Huzur Vesileleri ve Sohbet-i Cânân
Gerçek huzur ne zaman bulunur?
Akl-ı selîm, kalb-i selîm, ruh-i selîm… Bir dördüncüsünü daha ekliyorum son zamanlarda: Hiss-i selîm. İnsanları huzura bâis üç unsur, bununla dört unsur olur.
Akl-ı selîm: Değişik şeyler ile kirletilmemiş, başka şeyler bulaştırılmamış, muhakeme merkezi diyebileceğimiz, kalbin/latîfe-i Rabbâniyenin yoldaşı, işleyen bir sistem… Malumatını sürekli kalbe akıtan; dönen değirmen taşlarının ambara un akıttığı gibi, tefekkür, tedebbür, tezekkür, teemmül çarklarını çevirerek sürekli kalbî dünyamıza bir şeyler aktaran ve ondan (kalbden) mesajlar alan… Böyle bir şey, selîm akıl; kirlenmemiş, dünyevî levsiyât ile kirlenmemiş, siyasî mülahazalar ile kirlenmemiş, beşerî arzular ile, garîzeler ile kirlenmemiş, -içinizde öylesi yoktur- hayvanî hisler ile kirlenmemiş… “Garîze-i beşeriye” diyoruz, günümüzde “bohemlik” tabiri daha çok o duyguyu ifade için kullanılıyor.
Akıl selîm olunca, kalb de selâmete selâm durur: “Gelen mesajlar, bu olduğuna göre ve bu şifrelerin çözülmesi beni bu noktaya yönlendirdiğine göre, bana düşen şey de şudur: Yüzüm hep o “Şemsü’ş-şümûs’a (celle celâluhu) müteveccih olmalı, kalbimin atışında sürekli O duyulmalı veya nabızlarımda O duyulmalı, kalbimin ritimlerinde O duyulmalı!..”
Çok iyi bildiğiniz bir söz: “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan / Sözümüz cümle hemân, kıssa-ı Cânân olsa!” Ben biraz onu değiştireceğim: “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihân / Sohbetimiz hemen her zaman, olsa sohbet-i Cânân!” Hep Cânân’dan bahsedilse!.. “Can” isteyenlerin, cana takılanların, “Cânân”dan bahsetmeleri yalandır! Cânân ile hemdem olanlar, canlarını da -bir yönüyle- Cânân’ın bir aynası haline getirmişlerdir; cân, Cânân’a ayna olmuştur; hep O’na ait şeyleri müşahede eder gibi olur.
Rûh-i selîm: Bu cismâniyetten çıkma, hayvaniyeti bırakma, kalb hayatına yükseldikten sonra “nefha-i İlahî” olan ruh ufkuna yükselme… Onu ifade ediyor; onun da selîm olması lazım. Ruh, çağın levsiyâtı ile kirlenmiş ise şayet, vâridât ne kadar zengince olursa olsun, o kirlerden sıyrılamaz. “Takva önlüğü” ile korunmalıdır; esasen üstünü kirletmemek için, sürekli o önlüğü dimağının önünde taşımalıdır. Takva önlüğü ile… Akıp gelen dünyevî kirler, beşerî kirler, nefsânî kirler, hevâî kirler dökülecek ise, ona dökülmeli, zihnimizi kirletmemeli, kalbimizi kirletmemeli!..
Ve bütün bunları doğru duyma, doğru hissetme, “hiss-i selim” ister. O hissin varacağı husus da “ihsas”lardır; artık akıl ile, mantık ile değerlendirilmesi çok zor olan, bir yönüyle kalbin dilinin çözüldüğü, insanın farkına varamayacağı şekilde bir ney sesiyle daima O’na ait nağmeler dinlediği bir âlem, “ihsas âlemi” ve onun insan tabiatına mal olup tabiatın bir derinliği haline gelmesi… İsterseniz ona, sizi hep O’na yönlendiren “dürtüler merkezi” diyebilirsiniz; “dürtü” kelimesi, hafif düştü; “sevkler, emirler, itmeler merkezi” diyebilirsiniz.
