Kalb Kasveti ve İnkarcılarla Oturup Kalkma
Çay faslından hakikat damlaları: En iyisini yapmalı, “daha güzeli olabilirdi” diye bakmalı!..
- Yapılması gerekli olan işlerde hiç kusur edilmemeli; irademiz, konum ve imkanlar neler yapmaya müsaitse eksiksiz ortaya konulmalı; sonra da “Galiba bu mevzuda yapılması gerekli olan çok doğru şeyler vardı, ihtimal onlar benim kabiliyetsizliğime, iradesizliğime ve bazı günahlarıma takıldı. Allahım yaptığım küçük şeyleri kabul buyur, yapmam gerekli olduğu halde bana ait bir kısım nakîselere takılıp realize edilemeyen şeylerden dolayı da beni bağışla!..” demeli. Zira, “yaptığım her şey milimi milimine isabetlidir” düşüncesi Firavunâne bir iddiadır. (01:00)
- Cenâb-ı Hak şu ayet-i kerimeyle iyilik ve kötülükler karşısında mü’minlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini ifade buyurmuştur:
مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ
Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne kötülük gelirse, o da kendindendir. (Nisâ Sûresi, 4/79) - Buhari ve Müslim gibi en muteber kaynaklarda yer alan hadis-i şeriflere göre; Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüt't-tehâyâ) kendini fuhşa salmış ve benliğini bohemce yaşamaya kaptırmış bir kadının kurtuluşunu anlatırken buyurur ki: “Bir gün çok susamıştı. Dili damağı birbirine yapışmış bir vaziyetteyken bir kuyuya rastladı. Kuyuya inip kana kana içti ve susuzluğunu giderdi. Yukarı çıkınca kuyunun kenarında zor güç nefes alan, susuzluktan dili sarkmış, toprağı yalayan bir köpek gördü. ‘Bu da benim gibi çok susamış!’ deyip tekrar kuyuya indi, çarığını su ile doldurup onu dişleri arasında tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah Teâlâ bu davranışından dolayı onun günahlarını affetti.” (05:22)
- Allah (Tebâreke ve Teâlâ), Kur’an-ı Kerim’de, “Zerre ağırlığınca hayır yapan onun mükafatını alır, zerre kadar şer işleyen de onun cezasını görür.” (Zilzâl, 99/7-8) buyurarak, en küçük bir hayır veya şerrin Hak nezdinde kaybolmayacağını ve mutlaka karşılık bulacağını beyan etmiştir. Her iyiliğin bir ağırlığı ve değeri vardır. Onun için onlardan gafil olmamalı, en küçük bir iyilik fırsatı bile zayi edilmemelidir. Aynı husus kötülükler için de geçerlidir. Bazen küçük gibi görülen bir kötülük de insanın hüsrana uğramasına sebebiyet verebilir. Bu hususa da dikkat çeken ve ümmetini ikaz eden Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Bir kadın, ölünceye kadar hapsettiği bir kedi yüzünden azâba uğradı. Hayvanı eve hapsetmiş, ona bir şey yedirmemiş, içirmemiş, yerdeki haşereleri yemesine bile izin ve imkan vermemişti. İşte bu sebeple Cehenneme girdi.” buyurmuştur. (06:30)
- Allah’ı unutturan ve O’ndan uzaklaştıran nimet, nimet görünümlü bir nikmettir (bela ve afettir); sabra ve Allah’a teveccühe sevk eden nikmetler ise, neticeleri itibariyle birer nimettir. Ekilen birden bin hasat etme, az bir bilgiyle çok hakimâne sözler söyleme, belli pâyeler elde etme, insanların teveccühüne mazhar olma, imkanlar, kuvvetler, tasarruf hak ve salahiyetleri, dediğini yaptırma gücü gibi nimetleri insan kendisinden bilir ve şımarırsa, onların her biri ayrı bir nikmet halini alır ve insanı felakete sürükler. (08:40)
- Kur’an-ı Kerim, nimetlerle şımarıp küstahlaşan kimselerin âkıbetini şöyle haber vermektedir.
فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ اَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍ حَتّٰى اِذَا فَرِحُوا بِمَا اُوتُوا اَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَاِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ فَقُطِـعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذينَ ظَلَمُوا وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمينَ
Derken onlar kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, (önce) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Sonra kendilerine verilenle sevinip şımardıkları sırada onları ansızın yakaladık da bir anda tüm ümitlerini kaybedip yıkıldılar. Böylece zulmeden o toplumun kökü kesildi. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. (En’am, 6/44-45) (11:20) - “Mala, mülke mağrur olma, deme var mı ben gibi / Bir muhalif rüzgâr eser savurur harman gibi.” hakikatini gözetmeden yaşayıp nimetlerden dolayı ucub, gurur, kibir ve zulme düşenler sonunda perişan olarak ölüp giderler de arkalarından sadece “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur / Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubur” denilir; böylelerine musalla taşındaki “iyi bilirdik” şehadeti ve “fatiha”lar da fayda vermez. (15:55)
Soru: 1) “Kalb kasveti” ne demektir, sebepleri ve çareleri nelerdir? (17:20)
- Kasvet, sertlik ve katılık demektir; “kalb kasveti” tabiri ile kendi hesabına pozitif ürün vermeyen, hayvanî hayata takılıp kalan, ruh ufkuna yükselemeyen, âhirete ait hesapları bulunmayan ve Cenâb-ı Hakk’ın esmasıyla/sıfâtıyla alakalı tecellileri/hakikatleri hiç anlamayan gafil kalblerin katılığı, nasipsizliği ifade edilmektedir. (17:30)
- Herkesin O’nunla alâka ve irtibatına göre, kulluk tavrı da, Hakk’ın muamelesi de farklı farklıdır.. ve aşağıdakiler, bir üsttekilerin Hak’la münasebetini ve Hakk’ın da onlarla muamelesini bilemezler. Ezcümle, avam halk, erbâb-ı basîret dediğimiz havâssın Hak’la irtibat ve alâkasını, Hakk’ın da onlarla muamelesini bilemedikleri gibi, havâss da, ehass-ı havâssın Hakk’a teveccüh ve tahsis-i nazarlarını, Hakk’ın da onlarla değişik mevârid ve mevâhib muamelesini bilemez; ehass-ı havâss da, Hakk’ın mükerrem ibâdı “muhlasîn” ve “mustafayne’l-ahyâr” dediğimiz mukarrabîn ve Akrabü’l-mukarrabîn’in esmâ ve sıfât ötesi Hazreti Zât’la olan irtibat derinliklerini ve O’nun da bu seçkinlere özel teveccüh ve ekstra muamelesini bilemezler; bilseler, Alvar İmamı’nın ifadesiyle “Araya kılıç girer”, nâsezâ, nâbecâ sözler söylenir ve istenmedik olumsuzluklar meydana gelir. (19:48)
- Kalbin canlı kalabilmesi, başta iman-ı billah olmak üzere, amelde derinleşip marifete (kalb/vicdan kültürü) yürümeye, yakîne ulaşmaya, latife-i Rabbaniyeyi işletip ruh ufkuna yükselmeye, sonra muhabbete ve zevk-i ruhaniye ermeye bağlıdır. Sebepler planında, bunlara ne ölçüde muvaffak olunabilirse, kalbin canlılığı da o nispette korunmuş olur. (20:15)
- Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, hadis-i şeriflerde insan vücudundaki eklemleri günümüzdeki tasnif ve tarife uygun şekilde 360 olarak bildirmiş; “Her birinizin her bir eklemi (ve kemiği) için bir sadaka gerekir. Binaenaleyh her tesbih sadakadır, her hamd sadakadır, her tehlil sadakadır, her tekbir sadakadır. İyiliği tavsiye etmek sadakadır, kötülükten sakındırmak sadakadır. Kulun kuşluk vakti kılacağı iki rek’at namaz bütün bunları karşılar.” buyurmuştur. Bu konuda, Sızıntı dergisinde Dr. Arslan Mayda Beyefendi’nin bir makalesi neşredilmişti: “Bir Mucize Daha: Her Ekleme Bir Sadaka” (21:10)
- Sağlam bir imanın olmaması, marifet eksikliği, günahlar, hatalar, haram yemeler, elle ayakla gözle kulakla işlenen şeyler, hakkaniyeti gözetmeme, hak ve adalet içinde bulunmama ve istikameti takip etmeme kalb kasvetinin başlıca sebepleridir. (26:26)
- Reyn, bir şeyin üzerinin pasla kaplanması, her tarafının paslanması demektir. Cenâb-ı Hak, “Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkar yaşıyorlar.)” (Mutaffifin, 83/14) buyurmuş; Allah Rasûlü de “Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur’ân’da yüce Allah’ın zikrettiği “râne” budur!” sözleriyle bu ilahî beyanı ve onda yer alan “râne” kelimesini şerh etmiştir. Evet, pas tutan bir kalbin bütün ufukları kararır; artık o iyiyi kötüden ayırma kabiliyetini kaybeder; beyazı siyah, siyahı da beyaz görmeye başlar; başlar ve bir daha da kendine gelmesi, fıtrî saffetini elde etmesi çok zor olur. Hatta bazen yeniden özüne ermesi bütün bütün imkânsızlaşır. Gafleti ve fenalıkları yüzünden deformasyon geçiren bir insanın artık üst üste kaymalar yaşaması da kaçınılmazdır. Eğer günah tevbeyle çabuk silinmezse, Üstad’ın dediği gibi, bir günah, bir günah, bir günah daha derken ona inzimam eden diğer günahlarla kalbde hatm olur, hafizanallah, kalb mühürlenir. O kalb artık “şeytan patenti” taşıyor demektir. (27:12)
