Hâce Muhammed Lütfi (Alvarlı Efe Hazretleri)
Çay faslından hakikat damlaları: Gösterişten uzak, insanlardan bir insan!..
- Tabiî olma çok önemlidir. Büyük insanların söz, tavır ve davranışları gayet tabiîdir. Hak dostlarının bazen heyecandan köpürdükleri de olur; öyle “Allah!..” derler ki, insanın yüreği ağzına gelir. Fakat, çok tabiîdirler o hallerinde de. (00:34)
- Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) “Eğer kalbinde haşyet olsaydı, mutlaka azalarına, tavır ve davranışlarına da aksederdi.” buyurmuştur. Evet, kalbinde haşyet olanın tavır ve davranışlarında da haşyet olur. Bu şekilde iç-dış bütünlüğünü yakalayan bir insan, diliyle olduğu gibi haliyle de hak ve hakikate tercümanlık eder; görenlere Allah’ı hatırlatır. (01:34)
- Hakikate ulaştıran iki önemli yol vardır; bunlardan biri sohbet, diğeri de hizmettir. Hizmet, himmete mazhariyetin bir vesilesi ve yolu; sohbet de, zâhir ve bâtın duygularla hakikati duyma, hissetme, yaşama hâlidir ki, öteden beri hep ehemmiyetli bir “insibağ” (büyüğün boyasıyla boyanma, onun rengine bürünme) sebebi addedilegelmiştir. Ne var ki, her insibağ, sohbetin merkez noktasını tutan zâtın mertebesiyle mebsuten mütenasip (doğru orantılı) olduğundan, tezahür ve tesirlerinde de bir kısım farklılıklar söz konusudur. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, câmiiyyeti itibarıyla Hak sohbeti sayesinde mazhar olduğu insibağ, en kâmil mânâdadır ve “Sen, Allah’ın boyasıyla boyan ve O’nun verdiği rengi tam al; (zaten) o ilâhî boyadan boyası daha güzel olan kimdir ki?” (Bakara Sûresi 2/138) hakikatinin aşkın bir remzidir. Ondan sonra, O’nun metbûiyyetine bağlı bir tâbiiyyet içinde ve asliyetine nisbeten bir zılliyet mahiyetinde diğer bütün dava-i nübüvvet ve dava-i vilâyet vârislerinin insibağları gelir ki, verenin ve alanın istidadına göre çok farklı ve mütefâvittir ve bu konudaki ahz ü atâ da tamamen kabiliyetlere göre cereyan etmektedir. (02:18)
- Hak dostlarının her hallerine yansıyan saygı ve haşyetleri namazda adeta zirveye ulaşır. İrfan ufkunda ihsan şuuruyla eda edilen öyle bir namaz vardır ki, o namazı ikâme eden kendini o esnada huzur-u kibriyada görebilir. Öyle ki el ve ayaklarını hareket ettirirken kendini Arş’ın örtülerine dokunuyor gibi hisseder. Hisseder de el ve ayak hareketi gibi yakışıksız tavır ve davranışların, huzur-u kibriyada saygısızlık kategorisi içinde mütalaa edileceğini düşünerek tir tir titrer. Nitekim Cenâb-ı Hak, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in namazdaki durumunu anlatırken;
اَلَّذِي يَرَاكَ حِينَ تَقُومُ وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِدِينَ
“O ki, (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor.. secde edenler arasında kıvrım kıvrım kıvrandığını da.” (Şuarâ, 26/218-219) - Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) sürekli hem bir anilmerkez his ve heyecan içinde hem de ilelmerkez his ve heyecan içindeydi. (06:00)
- İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen (Hazreti Ali’nin dile getirdiği)
كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ
İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol! - Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz, “insan-ı kâmil” olduğu gibi tabiî insan olmanın da kemal noktasını tutmuştu. (09:30)
Soru: “Uluslararası Hâce Muhammed Lütfi (Alvarlı Efe Hazretleri) Sempozyumu” tertip heyetinin talebi üzerine sormak istiyoruz: Şahsiyeti, topluma yönelik mesajları, meclisinin müdavimleri, aile fertleri ve üzerinizdeki tesirleri zaviyesinden Alvarlı Efe Hazretleri ile alakalı duygu ve düşüncelerinizi lütfeder misiniz? (10:15)
