, siz çöp kutularından çöp ayıklayacak mahiyette değilsiniz. Altınlar ile, gümüşler ile, zümrütler ile, zebercetler ile, yakutlar ile oynayacak, onları peyleyecek, aynı zamanda onları alacak mahiyette yaratılmış varlıklarsınız. O da nedir? Gönlünüzü Allah’a kaptırmak, O’na “dilbeste” olmak. Bu da bir taraftan negatif olarak nefs-i emmâreye uymamaya ve aynı zamanda Zât-ı Ulûhiyete karşı ubudiyete yaraşır bir tavır ortaya koymaya vabestedir.
“Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır”
Biraz evvel bahsettiğim gibi, insan anatomisi, “maddî anatomi” ile -onun yanında- “manevî anatomi”den ibarettir. Bunu tabipler kullanmıyorlar ama insanın manevî anatomisi, onun kalbi, ruhu, vicdanı, hissi, ihsasları, şuuru, idraki, içyapısıdır. Bu o kadar mükemmel ki!.. Evet, eğer insan bu mükemmeliyete göre kendi kadrini/kıymetini biliyorsa, bağışlayın, çöp kutularını takip etmez, takip edeceği şeyleri takip eder; dolayısıyla gönlünü kaptıracağına kaptırır, Zât-ı Ulûhiyete kaptırır.
O’nu (celle celâluhu) sevmek için o kadar çok sebep var ki!.. Ben sadece kısaca ve âciz ifadem ile insan anatomisinden bahsettim. İnsan, kâinatın bir fihristi… Enfüste, bu fihristte, siz, kendinizi doğru okursanız, bu kâinatı da okuyabilirsiniz. Bu kâinat kitabı da esasen sizin inkişaf etmiş haliniz; adeta o inkişaf etmiş bir insan. Hazreti Pîr, öyle ifade ediyor: Kâinat, büyük bir insan; insan da küçük bir kâinattır. “İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. İnsanda bulunan numunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır.”
Enfüste isabetli bir tefekkür, tedebbür, tezekkür ortaya koyduğunuz zaman, kâinat kitabını mütalaa etmede hata etmezsiniz. Onun satırları, sayfaları, paragrafları arasında gezerken, ayrıca başınız döner. Ağaçtan ağaca koşarsınız, öpersiniz onları; “Bu da O’nun kaleminden çıkmış!” dersiniz. Kapanır, yerlerde başakları öpersiniz; sarılırsınız onlara, “Bu da O’ndan!” dersiniz. Karıncalara sarılırsınız, termitlere sarılırsınız: “Bunların hepsi ilim programına göre, O’nun Kalem-i Kader ve Kudret’inden çıkmış şeyler!” dersiniz.
O’nu sevdiren o kadar çok şey var ki!.. Bütün bunlar sıralanınca, doğru okununca bunlar, onların size verdiği ses doğru duyulunca ve mesele şeytanî şerarelere kaptırılmayınca, O’nu daha derinden seveceksiniz. Çok sağlam gelen şeyleri kalibrasyonlara tâbi tutarak, o sinyallerin içine şerarelerin girmemesine dikkat ettikçe, Allah’ın izni-inayetiyle, Allah’ı seveceksiniz. Dolasıyla O’nu (celle celâluhu) size tanıtan Zâtı (sallallâhu aleyhi ve sellem) da seveceksiniz.
Peygamber Efendimiz’den öğrendiğimiz bir duada da demiyor muyuz? اَللَّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا، وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ، وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ “Allah’ım! İmanı bize sevdir, onunla kalblerimizi tezyin et; küfrü, fıskı ve isyanı bize çirkin göster. Bizleri rüşde ermişlerden eyle!” Kur’an-ı Kerim’den me’hûz (alınmış), Efendimiz’in duası bu. Sahabe-i kiramın kâmet-i bâlâlarını anlatırken buyuruyor: وَاعْلَمُوا أَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللهِ لَوْ يُطِيعُكُمْ فِي كَثِيرٍ مِنَ الأَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلَكِنَّ اللهَ حَبَّبَ إِلَيْكُمُ اْلإِيمَانَ وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ إِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ أُولَئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ “Hem bilin ki, şüphesiz aranızda Allah’ın Rasûlü vardır. Eğer (o), birçok işte size uyacak olsaydı, gerçekten sıkıntıya düşerdiniz; fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu kalblerinizde süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı ise size (kalblerinize) çirkin göstermiştir. İşte onlar, gerçekten doğru yolda olanlardır!” (Hucurât 49/7) O kâmet-i bâlâları böyle anlatıyor ayet-i kerime. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o ilahî beyandan bir dua istihraç ediyor.
