İdeal dünyanın hak üçgeni

İdeal dünyanın hak üçgeni

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Hayallerimizde sükûnet, huzur ve emniyetin remzi bir dünya var!..

İmam Şâfiî hazretleri diyor ki: “Kendini hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder!”

Çok yüksek bir “gâye-i hayal”e bağlanmalı!.. Bu talebe arkadaşlar, “gâye-i hayal” nedir, bilmeyebilirler. “İdeal”i biliyorlarsa, yarım-yamalak onun karşılığı demek. Ziya Gökalp’ın “ideal” karşılığında kullandığı “mefkûre” tabirini biliyorlarsa, “gâye-i hayal”i de bilirler. Çünkü onlara karşılık “gâye-i hayal”i de Hazreti Bediüzzaman kullanmıştı.

“Hayal”in dairesi çok geniştir. O mevzuda siz de çok geniş şeylere dilbeste olacak, hep hayallerinizle onları canlandıracaksınız. Çok güzel, Cennet gibi bir dünya.. ütopyalarda eşine rastlayamayacağınız çok güzel bir dünya..  insanların birbiriyle sarmaş-dolaş olduğu bir dünya.. harp ü darptan söz edilmeyen bir dünya.. insanların birbirlerini yok etme, öldürme ve ademe mahkum etmeleri gibi intikam alma durumu olmayan bir dünya.. veya belli ölçüde bütün bunların lokalize edildiği bir dünya… Hepimizin gâye-i hayali bu. Bu da o mevzuda çok sağlam, köklü, tabiatlara mal olmuş ve vicdanın bir derinliği haline gelmiş “kültür”e, “vicdan bilgisi”ne, meselenin içtenleştirilmesine bağlıdır/vâbestedir.

Hepimizin arzu ettiği o, ama tabiat deformasyonuna uğramış, bir yönüyle, ruhî bir dejenerasyon yaşayan insanların da kendilerine göre bir “dünya” tasavvurları vardır. Onlar, o tasavvura uymayan her şeye karşı ilân-ı harp ederler, savaş ilan ederler. Dertleri “Bana benze!” derdidir. Onlara benzerseniz, belli ölçüde size yaşama hak ve imkânı verirler. Benzeyemezseniz, gözlerini kırpmadan sizi ifnâ ederler. İfnâ, yok etme demek, fenaya mahkûm etme demek. Sırasıyla belli kelimelerle ifade ederken, çok tekrardan dolayı sizler de ezberlemişsinizdir: “Ta’yîr”, “ta’yîb”, “tahkîr”, “tezyîf”, “tenkîl”, “ibâde”… Bunların hepsi, nüanslarıyla, “yok etme”nin, “bitirme”nin, “karalama”nın, “itibarsızlaştırma”nın türleridir.

Bir de “ümerâ” (emirler, idareciler) bunu yapıyorsa, yaparken de bunu “hakka-adalete uygun” görüyorsa, bu, onların şerîr (çoğulu, eşrâr) olduklarına delâlet eder. Sizin de şerîrlerin şerrine maruz kaldığınıza delâlet eder. Öyle bir dünyada huzur yoktur, emniyet yoktur. Öyle bir dünyada korku, telaş, endişe kol gezer. İnsanlar, güvenle evlerinin içinde, salonun ötesinde, ötenin de daha ötesinde, mahrem dairesinde, yatak odasında yatarken bile, güven duymazlar. “Ya bir roket gelirse buraya!.. Ya bir bomba atılırsa!.. Ya aşağıya bir gazlı bomba atılması gibi bir şey olursa!..” falan… İnsanlar, endişe ile oturur-kalkarlar. Sabahtan akşama kadar ayrı bir korku, akşamdan sabaha kadar da ayrı bir korku, ayrı bir telaş… Bu korku-telaş, tesirini icrâ ede ede, insanların hepsini “paranoyak” hale getirir. Hiç olmayacak şeylerden bile endişe duyarlar. Bir serçe, pencerelerine çarpar, “Bir bomba mıydı?!.” der titrerler hemen. Titremekle kalmaz, evdekilerine de titreme mesajı verirler: “Galiba bu bir bomba idi!” derler. Hanım, titrer; anne, titrer; baba, titrer; çocuklar, titrer. Bunlar, korku üreten korku borazanı gibidirler, böyle bir dünyada. Şirârın, eşrârın hükmettiği, hâkim olduğu, idare ettiği bir dünyada… O dünyayı resmetmeyi, Picasso’ya verseniz, tecrîd mülahazasıyla meseleyi böyle resmeder ve aynen böyle bir dünya çıkar.