“İhtisas” hissin ötesinde… Dil kuralları açısından, yani Sarf/İştikak açısından baktığınız zaman, bir şeyi hissetme, duyma, mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle onu doğru okuma, doğru anlama demektir. O meselenin tabiata mal olması, tabiatın bir derinliği haline gelmesi, o meselenin daha derincesi de ihtisastır. İnsanda o “ihtisas ruhu” hâsıl olunca, insan, yemeye, içmeye ve başka beşerî arzulara ihtiyaç duyduğu gibi, yapması gerekli olan şeylere ihtiyaç duyar; onların arkasındaki ilahî emirleri mülahazaya almadan, sevk-i tabiî ile hep onlara doğru itilir, o ihtisas ufku itibarıyla… Anlaşılmayan yanı var mı?!. O ufuk ile baktığı zaman meselelere, yemeye, içmeye ve sâir -geniş dairede- beşerî arzulara ihtiyaç duyduğu, onların üzerine yürüdüğü gibi, Allah’ın “Namaz kılın, oruç tutun; karşımda el-pençe divan durun, kemerbeste-i ubudiyet ile kulluğunuzu edâ edin, karşımda asâ gibi iki büklüm olun, ‘Yetmedi!’ deyin, secdeye kapanın!” manasına bu mevzudaki emirlerini -evvelen ve bizzat- nazar-ı itibara almadan, “O, Allah; ben de O’nun âzâd kabul etmez kuluyum!” deyip kullukta bulunur. İçten gelen istekler ile, arzular ile… “Dürtü” sözü de onu bir manada ifade ediyor; fakat “itme”ler ile, “sevk etme”ler ile o vazifeyi yapma, işi o ölçüde tabiatın bir boyutu haline getirme mevzuu ihtisas oluyor, hissin ötesinde.
İnsan, his dünyasında selâmete ererse, kirliliklerden uzak kalırsa, ihtisasa doğru ciddî kapılar aralamış olur ve “Allah’a dostluk” yolu (velâyete giden yol) da ondan geçer. اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ “Allah, iman edenlerin velîsi (işlerini Kendisine havale etmeleri ve her bakımdan güvenmeleri gereken dostu, yardımcısı ve koruyucusudur); onları daima her türlü (zihnî, manevî, içtimaî, iktisadî ve siyasî) karanlıklardan nura çıkarır (ve nurlarını arttırır).” (Bakara, 2/257) Allah, onların dostudur; onları karanlıklardan, değişik nefsânî, cismânî, hayvanî, tabiî karanlıklardan çıkarır ve Kendi ziyâ-ı nuru ile nurlandırır. İnsanın gideceği bir yolda, bin tane projektör yolu o kadar aydınlatamaz. اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ Allah, Nûru’s-semâvâti ve’l-ard’dır; göklerin ve yerin Münevviridir, Nurlandıranıdır.
Evet, insan, otururken, kalkarken, konuşurken, dudakları kıpırdarken, hatta kulaklarına bir şeyin gelmesi söz konusu olduğunda hep O’nu arzulamalıdır. “Keşke o (O’nunla irtibatlı) nağmeler gelse!” mülahazası ile yaşamalıdır: Keşke o nağmeler gelse!.. Biri gelse, bana dese ki: “Cânan dileyen, dağda-i câna düşer mi? / Can isteyen, endişe-i Cânân’a düşer mi?!.” O’nu dinlesem ve hemen eğilsem o istikamette; Cânân’a doğru eğilsem!.. Canına takılı gidenler, Cânân yolundan sapmaya maruzdurlar, hafizanallah. O canı; Cânân’ın emrine, Cânân’ın güdümüne vermek lazım. “Girdik reh-i sevdâya, cünûnuz / Bize namus lazım değil / Ey dil ki, bu iş şâna düşer mi?!.” Sen meseleye öyle bak!.. Fakat o yola girenler, oturur-kalkar hep “Cânân!” der dururlar, “Cânân, Cânân!..”
“Kaşındır ‘Kâb-ı kavseyni ev ednâ’ / Yüzündür Sûre-i Rahman, nedendir?!” Alvar İmamı diyor: “Sana, Cânân, gönül hayran nedendir / Cemâlin gün gibi rahşan, nedendir / Kaşındır ‘Kâbe kavseyni ev ednâ’ / Yüzündür sûre-i Rahman, nedendir?!.” Sa-na Câ-nân, gö-nül hay-ran, ne-den-dir?!. Cemâlin gün gibi rahşân (pırıl pırıl) nedendir?!. Kaşındır “Kâb-ı kavseyni ev ednâ.” Yüzündür Sûre-i Rahman, nedendir?!. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) için söylenmiş sözler, “Mir’ât-ı Mücellâ” için. “Bir âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den, Allah görünür, dâim.” demişler, sallallâhu aleyhi ve sellem.
İnsan, aklını, kalbini, ruhunu, hissini, ihtisaslarını hep bu istikamette, ciddî bir metafizik gerilim içinde tutar ise, zannediyorum, öyle bir dünyanın içine, onlar ile çevrili, surlar ile muhât bir dünyanın içine girmiş olur ki!.. İstanbul’un surları ne oluyor? Roma’nın surları ne oluyor?!. Öyle çevrili surların içine girmiş olur ki, şeytanî duygular, beşerî kirli mülahazalar akıp içeriye giremez, Allah’ın izniyle. Çünkü o kapıları bu duygular kapamıştır; arkasına da sürgü vurmuşlardır ve kalbleri şöyle bağırıyordur: “Beyhude yorulma! Kapılar sürmelidir!..” Bey-hu-de yo-rul-ma, ka-pı-lar sür-me-li-dir!..