Zannediyorum bu ayeti okuduğunuz zaman, sizin vicdanlarınız da “Yahu bu böyle olduğuna göre, benim de öyle demem lazım: Allah’ım! İmanı sevdir bana!” duygusuyla dolar. اَللَّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا “Allah’ım! Kalblerimizde onu bir süsle, bir püsle ki, başımız dönsün ona baktığımız zaman. İmanın derinliklerinin bize ifade ettiği şeyler, analize ettiği şeyler karşısında başımız dönsün!..” O “iman” sayesinde, o “marifet” sayesinde, o “muhabbet” sayesinde, o “zevk-i ruhânî” sayesinde öyle şeyler önünüze saçılacak ki, o sergiye baktığınız zaman, o meşhere baktığınız zaman, başınız dönecek. اَللَّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا Tersi bunun: وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ Bunlar, onları öldürücü virüs; bunlar güve… Küfrü bize kerih göster, ona karşı içimize tiksinti ver, küfre götüren şeylere karşı tiksinti hasıl olsun içimizde!.. وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ “Küfrü, fıskı ve isyanı bize çirkin göster.”
Esasen Allah’ın, bizim için takdir buyurduğu çerçevenin dışına çıkmaya “fısk” deniyor. Allah, bizi ahsen-i takvîme mazhar yaptığına göre, esasen, çerçeve bellidir. Bu çerçevenin dışına çıktığınız zaman, konumunuzun altına düşmüş olursunuz ki, buna “fısk” denir. Evlere giren yılanlar, çıyanlar, fareler ve sairelere, kendileri için mahdut olan deliklerin dışına çıktıklarından ve sınırlarını aştıklarından dolayı “fevâsiku’l-büyût” (فَوَاسِقُ الْبُيُوتِ) deniyor. Evden, deliklerden çıkan fâsıklar… Evet, kendisi için takdir edilen şirazenin dışına çıkana “fâsık”, çıkmaya da “füsûk” deniyor. “Allah’ım! Onu da bize çirkin göster!” وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ
“İsyan”, Allah’a başkaldırma; her türlü münkerât, her türlü günah, yalan, iftira, tezvir, başkasının ayağının altını kazma, başkasına karşı içinde kin, nefret tutma, hased ile kötülük yapma, küfrün yaptırtmayacağı şeyleri yapma, hafizanallah. وَالْعِصْيَانَ “Bunları bize kerih göster Allah’ım!” وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ “Bizi rüşde ermişlerden eyle!..”
“Rüşd” kelimesini, insanın elinin sağını solundan ayırması, elinin sağını solunu birbirinden tefrik etmesi hali şeklinde ifade ederler. Elinin önünü-arkasını biliyor artık; neyin ne olduğunu biliyor; güzeli, çirkini birbirinden tefrik edebilecek duruma geliyor. Ortaya değişik şeyler konduğunda, neyin hangi mahiyette olduğunu biliyor. İşte bizi onlardan eyle!.. İyiyi-kötüyü birbirinden tefrik etme… Bunu Usûliddin ulemasının diliyle ifade edecek olursanız, “Hüsn-i aklî ile bizi serfirâz kıl! Kubh-i aklîden bizleri fersah fersah uzak kıl!” demek oluyor.
Evet, insan, kaptırılması gerekli olan Zât’a (celle celâluhu) gönlünü kaptırırsa, zannediyorum O’nun dışında her şeye sırtını döner, her şeyi ayaklarının altına alır; raks etmek doğru bir şey değildir fakat onun üzerinde raks eder. Bu bir yönüyle fazilet sayılır; dünyevî arzuların üzerinde raks etmek…
“Ey kalbleri halden hale koyan Rabbimiz, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!”