Sizin aradığınız dünyaya gelince; çerçevesiyle zihninizde tam oluşturdunuz mu, oluşturmadınız mı, ben, sizin idrak ve düşünce ufkunuza güvenerek diyorum ki: Hayallerinizde siz, öyle bir dünyayı resmediyorsunuzdur ki!.. Resmettiğiniz o dünyayı, dünya çapında Cenâb-ı Hak, realize etmeye muvaffak kılsın!.. El ele, kol kola, sarmaş-dolaş olunan bir dünya.. insanların huzur içinde olduğu bir dünya.. iyi olduğu dönemde -Osmanlı’da olduğu gibi- zekât taşlarının, sadaka taşlarının dışarıya konduğu bir dünya… Çalma-çırpma bahis-mevzuu olmadığı için, insanlar, verecekleri şeyler bilinmesin diye, “Ben verdim, bana karşı mahcup olmasınlar, açık-kapalı bir minnet altında kalmasınlar!” diye, meçhul bir yere, bir kayanın üzerine, bir taşın üzerine, zekâtlarını/sadakalarını bırakıyorlar; ihtiyacı olan da, oradan ihtiyacı kadar alıyor. Ütopyalarda gördünüz mü böyle bir şeyi?!. Onun için, o devletin mükemmel olduğu dönemde, Campanella “Güneş Devleti”ni yazdığında, “Devlet-i Aliyye’yi baştan bilseydim, bu ütopyayı yazmazdım ben! Benim yazdığım şeyler, bir yerde yaşanıyormuş!..” demişti. Bizim yitirdiğimiz şeyler!..

Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz; zira her şeyin kaymağı kendi cinsinden olur, tabanında ne varsa tavanına da o vurur.

 İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: Olumsuz tabloyu oluşturan, eşrâra, mülûke değinmeden önce, ideal bir dünyadan bahsederken, şöyle buyuruyor:

إِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ، وَأَغْنِيَاؤُكُمْ سُمَحَاءَكُمْ (أَسْخِيَاؤَكُمْ)، وَأُمُورُكُمْ شُورَى بَيْنَكُمْ فَظَهْرُ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ بَطْنِهَا

“Şayet sizin idarecileriniz en hayırlılarınız, zenginleriniz en cömertleriniz ve işleriniz de kendi aranızdaki istişarenin (ortak aklın) neticesi ise, o zaman sizin için yerin üstü altından hayırlıdır.”

Evet, başınızdaki insanlar; valileriniz, vekilleriniz, nâzırlarınız (bakanlarınız), serkârlarınız, başbakanlarınız, reis-i cumhurlarınız; bunlar, sizin en hayırlılarınız ise şayet… Hayırlı insanlar ise… “Hayırlı insan” demek, şer yapmayan insan demektir. Her tavır ve davranışından hayır akan insan demektir. Hayır bulutu gibi sürekli, sağanak sağanak tebaalarının başlarına rahmet yağdıran insanlar demektir. Yağmura da “rahmet” deniyor ya!..

İdarecileriniz إِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ “Sizin hayırlılarınız olursa…” Burada antrparantez: كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ “Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz!” buyuruyor Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz. Zemin, blokaj, nasıl ise, onun üzerine kurulacak bina da ona göre olur!.. Taban belirler o “ümerâ”yı. Onun için كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ “Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz!” buyuruyor Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem). Evet, bir kere daha diyelim: كَلاَمُ سَيِّدِ الْبَشَرِ، سَيِّدُ كَلاَمِ الْبَشَرِ “İnsanlığın Efendisi’nin sözleri, sözlerin efendisidir.”

İdarecileriniz sizin en hayırlılarınız olurlarsa… إِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ Sizin için ölüp ölüp dirilen.. yaşatma duygusuyla oturup-kalkan.. sizin yaşamanızı, mesut olmanızı sağlayan.. enbiyâ-ı ızâm gibi, Ebû Bekr u Ömer u Osman u Ali gibi, kendileri için yaşamayı üç adım, dört adım, beş adım geride bırakan.. başkalarının yaşaması adına o kadar önde koşturan… Öyle hayırlı olurlarsa… “Hüküm”, diğer iki maddenin sonunda geliyor.

“Cömert mümin Allah’a, Cennet’e ve insanlara yakın, Cehennem’e ise uzaktır.”