Kötülükler karşısında sabredip mukabele yerine af yolunu seçmeli
Günümüzde zihinleri kirleten, akılları kirleten, hisleri kirleten, duyguları kirleten o kadar çok hâdise var ki!.. Hiç farkına varmadan, şu size dırıltı eden insan da o türlü akıntılara kapılarak, bazen birilerinin deyip-ettiği şeyleri tekrar etmek suretiyle, hiçbir faydası/getirisi olmayan vadilerde beyhude dolaşıp duruyor. Gül bahçesinde reftâre gezmek var iken, ayaklarına diken bata bata hâristanda dolaşıp duruyor!.. Hadiseler öyle şiddetli akıyor, öyle çirkince üzerimize geliyor ki, nefis diyor: “Sen buna mukabele etmeyecek misin?!” Gıybet etmişler, yalan söylemişler, bağışlayın “Kelb!” demişler: “Tahir efendi bana ‘Kelb!’ demiş / İltifatı bu sözde zâhir durur / Zira mezhebim Mâliki benim / Mâliki mezhebine göre kelb, Tâhir’dir.” Cinas… Meseleyi iç mülahaza ile, böyle savmak suretiyle bence ona hiç girmemek lazım. وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126)
Üzerinize gelen bilmem kaç kanatlı, kaç buutlu belâ ve musibet karşısında, o yüksek karakterinizin gereği ne ise onu sergilemeli ve başkalarının karakterlerine göre hareket etmemelisiniz!.. قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلًا “De ki: Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır. Kimin daha isabetli olduğunu ise asıl Rabbiniz bilir.” (İsrâ, 17/84) Herkes karakterinin gereğini sergiler ve kim ne sergiliyor ise, sergiye ne koyuyor ise, Allah, onu bilenlerin en iyi bilenidir!” Şimdi Allah biliyor ise, bence, o sergide öyle şeyler sergilemeli ki, nezd-i Ulûhiyette kabule karîn olsun; rızanın kapısının tokmağına dokunsun; çehresine bakıldığında o mülahazanın, onda Rü’yet-i Cemâlullah’a aşk u iştiyak okunsun, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a aşk u iştiyak okunsun!..
El-âlem şöyle demiş, böyle demiş… “Müsvedde!” demiş, bilmem ne demiş; falan demiş, filan demiş… “Sen de müsveddesin!” demek suretiyle hemen mukabelede bulunmamalı!.. O, karakterinin gereğini yapmış; Allah onu, o seviyede tutuyor, belki acınacak durumda. Ne diye kendi seviyene kıyıyorsun!.. Senin kalbin Allah ile irtibatlı, hislerin dupduru, mantığın hep O’nun için çalışıyor ve kalbinin ritimlerinde hep O duyuluyor. Nabızların ciddî dinlense, adeta “Hû, Hû” sesi duyuluyor.
Alvar İmamı gibi… O, böyle “Lâ ilâhe illallah!” derken, bizim gibi demiyordu; hani, bazılarınız diyorsunuzdur belki. Nefiyden sonra “illa” ile gelen istisna; esas, mazmunu ifade eden odur; لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ ifadesinde de “Allah” ikrarıyla mana tam oluyor. Kalb, bu ikrarla ritme giriyor; onun kalbine kulağınızı verdiğiniz zaman anlıyorsunuz ki farklı atıyor kalb. Yüz elli mi atıyor, iki yüz mü atıyor?!. Hazret bir gün hastalanmış, doktor onun nabzını dinlemek istiyor: “Efendi hazretleri! Şu kalbinizin hızını, vitesini biraz düşürseniz de ben gerçekten ne atıyor, onu alabilsem!” diyor. Kalb, bu şekilde, böyle atıyor ise, zannediyorum, o zaten gelen şeyleri -“İrdeme” tabirini kullanıyor musunuz?- irdiyordur. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, ellerini böyle yaparak, dünyaya “Git, bana kendini kabul ettiremezsin!” dediği gibi, “Git! Bana kendini kabul ettiremezsin!” diyordur. Evet, onu itmek lazım…
Şimdi el-âlem, karakterinin gereği olarak, levsiyâttan bir kısım şeyleri size doğru fırlatıyor. Bir kısım lehviyât merkezleri var; tasrih etmeyeceğim, başkaları rencide olur. Bütün bunlar, deyip ettikleri şeyleri dünyanın dört bir yanına yayıyorlar. Farklı şekilde, allıyorlar, pulluyorlar, metalarına rağbet uyarmak için ellerinden gelen her türlü propagandayı yapıyorlar. Çok kimse, bunun ile zehirleniyor. Fakat gönlünü Allah’a vermiş, kaptırmış, o işin Mecnun’u olmuş, Ferhat’ı olmuş, Vâmık’ı olmuş bir insanın gözü Mahbûb’undan başkasına kaymamalı!.. O’nun dediklerinin, ettiklerinin dışındaki şeylere kulak kapalı kalmalı!.. Kalb, onları duymamalı!.. Ve insan, onları hiçbir zaman mülahazaya almamalı!..