“İhlaslı kimse, sâlih amel işleyen ve insanların kendisini övmesinden hoşlanmayan, övülmeyi sövülme gibi gören insandır.” Hazreti İsa’ya ait bir sözdür, bu. Hazreti Pîr, o yolda olanlardan birisidir; onları takip eden bir muhlistir. “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.” diyor. “İyilik yaptın, güzelliklere vesile oldun, “mazhar”sın!.” mülahazasına karşı, “Hayır mazhar değil memersin!” diyor. bir sözde. Esas o güzellikler O’na ait. Sen güneşe açık durduğun zaman, ondan gelen şualar sana aksediyor, dolayısıyla ona ait. Hele kendi karanlık tüneline gir bakalım, güneşin o ışınları kalıyor mu senin üzerinde?!. Kendi için diyor: “Sen ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim!’ diye gururlanma. اِنَّ اللّهَ لَيُؤَيِّدُ هذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ ‘Allah, bazen, bu dini, fâcir bir adamın eliyle de te’yîd buyurur.’ sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve fariza-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucb ve riyadan kurtul!.” diyor Çağın Sözcüsü, büyük insan.
Zannediyorum, manevî mertebeleri itibarıyla yukarıya doğru çıktıkça, büyüklerde daha derin bir nefisle yüzleşme görülüyor. Râşid Halifeler de aynı ruh haletinde ve kendileriyle yüzleşmede idiler. (Çağlayan Dergisi’nde “kendiyle yüzleşme” mevzuu ile alakalı neşredilen seri yazıları) mütalaa ettiniz ise, yukarıya çıktıkça bu hissin daha da ağırlaştığını görmüşsünüzdür. O kadar ağırlaşır ki, insan, onun altında ezilir âdetâ, o duygunun altında ezilir.
Onun için İnsanlığın İftihar Tablosu, Âişe validemizin dikkatini çekecek şekilde -bugün yine tekerrür etti- şöyle dua ederdi: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Benim kalbimi dininde sabitleyip perçinle!” يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلَى طَاعَتِكَ “Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinde sâbit kıl!” diyor İnsanlığın İftihar Tablosu; yüzü suyu hürmetine varlığın yaratıldığı İnsan diyor bunu. O’nun hakkında bu türlü şeyleri mülahaza, O’na karşı saygısızlık olur. Fakat O, Allah’a karşı edebinin/saygısının gereği olarak bunu diyor. Bir de o meselenin önemini vurguluyor. Bir de arkadakilerine bu mevzuda ders veriyor, “Böyle deyin!” diyor: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip-çeviren Allah’ım! Kalbimi, dinde sâbit kıl!”
Bu duayı çok tekrar etmesi üzerine, Âişe validemiz, o hayretli sorusunu sorunca, Efendimiz buyuruyor ki: اَلْقَلْبُ بَيْنَ إِصْبَعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمَنِ، يُقَلِّبُ كَيْفَ يَشَاءُ “Kalb, Cenâb-ı Hakk’ın iki parmağı arasındadır.” Bunlar, “müteşâbih” ifadeler. Orada da ifade ettiğim gibi, sizde el ne fonksiyon edâ ediyorsa, göz ne fonksiyon edâ ediyorsa, kulak ne fonksiyon edâ ediyorsa, ağız ne fonksiyon edâ ediyorsa… Zât-ı Ulûhiyet’te -bî-kemm u keyf münezzehiyeti, mukaddesiyeti çerçevesinde- o türlü fonksiyonları edâ eden bir kısım “Evsâf-ı Âliye-i İlahîye-i Münezzehe-i Mukaddese”, “Sıfât-ı Sübhâniye-i Münezzehe-i Mukaddese”… Meseleye öyle bakmak lâzım. Sizdeki dar dairede, gölgede o fonksiyonu edâ eden ne ise şayet, asılda (asaleten), o meseleyi edâ edecek, ifade edecek şeyler demektir.
Onun için, اَلْقَلْبُ بَيْنَ إِصْبَعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمَنِ، يُقَلِّبُ كَيْفَ يَشَاءُ “Kalb, O’nun iki parmağı arasında; istediği tarafa evirir, çevirir.” Öyle ise bir kere daha يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ Ey kalbleri evirip-çeviren Allah’ım! Beni, kardeşlerimi, dostlarımızı, taraftarlarımızı, sempatizanlarımızı, dünyanın dört bir yanında hâzır olanları, gelecekte olanları, işe müstaid olanları, mütemayil bulunanları, sempati duyanları… Bütününün kalblerini imanda sâbit kıl! Bütününün yüzlerini amel-i sâlihe müteveccih kıl!