İkinci olarak; وَأَغْنِيَاؤُكُمْ أَسْخِيَاؤَكُمْ “Zenginleriniz de en cömertleriniz olurlarsa…” “Cevâd”, Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sından bir isim; o ismi temsil ederlerse.. îsâr ruhuyla hareket ederlerse.. o mevzuda da -bir yönüyle- yedirmeyi, yemeye tercih ederlerse.. görüp-gözetmeyi, görülüp-gözetilmeye tercih ederlerse.. bakıp-görmeyi, bakılıp-görülmeye tercih ederlerse… وَأَغْنِيَاؤُكُمْ أَسْخِيَاؤَكُمْ “Zenginleriniz de, sahîy olurlarsa!” Cömert, civanmert… Îsâr’a kadar yolu var; başkalarını kendi nefsine tercih etmeye kadar; yemede, içmede, yaşamada… وَأَغْنِيَاؤُكُمْ أَسْخِيَاؤَكُمْ “Zenginler de, olabildiğine cömerttirler.”

“Cevâd”, bildiğimiz Esmâ-i İlâhî içinde yok fakat başkalarının kullandığı “Cevvâd” (mübâlağa kipi); “çok cömert”, Allah (celle celâluhu). “İlahî ahlak ile ahlaklanın”; تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “Allah’ım! Sen ne kadar cömertsin! Lütf-i İlahîn ile, rahmetinin vüs’ati ile, fazlının enginliği ile, istemeden insanlara veriyorsun: Sen, bana o ruhu ver, insanlar istemeden ben, her şeyimi onlar için saçayım, savurayım, geçtikleri yollara dökeyim. Kimin döktüğünü bilmeden, dererek, toplayarak gidecekleri yere gitsinler!” Böyle bir cömertlik, böyle bir civanmertlik, böyle bir îsâr ruhu…

Sahabede gördüğünüz gibi. Hani yemeğin çanağına kaşığını çalıyor, ağzına bir şey götürmüyor, misafir karnını doyursun diye. Sabah huzur-i Rasûl-i Kibriyâ’ya geldiğinde (sallallâhu aleyhi ve sellem), Efendimiz, onlara şu ayeti müjdeliyor: وَالَّذِينَ تَبَوَّءُوا الدَّارَ وَالإِيمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 59/9)

Evet, وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ Kendileri, fakr u zaruret içinde inleseler bile, kardeşlerini kendilerine tercih ediyorlar!.. “Ben, yemesem de olur; elverir ki kardeşim, karnını doyursun! Ben, giymesem de olur; elverir ki kardeşim, giysin, o üşümesin!” diyorlar. Bu mülahaza; işte “yaşatma duygusu” bu!.. “Yaşatmak için yaşama”, yüksek ideali bu!.. Böyle bir ideal, dünyada öyle bir birlik, öyle bir vahdet, öyle bir uyum, öyle bir uzlaşma meydana getirecektir ki, mevcut şeytan gibi insanlar sayısınca şeytanlar olsa, o âhengi bozamayacaklardır, Allah’ın izni ve inâyetiyle.

İstişare, mü’min bir toplumun en bariz alâmeti ve İslâm’a gönül vermiş bir cemaatin en önemli hususiyeti olmalıdır.

Üçüncü olarak; وَأُمُورُكُمْ شُورَى بَيْنَكُمْ “İşleriniz, kendi aranızda meşveret sistemine, istişare sistemine bağlı yürüyorsa!..” Her meseleyi “kolektif şuur”a müracaat ederek çözmeye çalışıyorsanız.. problemlerinizde mutlaka “çok akıl”a müracaat ediyorsanız… Bu öyle bir sistemdir ki, vahiy ile müeyyed olan enbiyâ-ı izâm bile; Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Sâlih, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Efendiler Efendisi Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy ile müeyyed oldukları halde, her şeyi kendilerinden öğrenen insanlarla meseleleri meşveret ediyorlar. Avamca izah ederken, şöyle diyebilirim: “Benim çıraklarım! Hele gelin şu meseleyi sizinle bir istişare edelim; nasıl buluyorsunuz bunu?!. Her şeyi benden öğrenenler, vahy-i semavî vasıtasıyla; hele gelin çıraklar, talebelerim benim!..” Size hiç öğretmenleriniz öyle dedi mi: “Çocuklar, şu meseleyi sizinle bir istişare edelim! Bizim yaptığınız -böyle- akıllıca bir şey mi; yoksa öğretmen olarak delice bir şey mi yapıyoruz? Bir de sizin fikrinizi alalım!” Evet, her meselesini meşverete havale ederek çözümü orada arayanlar…