Marifet ve muhabbetin anahtarı
Güzel mülahazalarda konsantrasyon sayesinde, O’ndan gelen tecellîler, sizi sürekli bir tecellî sağanı altında bırakır. Fakat siz, ne kadar uzak duruyor iseniz, hafizanallah, O’ndan uzaklaşmış olursunuz. O, yakındır. Gelin, Allah aşkına, o yakınlığı kendi uzaklığınıza kurban etmeyin!.. “Kulum, bana bir ayak gelir ise, Ben, bir adım gelirim!” diyor. Bu, mukabeledir; Allah, “adım atmak”tan, “gelmek”ten münezzehtir. Allah, o türlü yaklaşmalardan münezzehtir; O, her zaman bize yakındır, en yakındır: وَلَقَدْ خَلَقْنَا الإِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Gerçek şu ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona sürekli olarak neler fısıldadığını, neler telkin ettiğini biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) “Ben, size, sizin şah damarınızdan daha yakınım!” Uzaklık kime ait? Cismanî, nefsânî, hevâî arzularına takılmış insanlara… “Cüdâ düştüm güzellerden / Derem: ‘Vâ hasretâ!’ şimdi.” Değişik vadilerde dolaşıyor; Güzel’den cüdâ (ayrı) düşmüş. Senin O’na karşı yapacağın şeyler, kendi uzaklığını aşmak ve O’nun yakınlığına ulaşmak… O, yakın. Fakat senin uzaklığın, senin elin ile, sun’î, senin yaptığın bir şeydir; onu aşmadıktan sonra ulaşamazsın! Ama bir şeylere takılıyorsan, elin-âlemin dediğine takılıyorsan, meclisini ve arkadaşların ile muhaverelerini elin-âlemin meclisleri kirlettiği gibi, sen de onlarla kirletiyorsan, uzaklığını aşamazsın, O’na yaklaşamazsın, hemdem olamazsın, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm ile postnişin bulunamazsın!..
Bütün bu mazhariyetlerin arkasında, konsantrasyona ihtiyaç var. Siz, bir şeye -eskilerin ifadesiyle- im’ân-ı nazar etmiş iseniz, gözünüzü ona dikmiş iseniz, işte o zaman görüleceği görmüş olursunuz. Yoksa gözlerinizi açıp bakarsınız ama “bakma” başkadır, “görme” başkadır. Bakarsınız ama böyle uyukluyor gibi bakarsınız, “Karşıda ne var, ne oldu demin?!” dersiniz. Huzur-i Risâlet-penâhî’ye geliyor, oturuyorlar, o dönemin siyasîleri. Dışarıya çıktıkları zaman “O adam ne demişti ki?!” diyorlar. Kur’an-ı Kerim ifade buyuruyor: وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ حَتَّى إِذَا خَرَجُوا مِنْ عِنْدِكَ قَالُوا لِلَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ مَاذَا قَالَ آنِفًا أُولَئِكَ الَّذِينَ طَبَعَ اللهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءَهُمْ “Onlardan öyle kimseler vardır ki seni dinlerler. Nihayet yanından çıktıkları zaman kendilerine ilim verilmiş olanlara ‘O, demin ne söylediydi ha?’ derler. Onlar öyle kişilerdir ki Allah kalblerinin üzerine mühür basmıştır. Onlar hevâ ve heveslerine uymuşlardır.” (Muhammed, 47/16)
“O adam ne demişti ki?!” diyor/diyorlar. تَبَارَكَ الَّذِي جَعَلَ فِي السَّمَاءِ بُرُوجًا وَجَعَلَ فِيهَا سِرَاجًا وَقَمَرًا مُنِيرًا “Gökte burçlar yaratan, onların içinde bir kandil (güneş) ve nurlu bir ay yerleştiren Allah, yüceler yücesidir, hayır ve ihsanı sınırsızdır.” (Furkân, 25/61) demişti. İnsanda ürperti hasıl edecek şey!.. إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لأُولِي الأَلْبَابِ * الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip sürelerinin uzayıp kısalmasında düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır. Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: Ey Yüce Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!” (Âl-i Imrân, 3/190-191) demişti. İnsanlığın İftihar Tablosu, gece semanın o gülen yüzüne bakıp bunu okuyor ve ağlıyor; “Yazıklar olsun bu ayeti okuyup ağlamayanlara!” diyor. Onlar, bunu duyuyor, dışarı çıkıyorlar; “Adam ne dedi ki?!” diyorlar. Kendileri cüdâm; İnsanlığın İftihar Tablosu’na da diyorlar “sıradan adam!”