Uhrevî amellerde ortaklık
Evet, “Ekseriyetin hâlisâne duası, ferec-i umumîyi cezbeder.” diyor Hazret. Zannediyorum herkes meselenin korosunu oluşturarak, bu şekilde seslenirse, Allah (celle celâluhu) o duayı kabul buyurur. Âdetâ başbaşa vermiş kubbe taşları gibi birbirimize destek oluruz. Ne olur o zaman?!. “İştirâk-i a’mâl-i uhreviye” diyor; bu tabiri bir başkasında görmedim, Çağın Sözcüsü söylüyor bunu. Demek ki reçete bu çağa göre olduğundan, Çağın Sözcüsü’ne, Allah, onu söylettiriyor; reçete, bu çağa göre. Diyor ki, “iştirâk-i a’mâl-i uhreviye” (uhrevî amellerde iştirak).
Mesela, Kur’an-ı Kerim’i her gün hatmetmek istiyorum, baştan sona kadar. Ebu Hanife, bilmiyorum her zaman yapıyor muydu; bazen iki rekâtta Kur’an-ı Kerim’i hatmediyordu. Ne insanlar yetişmiş!.. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı izleyerek ne insanlar yetişmiş!.. Şâfiî’yi alsanız, onu da o kefeye koysanız, “Allah Allah! Yahu bunlar ne kadar birbirine benziyor? Bu, o mu? O, bu mu?!” dersiniz. İmam Mâlik’i alsanız, Ahmed İbn Hanbel’i alsanız, Yahya İbn Maîn’i alsanız, Buharî’yi alsanız, Müslim’i alsanız, Ebu Davud es-Sicistânî’yi alsanız, Nesâî’yi alsanız; “Allah Allah! Ne kadar da birbirlerine benziyorlar; Allah, hepsini birbirine benzer yaratmış!” dersiniz. Manevî anatomileri itibarıyla, ruh enginlikleri itibarıyla, iç derinlikleri itibarıyla, kalbî ve ruhî hayat itibarıyla zirveleşmeleri açısından, birbirlerine o kadar benziyorlar bunlar.
Evet, diyor ki bir yerde: “Nasıl sadaka belayı defeder…” -Be-la-yı def e-der.- “Aynen öyle de ekseriyetin hâlisâne duası, ferec-i umumîyi cezbeder.” Ee bu meselenin reçetesi bu ise, bize düşen şey, o reçeteyi kullanmaktır: Hâlisâne, bir ferec-i umumîyi, bir kurtuluşa erişi, bir fevzi, bir necâtı Allah’tan istemek.
Şimdi Kur’an-ı Kerim’i hatmetmek istiyoruz. “Ah keşke imkânım olsa da onu bir akşamda, bir gecede bir bitiriversem!” Bast-ı zaman ile olabilir. Benim, sözüne inandığım birisi, “Önümde saat duruyordu.” demişti “O zamanlar, eskiden kıldığım namazların -herhalde öyle yapıyormuş- hepsini kaza ediyordum. O gün de kırk rekât kılmaya niyet ettim. Saat de önümde duruyordu. Ben kırk rekâtı bitirdim; saate baktım, beş dakika geçmiş!” Bast-ı zaman… Hani aklımız almaz bu türlü şeyleri ama zaman da, mekân da bunlar izafî şeylerdir. O “dar”ın içine Allah öyle bir vüs’at (genişlik) verir ki, başınız döner orada. Yahu şimdi böyle bir Sultan’a dilbeste olmayacaksınız da ne yapacaksınız?!.
Şimdi bunu yapamıyorsun, tek başına yapamıyorsun. “O zaman, arkadaş, bir cüz sen oku, bir cüz de ben okuyayım, bir cüz de falan okusun. Bir cüz Ali okusun.. bir cüz Veli okusun.. bir cüz deli okusun.. bir cüz Ebu Bekir okusun.. bir cüz Ömer okusun.. bir cüz Osman okusun.. bir cüz Ali okusun.. bir cüz Hasan okusun.. bir cüz Hüseyin okusun…” Böylece siz, bir günde Kur’an-ı Kerim’i hatmettiniz. O otuz cüz Kur’an-ı Kerim’i tek başına hepiniz okumuş gibi sevap alırsınız. İştirâk-ı a’mâl-i uhreviye, bu demek.