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), verdiği kararlarda milimi milimine isabetli karar veriyordu. Hani “dehâ” için derler ki: “Dehâ için intihap yoktur!” Söz, bu. Dâhî bir insan, bir mevzuda karar verdiği zaman, şip-şak o, yerine oturmuş olur. “Şip-şak” da halk ifadesi, rahatsız olmadınız inşaallah. Enbiyâ-ı izâmın, insanlığı aşkın, insanı aşkın “fetânet”leri, dehâyı bilmem kaç adım geride bırakan bir dinamizmdir, bir güç kaynağıdır. Fakat düşünün; bu tabiat, bu fıtrat, bu firâset, bu kiyaset, meselelerini hallederken, “meşveret”e müracaat ediyor. Sadece küçük bir örnek; hadise itibariyle küçük değil fakat Siyer felsefesi açısından örneklerden bir tane örnek:

Allah Rasûlü, Uhud’a çıkacağı zaman, rüyada görüyor; olup bitecek şeyleri görüyor. Enbiyâ-ı izâmın rüyaları, aynıyla çıkar; “gayr-ı metlüv vahiy” gibidir; yani, Cebrail araya girmeden, Allah’ın (celle celâluhu) onlara göstermesiyle görürler. Resmeder Allah (celle celâluhu); o resim, onların nöronlarına mı, hipofiz bezine mi, talamus bezine mi, hafızasına mı akseder?! Şuuraltı müktesebatın dışa vurması değil; Freud’ca bir mülahaza o. Ve onlar kalkar, bir yönüyle, ona göre hareket ederler.

“Allah Rasûlü, Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine Uhud’a çıkardı.”

Allah Rasûlü, Uhud savaşı öncesinde, rüyasında bir kısım sığırların boğazlandığını gördüğünden bahsediyor ve Kendi mütalaasını -Kurban olayım!- ortaya koyuyor. “Bana kalırsa, tabya savaşı yapalım! Açığa çıkmayalım; açık alanda, düşmanlarımız üzerimize geliyor!” diyor. Biraz evvelki, o kelimelerin hepsini bir araya getirin; hepsinin ifade ettiği mana ile; “ta’yîr” ile, “ta’yîb” ile, “tahkîr” ile, “tezyîf” ile, “tenkîl” ile, “ibâde” ile… Bu mülahazalarla geliyorlar. Medine-i Münevvere’de taş taşın üzerinde bırakmamak üzere geliyorlar. “Biz, dışarıya çıkmayalım; tabya savaşı yapalım burada; bir müdafaa savaşı verelim!” diyor. Fakat meşverette, Bedir’de bulunmayan insanlar da var, şehitliğe teşne insanlar da var.

Mesela orada Mus’ab İbn Umeyr gibi, Abdullah İbn Cahş gibi insanları düşünün ki, bir sahabî, müşahedesini şöyle anlatıyor: Abdullah bin Cahş, bir taşın arkasında saklanmış, ellerini kaldırmış, öyle duruyor: “Allah’ım, benim karşıma çetin mi çetin, bir tane mülhid çıkar, savaşayım ben, hakkından geleyim. Benim Peygamberimin üzerine geliyor, benim Peygamberimin “Medine”leştirdiği Yesrib’in üzerine geliyor. Ben, onun hakkından geleyim. Öbürünün de hakkından geleyim. Sonra biri çıksın, benim bir kolumu kessin; biri çıksın, öbür kolumu kessin; biri çıksın, bacağımı koparsın; biri çıksın, kellemi alsın!.. Ben o kanlar içinde, şakır şakır akan kanlar içinde, Sen’in huzuruna geleyim. Sen bana de ki; ‘Abdullah, uzuvlarını ne yaptın?!.’ Ben de Sana diyeyim ki: Onları Rasûl-i zîşan’ın önünde fedâ ettim!” diye dua ediyor.

Şimdi bu insanlar, tabya savaşına razı olurlar mı?!. Kanaat izhar ediyorlar, “Bedir’deki kardeşlerimiz gibi açıktan açığa yâ Rasûlallah!” diyorlar. Allah Rasûlü, burada meşverete uyuyor. Gördüğü şey, O’na, farklı bir hedefi gösteriyor; farklı bir savaş stratejisi ona ilham ediyor. Fakat madem mesele meşveret edildi; meşverette umumun veya çoğunluğun re’yi o istikamette ortaya çıktı; O da ona göre hareket ediyor.