Evet, bakma başkadır, görme başkadır. Bir sesin gelip kulağa çarpması başkadır, fakat onu bir şifre-küşâ (şifre çözen/açan) sistem gibi çözme başkadır: Bana ne diyor acaba? Ne anlatıyor bu? O meselenin kalbe nüfuzu, kalbi kendine göre ayarlaması, kalibrasyondan geçirmesi; bunlar başka şeylerdir. Dolayısıyla, insan bu donanımda yaratılmış ise, böyle fâniyât u zâilâta meyletmek suretiyle, değersiz şeylerde o yüksek donanımını kullanmak suretiyle israfa gitmemeli.
Maddî-manevî her türlü nimetin yaratılış gayesine ters kullanılması savurganlıktır
Baştan dedik ya, “israf”. Düşünce israfı, bakma israfı, zaman israfı, benim dırdırlarım karşısında sizin zamanınızın israfı gibi, israfı.. israfı.. israfı… İsrafı sadece malda anlamamak lazım; yiyip-içip yan gelip kulağı üzerine yatmada anlamamak lazım. Bunların hepsinde israf… يَا بَنِي آدَمَ خُذُوا زِينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ “Ey Âdem’in çocukları! Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.” (A’râf, 7/31) İsraf edenleri Allah sevmez. Neyde olursa olsun, israf edenleri, gereksiz şeylere takılıp gidenleri, olmayacak şeylere yelken açanları, nefsânî ve şeytânî arzulara takılıp gidenleri, Allah (celle celâluhu) affetmez; çünkü israf ediyorlar, çok önemli bir şeyi israf ediyorlar.
İnsan, bir akıntıya kapılmış ise, niyetinde deryaya gitme olmalı!.. Pusulası olmayan, hedefi belli olmayan bir gemiyi varması gerekli olan yere götürmeye hiçbir rüzgârın gücü yetmez! Rota, belli olması lazım; onu belirlemede pusula olması lazım veya daha modern sistemler olması lazım, tâ insan hep gideceği yere kilitli olsun. Yoksa yüzüyoruz denizin yüzünde; karşımıza bir tsunami mi çıkar, başka bir dalga mı çıkar, başka bir Allah’ın belası mı çıkar; bu defa yolsuzluğun riskine öyle bir maruz kalırız ki, bütün gücümüzü-kuvvetimizi -daha sonra- kullansak, o korkunç tahribatı tamir etmeye yetmez.
Gelin, Allah rızası, için -siz öylesiniz inşallah, ben kendi zaviyemden konuşuyorum- zamanımızı/vaktimizi başkalarının -eğer nezaketim müsaade etseydi “dırdıriyât” diyecektim- dırdıriyâtıyla israf etmeyelim. “Dırdır” kelimesi Türkçemizde; o “yât” kelimesi Arapçadaki Cem’-i müennes sigası oluyor. Cem’-i müennes sigasıyla söyledim, çünkü dırdır, dırdır doğurur; o espriye binaen herhalde, dilimden öyle çıktı. O türlü şeylere kulak vermeden, esas kulak kesilecek şeylere kulak vermek lazım; göz ile, konsantre olunacak şeylere konsantre olmak lazım; yapılması gerekli olan şeyleri yapmak ve dağınıklığa düşmemek lazım.
Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’i tâbân, Ziyâ-ı himmet diyor ki: “İki elimiz var, dört elimiz dahi olsa, yapmamız gerekli olan şeyleri yapmaya yetmez!” Sekiz elimiz de olsa, on altı elimiz de olsa, otuz iki elimiz de olsa, yapılması gerekli olan şeylere yetmez. Öyle ise, zihnimizdeki o milyonlarca nöronun hepsini aynı noktaya teksif etmek suretiyle onlara emirler vermeliyiz; kumandalar, sinyaller göndermeliyiz: “Bakın şu noktaya müteveccih olun!” demeliyiz.