- Kur’ân’ın mübarek mübelliği Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), tıpkı şeytanın hilelerinden Allah’a sığındığı gibi, kalb katılığından ve göz kuruluğundan da Cenâb-ı Hakk’a ilticada bulunmuş; “Ürpermeyen kalbden, yaşarmayan gözden Sana sığınırım Allah’ım!” yakarışını sık sık tekrar etmiştir. (29:44)
Soru: 2) Mevlânâ Hâlid hazretleri (kuddise sirruhu) müritlerine inkârcılardan uzak durmalarını, zira insanın münkirle karışıp görüştüğü, ilişkide bulunduğu ölçüde kalb kasvetine mübtela olacağını ifade ediyor. Hazret’in bu hükmü mutlak olarak mı anlaşılmalıdır, yoksa onun istisnalarından da bahsedilebilir mi? (30:15)
- Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kuddise sirruhu), 1776 yılında Süleymaniye yakınlarında bulunan Şehr-i Zûr kasabasının Karadağ mahallesinde dünyaya geldi. Soyu anne tarafından Hazreti Ali (radıyallahu anh), baba tarafından Hazreti Osman’a (radıyallahu anh) dayanır. İslâm dünyasında Celaleddin Rumî’den sonra “Mevlânâ” (efendimiz, büyüğümüz) lakabıyla anılan ikinci kişidir. Ömrünün büyük bir kısmını Bağdat’ta geçirmesi sebebiyle Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî olarak şöhret bulmuştur. Yaşadığı asrın müceddidi kabul edilmiştir. Hazreti Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile Hazreti Bediüzzaman arasında çok büyük benzerlikler bulunmaktadır. Hazreti Üstad’ın talebelerinden merhum Hâfız Tevfik’in, Barla Lâhikasında, Bediüzzaman hazretleri ile Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri arasındaki benzerlik ve farklılıkları ele aldığı bir makâlesi yer almaktadır. (30:40)
- Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri etrafa gönderdiği talebelerine devlet adamlarıyla oturup kalkmamalarını ve siyasetten uzak durmalarını tavsiye etmiştir. (31:35)
- Âmir bin Şerahil, zenginlerle oturup kalkmayı şeytanla beraber olmak kadar çirkin görür. Bu, zenginliğin ve zenginlerin kötü olduğu manasına gelmez. Kötü ve çirkin olan, sadece malı mülkünden dolayı bir insanın karşısında temenna eylemek, boyun bükmek, tevazuda bulunmak ve minnet etmektir; çünkü bunlar insanı alçaltan ve Allah’la münasebetine dokunan tavırlardır. Diğer taraftan, fazilet bakımından ulemanın bile önüne geçen zenginler vardır. (31:56)
- Ehl-i gafletin düşüncelerinde ve mütalaalarında sohbet-i Cânan yoktur; onlar adeta gülmek için bahane uydururlar, işleri gaflet içinde eğlenmektir. Dolayısıyla, onlarla beraber olanlar o kötü huyları üzerlerine bulaştırırlar. Bu açıdan da insan, dost ve arkadaşlarını seçerken “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan / Sözümüz cümle heman kıssâ-i cânân olsa!..” mülahazasına bağlı insanları tercih etmelidir. (32:55)
- İmam-ı Şa’rânî “Bînamaz bir insanın yanında beş dakika otursam kırk gün namazımdan lezzet alamam.” der; hatta bu mevhibe, mevahib ve feyz kesilmesinin kırk sene sürdüğünü söyleyen de olmuştur. (34:35)
- Şahsî hayatımız açısından, bir araya her gelişimizde bizim manen birkaç metre daha yükselmemize vesile olabilecek insanlarla oturup kalkmamız lazımdır. Bununla beraber, davamızı, düşüncemizi, mefkûremizi, gaye-i hayalimizi herkese duyurma adına -vazife açısından- başkalarıyla da görüşüp konuşmak ayrı bir ibadettir. Evet, mü’min kendisi gibi düşünmeyen insanlara nefretle yaklaşmaz, onlara karşı tavır almaz, kimseyle kavga etmez, kötü sözler söylemez; fakat kalbî ve ruhî hayatı adına kendisine bir şey ifade etmeyen insanlardan da uzak durmaya çalışır. Şu kadar var ki, vazife düşüncesiyle herkesle münasebet yolları araştırır; toplumun değişik kesimlerini birbiriyle kaynaştırmaya çalışır ve içtimaî huzur adına kendisine düşenleri yerine getirir. Geçenlerde de ifade edildiği gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefalarına katlanan mü’min, halktan uzak duran ve onların eziyetlerinden emin olmaya çalışan mü’minden daha faziletli, mükafatça daha üstündür.” (35:04)
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.