Mısırlı babayiğit bu konuyla alakalı şu ayet-i kerimenin tefsirinde önemli bir husus vurgular: فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ “İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i Imrân, 3/159)

Fazz u galîz olsaydın, katı kalbli, katı yürekli olsaydın, çevrendekiler dağılır giderlerdi. “Ey Habib-i Zîşân’ım, öyleyse Sen”, فَاعْفُ عَنْهُمْ “Onları affet, bağışla!..” Bir sünger çek! Öyle diyebilirsiniz; “affetme” odur, çizgileri silme demektir, yazıyı silme demektir. وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ Bir de Sana karşı küçük bir saygısızlık/zelle oldu; bundan dolayı da “onlar için mağfiret dileğinde, yarlığanma dileğinde bulun!..” Hiçbir şey olmamış gibi, bir daha toplan onlarla, وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ “Ba’demâ yapılacak şeyleri meşveret et!..” İlahî ahlak. تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “Allah ahlakıyla ahlaklanın!..” O (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle idi, öyle yapacaktı. فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ “Bir kere de bir şeye azmettin mi, iradeni ortaya koydun mu, “Vira bismillah!” dedin mi, gözünü kırpmadan yürü o işin üzerine!..” diyor Allah (celle celâluhu). إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ “Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.” اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْهُمْ، اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْهُمْ “Allah bizi de onlardan kılsın. Allah bizi de onlardan eylesin!..”

İşte, Mısırlı kahraman diyor ki; “Eğer O (sallallâhu aleyhi ve sellem) meşveret yaptıktan sonra bilseydi ki Uhud’a çıkacak kimselerin hepsi şehit olacak, meşveret genel disiplini hatırına yine çıkardı!” Anlıyor musunuz?!.. Nitekim Kur’an-ı Kerim, وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Onlar (öyle kimselerdir) ki, Rabbilerinin çağrısına icabet eder ve namazı dosdoğru kılarlar; onların işleri kendi aralarında şûrâ iledir; kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infakta bulunurlar.” (Şûrâ, 42/38) buyurarak, Ashâb-ı Kirâm’ın meşverete verdiği değere de dikkat çekmektedir. “Onlar, kendi problemlerini, kendi aralarında meşveret meclisine havale ederek çözüyorlardı.” demektedir, âlî bir toplumdan bahsederken.

Öyle olunca; yani, ümerâ, hayırlı; ağniyâ, cömert ve işler de meşverete bağlı götürülünce; işte o zaman, فَظَهْرُ اْلأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ بَطْنِهَا “Yer üzerinde yaşamak, sizin için ölmekten, toprağın altına gömülmekten daha hayırlıdır!” Öyle bir dünyada yaşanır; çünkü öyle bir dünya, ideal bir dünyadır. Ütopyacıların çizmeye çalıştıkları ama çizemedikleri bir dünyadır. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından çerçevesi belirlenen bir dünyadır.

Adeta yerin altının üstünden hayırlı olduğu günlerde yaşıyoruz; çünkü bir toplumu felç edebilecek üç ölümcül marazın da mevcudiyetine şahit oluyoruz.

Bu, pozitif yanı; negatif yanına gelince: وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ، وَأُمُورُكُمْ إِلَى نِسَائِكُمْ فَبَطْنُ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ ظَهْرِهَا “Fakat yöneticileriniz en şerlileriniz, zenginleriniz en cimrileriniz ve işleriniz de (meşveretten mahrum olarak) cins-i sânîye etrafında dönüyor ise, o takdirde de sizin için yerin altı üstünden daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Fiten, 78)