Nedir müteveccih olmanız gerekli olan şey: Dört bir yandan türlü türlü gâileler ile kuşatılmış gibi bir haliniz var. Ama Cenâb-ı Hak türlü türlü fereçler ve mahreçler de ihsan ediyor. Siz bir yere kapatıldığınızı hissediyorsunuz, kapıyı kapatıyorlar; Allah (celle celâluhu), çıkacak bir pencere açıyor. Onlar, bir yönüyle kendi dünyamızda oturup-kalmanıza mani oluyorlar; dünya, kapılarını ardına kadar açıyor: “Siz gidin o Hızır soluklarınızı dünyanın değişik yerlerinde soluklanın! İnsanlığın o türlü soluklara ihtiyacı var!” Şimdi Allah, bir kapıya bedel, bin tane kapı açmış mı açmamış mı? “Bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd / Hazreti Allah -efendi- Müfettihü’l-ebvâb’dır.” diyor bir Hak dostu. Bir kapı bend ettiler, Hazreti Allah bin kapı küşâd eyledi. Dünyanın bin yerinde, kulaklar size ait sesleri artık çok ciddî bir intizar ile bekliyor: “Acaba ne diyecekler bu adamlar? Elin-âlemin ‘Şöyle!’ dediği bu insanların düşünce dağarcıklarında acaba ne var? Getirip önümüze ne dökecekler bunlar?” diye intizar içinde…
Öyle ise öyle şeyler dökmeliyiz ki, o pazarda, o piyasada arz ettiğimiz şeyler, en çok talep edilen şey olmalı! Döktüğümüz malın kıymeti, aynı zamanda talebi de artırır. Götürür bakır dökerseniz oraya, demir dökerseniz şayet, talep de ona göre olur. Döktüğünüzün kıymeti aynı zamanda sizin de kıymetinizi aksettirir. Dünya böyle bir intizar içinde bekliyor ise şayet, bu asimetrik taarruzları ve bütün bunların tesirini kırmanın da tek yolu, oturup-kalkıp kafa kafaya verip, “Şu muvakkat gâileleri, sınırlı bir dairedeki gâileleri, Allah’ın izni-inayeti ile nasıl savarız? Pencereleri kapı haline nasıl çeviririz? Ev kapısını, kale kapısı haline nasıl getiririz? Yerde yürüyoruz, üveyikler gibi nasıl kanatlanırız? Ulaşılması gerekli olan yerlere, bilmem vitesi kaçta bir vasıta gibi, daha kısa zamanda nasıl ulaşırız? Sesimize-soluğumuza ciddî bir iştiyak ile intizar içinde bulunan insanlara, o sesi, o soluğu nasıl çabucak duyururuz; o ses ile, o soluk ile onları doyururuz?” İnsan bu konuya konsantre olursa, zannediyorum, zamanını israf etmemiş, düşüncesini israf etmemiş, aktivitelerini israf etmemiş, müzakerelerini, meşveretlerini israf etmemiş olur. Ve bunlar, hâristana çevirdikleri o acayip zemini, bir anda bakarsınız gülistana, bâğistana, bostana çevirivermiş…
Rahmân’ın has kullarının en önemli vasıflarından biri
(Sözün burasında elektronik tabloya akseden dörtlük.)
Kışta gelmiştin ama soluklarında bahar,
Bugün geçip gittiğin yollar, bitevî gülzâr;
Mefkûren uğruna dolaşmıştın diyar diyar,
Şimdi bir yâd-ı cemil oldun, ey vefalı yâr.
Şimdi kalbin hep atıyor, diyor: “Yâr, Yâr!..” Hani vardı ya, bir tanesi… Evet o, bütün hayatı boyunca söylediği türküleri o kafiye ile gazele çevirmişti, naata çevirmişti: “Allah yâr, Allah yâr, Allah yâr, Allah yâr!..” Gayrısı ağyâr… Allah yâr!.. “Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı / Ben, beni terk eyledim; gördüm ki ağyâr kalmadı.” Niyâzî-i Mısrî’den bu da. Allah yâr!.. Allah (celle celâluhu) “Allah yâr!” diyenleri ne bir yarın/uçurumun kenarında bırakır, ne de yârsız eder! O (celle celâluhu) yâr ise şayet, siz artık başka hiçbir yâr arama sevdasına tutulmayacaksınız.