Mesela, hani Kur’an, derecesinde bir şey değil; onun derecesinde bir şey olamaz, çünkü o, Kelâm-ı İlahî. Ama ondan tereşşuh eden şeyler var. Tâ Efendimiz’den alın Râşid Halifelere, onlardan alın da o büyük Velilelere, Abdal’a, Evtâd’a, Aktâb’a, Gavs’lara, tasarrufları vefat ettikten sonra dahi geçen Şâh-ı Geylânîlere, Ebu’l-Hasan el-Harakânîlere, Akîl Menbicîlere, Şeyhü’l-Harrânîlere, bazılarına göre, Maruf el-Kerhîlere, Kıtmir’in idraksizliğine verin, Hazreti Sâhib-i Zîşân’a (Çağın Sözcüsü’ne) kadar… Bunlar, tasarrufları devam eden insanlardır. Bunlar, kaynağından almışlar, Kur’an’a göre filtre etmişler o meseleleri. Söyleyecekleri şeyleri Kur’an çizgisinde söylemişler. Şâh-ı Geylânî, öyle söylemiş; Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretleri, öyle söylemiş. İşte Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibendiye’ye bakın! Hazreti Şâh-ı Geylânî’ninkini bir kitap halinde neşretmişlerdi; el-Kulûbu’d-Dâria’da sadece birkaç tanesi var. Bütün virdleri, parmak kalınlığında bir kitap halindedir. Ebu Hasan Şâzilî hazretlerine bakın, İmam Zeynülâbidîn hazretlerine bakın, İsmail Halvetî hazretlerine bakın, Mustafa Bekrî es-Sıddîkî hazretlerine bakın… Bunlar esasen, Kur’an-ı Kerim ile meseleyi filtre ederek almışlar: “Aman ona ters bir şey olmasın! Aman, Efendimiz’in bu mevzuda ortaya koyduğu temel disiplinlere aykırı bir şey olmasın!” O’na göre Allah’a diyecekleri şeyleri demişler. Kelimeleri seçerken, Kur’an’a göre, Kur’an’ın referansına göre o kelimeleri seçmişler. Hiç kimse, Efendimiz’in dediği gibi diyemez ki! Dolasıyla ona göre seçmişler, ona göre virdler meydana getirmişler.
“Yakaran Gönüller”in dua halkalarından hiç ayrılmamalı
Onun için, aslın bir gölgesi, Mecmûatü’l-Ahzâb… Gümüşhanevî hazretlerinden Allah ebeden razı olsun, üç cilt halinde yapmış onu. Sonra Pîr-i Mugân, Şem’-i tâbân, Ziyâ-ı himmet, o üç cildi on beş günde bir hatmediyor. Aklım almıyor, bast-ı zaman… Adam, onca risale yazıyor… Yüz otuz küsur parça risale yazıyor ve aynı zamanda on beş günde bir de o üç cilt kitabı okuyor! Sonra onu tashih ediyor, çok yerlerini tashih ediyor. Sonra sizin arkadaşlarınız yeni bir tashih ile bazı virdleri/duaları/hizbleri alıyorlar; “inleyen, sızlayan, ney sesi veren, kalbleri inleten” manasına “el-Kulûbu’d-Dâria” adıyla bir dua mecmuası meydana getiriyorlar.
Bunu niye dedim, bunları niye söyledim? Bu gevezeliğin arkasındaki kafiye şu: Bu kitabı baştan sona kadar hepimizin bir günde okuması mümkün değil. Çünkü yedi yüz küsur sayfa. Yirmi dört saat okusanız, bitmez bu. Çünkü çok defa deniyorsunuz, on sayfayı okuyunca, yarım saat, kırk dakika geçiyor. Her kelimeyi düşünerek okursanız, bir saat ister; her kelimeyi düşünerek, tam; Allah karşısında duruyor olma hissiyle, “ihsan” şuuruyla okuyacak olursanız, bir saat. Ondan sonra hesap edin kaç saatte… Ama bu meselenin bir kolay yolu var; işte, iştirâk-i a’mâl-i uhrevîye. On sayfa Ali, on sayfa Veli, on sayfa deli, on sayfa bilmem kim, on sayfa kim, on sayfa kim… Böylece o kocaman kitap, bölüştürülmüş oluyor. Ve her gün bitiyor o kitap, her gün insanın evrâd u ezkâr defterine, o kitapta olan her şey akıyor, şakır şakır akıyor, Nil gibi.
Böyle kazanım yolları varken, ne diye kendimizi belli bir darlığın mahkumu haline getireceğiz?!. Mekânın darlığına, zamanın darlığına, kendi darlığımıza mahkûm etmeyelim!.. Ruhun enginliğine göre, bir üveyik gibi kanat açalım, sonra enginlere açılmaya bakalım. Daha engine, daha engine, daha engine açılmaya bakalım, Allah’ın izni-inayeti ile.