Evet, وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ “Emirleriniz sizin en şerlileriniz olursa…” Sürekli şerâre üreten… “Şerr” kelimesi, “hayr”ın zıddıdır. Fakat “şerâre” kelimesini de kullanırız; Frenkçe’den geçme bir kelime bu. Telsizde, sinyaller içinde, o sinyalleri karıştırma adına, birileri devreye girer; siz, “di-di-dâ-dıt, dâ-dâ-dıt, dıt-dıt-dıt, dâ-dâ-dıt” filan, bunları doğru almayasınız diye, araya girerler, sinyalleri bozarlar. Yeniden bir kalibrasyondan geçirme lüzumunu duyarsınız o zaman. Bu açıdan, “şirâr”, aynı zamanda “şerâreci insan”lar… “Falanlar, galiba bizi beğenmiyorlar, haklarından gelmek lazım!.. Filanların yaptıkları şeyi bozmak lazım: Cennet’e bunlar, bir helezon kurdular; insanları oraya çıkarıyorlar. Biz, senelerden beri göbek çatlattık, bu işin onda birini yapamadık; öyleyse bize düşen şey, bu helezonu yıkmak, Cennet’e gidenlerin önünü kesmek!.. Birileri toplumların değişik kültürleri arasında köprüler kurdular; sırtlarında taşlar taşıyarak, hamal gibi çalışarak, kendilerinden vazgeçerek, yaşatma duygusunu öne alarak!.. Biz bu köprülerden bir tanesini kuramadık! Bunlar, yüz yetmiş ülkede köprü kurdular; yüz yetmiş küsur ülke ile ülkemiz arasında köprüler kurdular. Bizim kurmadığımız/kuramadığımız köprüler, mel’un köprülerdir; bunlar, Cennet’e bile taşısa, insanlığı kardeşliğe bile götürse, sarmaş-dolaş olmaya bile götürse, bize düşen şey, bu köprüleri yıkmaktır!..” mülahazalarını taşıyan insanlar… Çünkü şeytan öyle emrediyor.

Şerâreciler… وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ Şerâreci, şerli, hayırlara ait bütün bünyânları yıkan, bütün ümranları yıkan, yapılmış bütün pozitif şeylerin dibine dinamit koyan; insanları karalayan, itibarsızlaştıran, bulundukları yerde -bir yönüyle- ademe mahkum etmeye çalışan şerâreciler… Kafa karıştıranlar, sinyalleri bozanlar…

İkinci olarak, وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ “Zenginleriniz de en cimrileriniz ise…” Cem-i mükesser hepsi bunların; “çok, çokluk böyle olunca” demek. “Ümerâ” da cem-i mükesser, “şirâr” da cem-i mükesser, وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ O da cem-i mükesser. “Zenginleriniz, imkân sahibi olanlar da gırgıt olduğu zaman…” “Gırgıt”; her yerde kullanırlar mı bu tabiri? Doğu’da cimri, sıkı manasına kullanılır. Canını verir elinde olan şeyleri vermek istemez. Değil yedirmek, içirmek, görüp gözetmek, bakmak, başkasını kendisine îsâr ruhuyla tercih etmek, acından öldüğünü görse bile, vermez. Mesela zindana koyar, elindeki parasını alır, hanımını evde aç bırakır. Veya hanımı içeriye alır, beyi bir yerde saklanır; o, orada acından, her gün birer yudum su almak suretiyle ihtiyacını gidermeye çalışır. Ve diğerleri de ciddî bir durgunluk, âdeta ölüme benzeyen bir durgunluk yaşarlar. “Gırgıt” insanlar, cimri insanlar, “nekes” insanlar…

Hâlbuki مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ Müslümanların dertleriyle, derecesine göre, insanların dertleriyle, dertlenmeyen; “Müslümanınkiyle dertlenmeyen, Müslüman değildir!” İnsanların dertlerini içinde duymayan da, insan değildir!.. Myanmar’da problem varsa, bilmem en uzak doğu hangi ülke ise, Tayvan mı, Tayland mı, orada bir problem varsa şayet, bence belli ölçüde onun ızdırabını ruhunda duyuyorsan, sen, insanlığını öldürmemişsin, bir kısım şeylerin altında kalarak ezilmemişsin!.. Evet, وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ Bahîl, cimri; zenginler de öyle cimri olurlarsa..

Üçüncüsü; وَأُمُورُكُمْ إِلَى نِسَائِكُمْ “Meseleler de hep gidip kadınlığa dayanıyorsa…” Ben farklı anlıyorum, bakın. Söylediğim bu tercümeyle ne anlıyorsanız, öyle anlayın. Onların (kadınların) önemli, hayatî bir yere gelip gelmemesi değil, fakat bohemlik ile her şeyin onlara bina edilmesi.. o yönüyle öne çıkarılmaları.. Hollywood’un öyle işlemesi, Yeşilçam’ın öyle işlemesi.. insanlarda sürekli o duygunun tabiatın bir derinliği haline getirilmesi.. insanların, o duygunun güdümüne girmesi…

İşte böyle olduğu zaman da فَبَطْنُ الْأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ ظَهْرِهَا “Yerin dibi, sizin için, üstünde yaşamaktan daha hayırlıdır!” Yerin dibi… Şu üç tane negatif şey, şayet toplumda/toplumlarda hâkim ise, bence, yerin üstünde bulunmanın anlamı kalmamıştır artık. Belki de bu böyle devam ederse, Allah (celle celâluhu), “Bu küre-i arzın, Güneş’in etrafında dönmesinin anlamı kalmadı!” buyurur, İsrafil’e ferman eder: “Üfle Sûr’a!..” der. Ve her şey sonra, atom parçacıkları gibi saçılır, savrulur; kopar kıyamet. Başlar, başka bir alâmet, başka bir âlem.