Ayet-i kerimede قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ buyuruluyor: “Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.” (Mü’minûn, 23/1) قَدْ “Kâd”, harf-i tahkiktir; “hiç şüphesiz, kat’î, aklınıza yanlış bir şey gelmesin” demektir. “Şüphesiz Mü’minler, kurtuluşa ermişlerdir.” Allah’a eren, kurtuluşa ermiştir; Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın yolunu bulmuş olanlar, o şehrâha girmiş olanlar, kurtuluşa ermişlerdir. قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ İman edenler, iz’ân ufkuna ulaşanlar; cismâniyeti koyacakları yere koyanlar, hayvaniyeti koyacakları yere koyanlar; kalb ve ruha müteveccih yürüyenler…
El-Müflihûn… الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ “Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (Mü’minûn, 23/2) diyor. Bakın, önemli: Namaz kılıyorlar ama şekil değil, yatıp-kalkma değil, yetiştikleri kültür ortamında aldıkları şeyler değil; namazın ne olduğunu bilerek, onun Allah karşısında durma olduğunu bilerek, Allah tarafından görülüyor olma mülahazası ile, görülüyor olma mülahazasını görme mülahazasına bir rasathane yapma mülahazası ile onu ikâme ediyorlar. Evvelâ “görülüyor olma”ya çok ciddî bağlı bulunmak lazım ki, bir yönüyle görebileceğiniz şeyleri de tam göresiniz. قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ * الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ Huşu içindedirler, ciddî bir saygı hissi ile yapıyorlar. Haşyet, insanın kalbinin o mevzuda Allah’a karşı duyduğu saygı. Ve bu saygı, eğer orada samimi ise, orada köpürüp duruyor ise, içeride kaynayıp duruyor ise, magmalar şeklinde insanın davranışlarına da aksedecektir.
Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde duruyorsunuz: “Yâ Rabbi! Ben bunu yetmedi buluyorum, Sen de öyle emretmişsin; bir de asâ gibi eğilmek istiyorum, Senin azametin karşısında. ‘Yetmedi!’ diyorum. Kalkıp âdetâ bakışını temâşâ ediyor gibi bir kavme yapıyorum; orada رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ، حَمْدًا كَثِيرًا طَيِّبًا مُبَارَكًا diyorum. Bu da yetmedi. Baktım, yine görüyor gibi davrandım. Hemen yüzüstü yere kapandım.” أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “Kulun, Allah’a en yakın olduğu ân, tevazuunun zirvesi sayılan, başını-yüzünü yerlere sürdüğü andır!” Geçen gün de dendi: “Baş-ayak, aynı yerde / Öper alnı, seccâde / İşte insanı ‘kurbet’e taşıyan cadde.” أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ “Kulun, Allah’a en yakın olduğu ân, secde ânıdır.” buyuruyor Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm, Efendimiz, Efendiler efendisi. فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ Madem o kadar yaklaştınız, orada kalbinizden gele gele içinizi Allah’a dökün; el açın, içinizi Allah’a dökün!..
Şimdi böyle bir namaz kılıyor; bakın, o ne büyük bir şey!.. Allah’a karşı yapılan bir ubudiyet. Fakat esasen o meselenin o hale gelmesi, o namazın öyle kılınması, belki bir yönüyle bir şeye bağlı… Sonraki ayetin başındaki “vâv” harfi, “vâv-ı takip” ise şayet, ondan hemen sonra geliyor: وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ “Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (Mü’minûn, 23/3) Lağviyâttan hep yüz çeviriyorlar. Bir yerde nâ-sezâ, nâ-becâ hırıltılar oluyor; kulak tıkıyorlar onlara. O mevzuda söz etmeyi israf-ı kelâm sayıyorlar; i’mâl-i fikirde bulunmayı -bir yönüyle- düşünce israfı sayıyorlar. “Boş ver!” diyorlar, “Karakterinin gereğini sergiledi; onların yazdıkları, çizdikleri, attıkları, tuttukları şeylere, kulak tıkamak lazım.” Onlara kulak tıkanırsa, dil de o mevzuda harekete geçmeyi israf sayar: “Ben arkadaşıma (kulağa) karşı vefalı olmalıyım; madem kulak kapısını tıkadı, ben de böyle yapmalıyım!” der.
İlle de bu dudaklar kıpırdayacaksa şayet, O’nu ifade eden bir şeyler ile kıpırdamalı. “Lâ ilâhe illallah!” demeli, “Sübhânallah” demeli, “Elhamdülillah” demeli, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، سُبْحَانَ اللهِ، اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ، بِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ demeli… Demeli ve böylece denecek şey değerlendirilmeli!..
Evet, böylece lağviyâta karşı kapılarını ardına kadar kapıyorlar, sonra da arkasına sürgüler sürüyorlar. Lağvî düşünceler geldiğinde, “Hiç zorlamayın! Ne kapıyı kırabilirsiniz, ne içeriye girebilirsiniz, ne de benim düşünce konsantrasyonuma dokunabilirsiniz, Allah’ın izni-inayetiyle!..” diyorlar.