O zaman o kadar evrâd ü ezkâr ile Cenâb-ı Hakk’a içten tazarru ve niyazda bulununca, bir yönüyle her arkadaşımızın yürüdüğü yolda kaymaması adına yollara tuz serpmiş oluruz. Günümüzde yollar çok buzlu. Buna karşı arkadaşlarımızın ağız birliği yaparak, duayı koro haline getirmesi lazım. Ee bu işi, bu senfoniyi idare eden zatlar, gelmiş-geçmiş. İsterseniz önünüzde belli bir makamda onu söylüyor gibi onları düşünebilirsiniz. Hazreti Bediüzzaman’ın okuyuşuna bakıp Sabâ mı dedi, Uşşak mı dedi, Rast mı dedi, Hüzzâm mı dedi, Segâh mı dedi, Hicaz mı dedi, ona göre meseleyi koro haline getirerek, Cenâb-ı Hakk’a öyle sunabilirsiniz. Bu, arkadaşlarımızla beraber yürüdüğümüz o müşterek güzergâha -Allah’ın izni-inayetiyle- tuz serpme gibi bir şey… Ne tuzu? Tuz, yine kaymaya sebebiyet verebilir. Buzun buzluğunu kırabilecek ne ise şayet… Buzu buzluktan çıkarabilecek şeyler neler ise şayet… Zincir mi takıyorsunuz ayaklarınıza, bastığınız her yerde sâbit-kadem mi oluyorsunuz… Biraz evvelki mülahazaya bağlayabilirsiniz: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ Allah’ın izni-inayetiyle…
Şimdi böyle “iştirâk-i a’mâl-i uhrevîye” düsturuyla “bir”leri “bin”ler yapma, “milyon”lar yapma, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden beklenen şey, Hannâniyetinden beklenen şey, Mennâniyetinden beklenen şey, vüs’at-i rahmetinden beklenen şey, Rahîmiyetinden beklenen şeydir. Bekliyoruz. Başımız, O’nun Rahmâniyet ve Rahîmiyetinin eşiğinde, inliyoruz. Elimiz, O’nun kapısının tokmağında; o tokmağa yüreğimizin sızlaması ile dokunuyoruz; yürek sızlaması ile dokunuyoruz veya “ihsan şuuru” ile dokunuyoruz..
Allah’ın izni-inayetiyle, bu gelip-geçici fırtınalar, bir bir dinecek. Şimdi başlarda olan ayaklar, bir bir yere/zemine inecek. Işıklar gelecek, zulmetleri delecek, Allah’ın izni-inayetiyle. “Ufukta ışık cümbüşü / Hırıl hırıla zulmetler / Ve her tarafta gürül gürül nurlar.” Allah, o günleri gösterecek!..
Dua ile noktalayalım: يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ نَسْتَغِيثُ، أَصْلِحْ لَنَا شَأْنَنَا، وَلاَ تَكِلْنَا إِلَى أَنْفُسِنَا طَرَفَةَ عَيْنٍ، وَلاَ أَقَلَّ مِنْ ذَلِكَ، وَلاَ إِلَى أَحَدٍ مِنْ خَلْقِكَ Ey Hayy u Kayyûm olan Allah! بِرَحْمَتِكَ نَسْتَغِيثُ Sen’in rahmetinden dileniyoruz dileneceğimiz şeyleri. El açıyor, başımızı kapının eşiğine koyuyor, ne istiyorsak Sen’den istiyoruz. وَلاَ تَكِلْنَا إِلَى أَنْفُسِنَا طَرَفَةَ عَيْنٍ Göz açıp kapayıncaya kadar, bizi, bizimle/nefsimizle başbaşa bırakma. Hatta göz açıp-kapamadan daha az bir zaman içinde bizi nefsimizle başbaşa bırakma!.. Ve zayıf bir rivayette, “Hiç kimseyle de başbaşa bırakma!” Hiç kimseyle başbaşa bırakma!..
Allah, zalimlerin hakkından gelsin!.. Siz mazlumları da inayetiyle, keremiyle, lütfuyla serfirâz kılsın!.. طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ، وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ “Ne mutlu haddini bilene ve haddini tecâvüz etmeyene!..”
- tarihinde hazırlandı.