“Yemin olsun asr’a (zamana); insanlar hüsranda.. ancak şunlar müstesna!..”

Evet, insan, doğruluğa kilitlenmeli, hep doğru düşünmeli, doğru konuşmalı, doğru şeyler ifade etmeli, doğruluk adına bir küheylan gibi koşmalı, doğruluk adına üveyik gibi kanat açmalı, doğruluk semâlarına doğru uçmalı!.. Doğruluk, hak… Hak istikametinde… Ve bunların hepsini de hakka ircâ edebilirsiniz; ümerâ’nın hayırlı olması, hak; ağniyânın cömert olması, hak; umûrun meşverete bağlı olması, hak.. ve diğerlerine gelince, onların da hepsi “bâtıl”.

“Hak” müsellesi/üçgeni; bir vâhidin üç yüzü; esasen tek bir şeyin ayrı üç derinliği demektir. Diğeri de negatif/olumsuz şeylerin üç yanını ifade ediyor; yine bir vahidin üç yüzü demektir.

M. Akif diyor; “Hâlık’ın nâ-mütenâhi adı var, en başı Hakk.” Lafz-ı celâle’den sonra, Hakk. “Hâlık’ın nâ-mütenâhi adı var, en başı Hakk.” Bâtılın karşıtı.. şerrin karşıtı.. şerârenin karşıtı. “Ne büyük şey kul için, hakkı tutup kaldırmak!” Vazife ve misyonunuz ne?! “Hakkı tutup kaldırmak…” “Ne büyük şey kul için, hakkı tutup kaldırmak! / Hani Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım derlerken / Mutlaka Sure-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden? / Çünkü meknûn o büyük surede esrâr-ı felâh…”

O kısacak sûrede, üç ayetlik sûrede, “felah”ın bütün temel disiplinleri, kurtuluşun, saadete/mutluluğa erişin temel disiplinleri meknî, meknuz. “Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh / Başta imân-ı hakiki geliyor…” وَالْعَصْرِ “Asr’a kasem olsun ki!..” إِنَّ الإِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ “Tabiatı icabı, nefsi bulunması icabı, insan, hüsranda/kayıptadır.” إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا “Ancak iman edenler…” Fiil kipi olması itibariyle, her gün imanlarını yenileyenler; Sahabî anlayışıyla تَعَالَ نُؤْمِنْ سَاعَةً “Gel hele şöyle imanımızı bir gözden geçirelim!” diyenler… إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا En başta “iman”… “Zira meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felah / Başta iman-ı hakiki geliyor…” آمَنُوا “Sonra salâh.” وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “Sonra ‘hak’, sonra ‘sebat’” Sabır… “İşte kuzum insanlık / Bu dördü birleşti mi, yoktur sana izmihlal artık!” Bu dördü birleşti mi yoktur sana izmihlal artık!..

Sahabî efendilerimiz birbirleriyle muhavere/müzakere ettikleri zaman, ayrılırken okurlarmış:

أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ * بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * وَالْعَصْرِ * إِنَّ الإِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ * إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ

“Hak” ve “sabır” tavsiyesini anlatırken de, “tefâ’ül” kipiyle anlatıyor: İki kişi, ikiden daha fazla insan, birbirlerine bu şeyi tavsiye etsinler!.. İnsanlar, birbirlerini bu mevzuda rehabilite etsinler; sabır adına, hak adına birbirlerini rehabilite etsinler!.. Çünkü tek başına bir insanın götürebileceği bir şey değil;  başkalarının bu mevzuda düşüncelerine müracaat etsinler ve başkaları da bu mevzuda kardeşlerine el atsın, destek olsunlar!..

Allah, bizi haktan, hakikatten, sabr u sebattan ayırmasın!.. Bunları bize nakleden İnsanlığın İftihar Tablosu’na da Allah’ın ilmi ve malumatı adedince salât ü selam olsun!..

Allah sizi de öyle yıldızlar topluluğu yapsın; “nûrun ala nûr” olan bu yolda sabit-kadem eylesin!..