“Mü’min erkekler de, mü’min kadınlar da birbirinin dostları ve yardımcılarıdır”
Bakın ondan sonra ne geliyor? İmam Şâfiî’ye göre “Vâv” yine takip manasına… Hanefiler, “Vâv”ı mutlak cem’ için kullanıyorlar ki, “Hepsi aynı kategoride mütalaa edilebilir.” demektir. Sanki burada İmam Şâfiî’nin sözünü esas almak daha uygun olabilir; o da çok önemli bir imam, İmam Şâfiî. وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ “Onlar ki, zekât için çalışırlar.” (Mü’minûn, 23/4) Onlar, aynı zamanda zekât ameliyesini yaparlar; o işi aksiyon/fiil halinde yerine getirirler. الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ gibi. Şöyle diyebilirsiniz: فَاعِلُونَ “Fâilûn” kelimesi, ism-i fâil olduğundan dolayı devam ve sebata delalet eder. لِلزَّكَاةِ “Li’z-zekâti” ifadesi, mutlak zikredildiğinden, orada harf-i tarif de bulunduğundan ve aynı zamanda “Lâm” da tahsîs için olduğundan, esasen, bütün himmetlerini/faaliyetlerini zekata tahsis ederek, zekatı sadece bir yönüyle değil, mallarından verecekleri gibi düşüncelerinden de verirler, aynı zamanda değişik imkânlarından da verirler, ilimlerinden de verirler, âsâr-ı ber-güzîdelerinden de verirler, kitaplarından da verirler. Verirler… Hep bu “verme” faaliyeti içinde bulunurlar. Çünkü “ism-i fâil” devam ve sebata delalet eder.
Şimdi, وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ bunun, yani وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ beyanının önüne geçmiş. Önce lağviyattan yüz çevirmek… Demek ki evvelâ “terk-i menâhî”, ondan sonra “emr-i ma’rûf” geliyor. Bir de münkeri emretmek ve aynı zamanda maruftan insanları alıkoymak var ki, Tevbe sûre-i celîlesinde, münafıkların sıfatı olarak anlatılıyor: اَلْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُمْ مِنْ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمُنْكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ نَسُوا اللهَ فَنَسِيَهُمْ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ “Münafık erkekler de, münafık kadınlar da birbirinin (tamamlayıcı) parçasıdırlar (hepsi birbirine benzer). Onlar kötülüğü (küfrü, me’âsîyi) emrederler, iyilikten (imandan, tâatten) vaz geçirmeye uğraşırlar, ellerini (cimrilikle sımsıkı) yumarlar. Onlar Allah’ı unuttular (Ona tâati bıraktılar), O da onlara unutma muamelesi yaptı. Şüphesiz ki münafıklar fâsıkların ta kendileridir.” (Tevbe, 9/67) Bazısı, bazısından… Al onu, ona vur; onu da ona vur. Karakter bakımından, düşünce bakımından, al onu ona vur, onu ona vur. Birini gördüğün zaman, diğerlerine baktığında, “Allah Allah! Aynı fabrikadan çıkmış gibi şeyler bunlar!” Aynı elin örgülediği varlıklar gibi; ruh dünyaları itibarıyla, nefis dünyaları itibarıyla… يَأْمُرُونَ بِالْمُنْكَرِ Onlar, münker ile emrederler. وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ Maruftan da nehyederler. Sonra Kur’an, iki ayet ile onların o karakterlerini ifade ediyor; İlk ayet, وَعَدَ اللهُ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ diye, diğeri كَالَّذِينَ ifadesiyle başlıyor. İki ayet ile de onların genel karakterlerini resmediyor.
Altta, ondan sonra ne geliyor? Bak, evvelâ o kötülük, o olumsuzluk sıfatı, o münafıklık sıfatı anlatılıp bir kere “Ondan uzak durun!” dendikten sonra, وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللهَ وَرَسُولَهُ أُولَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللهُ إِنَّ اللهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “Mü’min erkekler de, mü’min kadınlar da birbirinin velîleridir (dostları ve yardımcılarıdır.) Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte bunlar o kimselerdir ki, Allah onları rahmetiyle yarlığayacaktır. Çünkü azîzdir (va’d ve vaîdini yerine getirmekten hiçbir şey Onu acze düşüremez), hakîmdir (her şeyi yerli yerinde, hikmetle yapandır).” (Tevbe, 9/71) وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ مِنْ بَعْضٍ değil, (öncesinde Münafıklar için kullanılan) “bazısı, bazısından” ifadesiyle değil; أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ beyanıyla, “Bazısı, bazısının candan dostudur.” Elinden tutar, bakışını yönlendirir; yürümesi gerekli olan yola yönlendirir; dostudur, refikidir, yoldaşıdır onun. وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ Ee böyle olunca, ne olur? يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ Allah’ın hoş gördüğü ve emrettiği şeyleri emrederler. وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ Kötülüklerden vaz geçirmeye çalışırlar. Sonraki ayetlerden birinin fezlekesiyle bitirelim: وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “İşte gerçekten felaha erenler, kurtuluşu garanti edenler, bunlardır.” (Tevbe, 9/88) Evet, (felaha erme ortak noktasında) قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ ile birleşti. Vesselam.
- tarihinde hazırlandı.