“Değildir hâle çıkmış cami içre kürsi-i vâzâ,
Gürûh-u encüme Nûr ayetin tefsir eder mehtap!”

Edebiyatla meşgul olanlar bilirler; Urfalı Nâbî’nin bu. Çok beğendiği bir nâsihin kürsüdeki durumunu anlatırken söylemiş. Ben onu alıp, bir yönüyle, o sözleri Efendimiz’e tevcih ediyorum, min gayri haddin. Kıtmîr’in tevcihine bakıp da, ona değer vermeyin siz, amma O’na çok yakışıyor: “Değildir hâle çıkmış…” “Hâl”, kamerin etrafındaki o parlak hâleye denir. “Değildir hâle çıkmış, cami içre, kürsi-i vaaza” Minber-i vaaza… “Gürûh-i encüm”e.. Yıldızlar topluluğuna… Allah sizi de öyle yıldızlar topluluğu yapsın, inşaallah!.. Yıldızlar topluluğu… أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ، بِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ “Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir; hangisine tutunursanız, hidayete erer, Bana ulaşırsınız!”

“Gürûh-i encüme Nur ayetin tefsir eden Mehtâp!..” O Mehtâp, “Kamer-i Münîr”, yıldızlar topluluğuna Nûr ayetini tefsir ediyor: اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ Münevvirü’s-semâvâti ve’l-Ard.. اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاءُ وَيَضْرِبُ اللهُ الأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ “Allah göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misali, tıpkı içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. Lamba bir sırça (cam) içinde, o sırça da sanki parlayan incimsi bir yıldız! Bu lamba, ne yalnız doğuya, ne de yalnız batıya mensup olmayan kutlu, pek bereketli bir zeytin ağacından tutuşturulur. Bu öyle bereketli bir ağaç ki, nerdeyse ateş değmeden de yağ ışık verir. Işığı pırıl pırıldır. Allah dilediği kimseyi nûruna iletir, gerçeği anlamaları için insanlara böyle temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.” (Nûr, 24/35) نُورٌ عَلَى نُورٍ Allah, sizi “nûrun ala nûr” olan o yolda sabitkadem eylesin!..

يَا نُورَ النُّورِ، يَا مُنَوِّرَ النُّورِ، يَا مُصَوِّرَ النُّورِ، يَا مُقَدِّرَ النُّورِ؛ نَوِّرْ قُلُوبَنَا، نَوِّرْ عُيُونَنَا، نَوِّرْ أَبْصَارَنَا، نَوِّرْ عُقُولَنَا، نَوِّرْ كُلَّ شَيْءٍ لَنَا؛ يَا عَزِيزُ يَا جَبَّارُ، يَا جَلِيلُ يَا قَهَّارُ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ، يَا حَنَّانُ، يَا مَنَّانُ، يَا اَللهُ يَا هُو، يَا اَللهُ اْلأَحَدُ الصَّمَدُ، يَا اَللهُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ، يَا اَللهُ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ؛ اِسْتَجِبْ دَعَوَاتِنَا، وَلاَ تُخَيِّبْ رَجَاءَنَا، وَلاَ تَرُدَّنَا خَائِبِينَ؛ آمِينَ، أَلْفَ أَلْفَ آمِينَ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

(Ey nurların nuru.. ey nurları nurlandıran.. ey nurlara sûret ve şekil veren.. ey nurları takdir eden Rabbimiz!.. Kalblerimizi nurlandır.. gözlerimizi nurlandır.. basar ve basiretlerimizi nurlandır.. akıllarımızı nurlandır.. bizim her şeyimizi nurlandır!.. Ey Aziz, ey Cebbâr, ey Celîl, ey Kahhâr, ey Zülcelâli ve’l-ikrâm, ey Hannân, ey Mennân, ey Allah, ey Hû!.. Ey Ehad ü Samed Allah, ey Hayy ü Kayyûm Allah, ey Rahman ü Rahîm Allah!.. Dualarımızı kabul buyur!.. Beklenti ve ümitlerimizde bizi hüsrana uğratma!.. Sana açılan ellerimizi ve gönüllerimizi mahrum ve nasipsiz olarak geri çevirme!.. Âmin… Binlerce, milyon kere âmin!.. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun güzîde ailesine ve Ashâb-ı Kirâmına salat ü selam edip bunu vesile kılarak talebimizi seslendiriyoruz Rabbimiz!..)

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Pin It

Bamteli

  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.