- İşin doğrusu böyle büyük bir zatı resmetmek ve onun tam bir fotoğrafını ortaya koymak beni aşan bir konudur. Bu itibarla, onun hayatını, düşünce dünyasını, kalb ve ruh ufkunu derinlemesine ve arka planıyla kavrayabilecek bir idrake sahip olmadığımı daha başta ifade ve itiraf etmeliyim. Ayrıca o büyük zat, ruhunun ufkuna yürüdüğünde ben henüz on altı-on yedi yaşındaydım. Bu açıdan anlatacağım hususlar, idrak ufkum ve o zamanki çocukluk mülahazalarım da nazar-ı itibara alınarak değerlendirilmelidir. (10:50)
- Alvar İmamı iç dünyası itibarıyla derin, aşk u heyecanıyla coşkundu. Zikir meclislerindeki hali, bu gönül zenginliğinin canlı bir misali gibiydi. O, hem Nakşî hem de Kadirîydi. Bundan dolayı olsa gerek, caminin içinde onun nezaretinde bazen hatme-i hacegan bazen de halka-i zikir icra edilirdi. Caminin içinde kalabalık bir halka olurdu. Tasavvuf geleneğinde ser-zakir, zikrin nasıl söyleneceğini göstermek için halkanın içinde dolaşır; fakat o dönem itibarıyla Hazret çok yaşlı olduğundan halka içinde dolaşmaz, âdeta halkanın bir imamesi gibi yerde oturur ve halkadakilere göz ucuyla birer nigah-ı aşina kılardı. Zaten bir süre sonra halkadakiler kendilerinden geçer ve çevrelerini görmez hale gelirlerdi. Hatta ağlamaya boğulanlar ve bayılıp yere düşenler olurdu. (16:12)
- Hazret, aynı zamanda tam bir peygamber aşığıydı. Birisi ona gelip, “Orada, sokaklarda çok uyuzlu mahlûklar gördüm.” dediğinde tepkisi şu olmuştur: “Sus! Medine’nin sokak köpekleri için dahi öyle söyleme! Ben Peygamber hatırına oranın uyuzlusuna bile kurban olurum.” O, bu ve benzeri ifadeleri, yüreğinden kopup gelen bir içtenlikle, bütün benliğiyle söylerdi. Öyle ki, bunu söylerken adeta Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsiyet-i maneviyesinde erir ve fena fi’r-rasûl olurdu. Onun şu naatında da bu derin Peygamber sevgisini görebilirsiniz:
Ey Şâhid-i Mukaddes Hûrşid-i âlem-ârâ,
(19:45)
Geysülerin muhammes ebrûlerin dilârâ.
Zülfün teline kıymet olmaz cihân serâser,
Neşreylemiş dû-kevne mûyin anber-i sârâ. - O, bir söz sultanıydı. Hem aruzla hem de hecenin değişik kalıplarıyla ruhunun ilhamlarını seslendirirdi. Fakat o, büyük bir söz üstadı olmasıyla beraber, huzurunda başka büyüklerin söz ve nazımlarının dile getirilmesinden de kesinlikle rahatsız olmaz, hatta o türlü söz ve şiirlerin söylenmesini teşvik ederdi. Mesela Pîr-i Küfrevî Hazretleri’nden hilafet almış bir zat olan Ketencizade’nin Divan’ında şeyhi için söylediği,
Azîzim, rehberim, pîrim, efendim, şem'-i tâbânım.
Ziya-i himmetimdir her iki âlemde devrânım.
Benimle müttefiktir bu recâda cümle ihvanım.
Aman ey kutb-ı ekrem, gavs-ı azam, şah-ı devranım.
Nazardan dûr kılma bendegânı, gözde sultanım. - Evlâd-ı Rasûl’den olan Alvar İmamı ile babası Hüseyin Kındığî Efendi, Pîr-i Küfrevî Hazretleri’ne intisap etmek üzere Bitlis’teki dergâhına giderler. Pîr-i Küfrevî Hazretleri, muhtemelen, görür görmez onlardaki istidadı hemen keşfettiğinden kendilerine hususî teveccühte bulunur ve ciddi ihtimam gösterir. Daha sonra da erbain çıkartma, seyr u sülûk-i ruhaniden geçirme, herhangi bir teste tabi tutma, endazeye vurma ihtiyacı duymaksızın her ikisine birden hilafet verir. Cevahir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez, sarraf değilse bir insan altın ve gümüşten anlamaz. İşte Pir-i Küfrevî Hazretleri cevahir kadrini bilen bir cevher-fürûşân olarak görür görmez onların kıymetini anlıyor ve halkı irşat edebileceklerine dair kendilerine hilafet veriyor. Ani gelişen bu durum karşısında, o güne kadar Küfrevî Hazretleri’ne hizmet eden müritleri geceleyin ileri geri konuşmaya başlıyor ve sonra da hilafet konumunu ihraz edip etmediklerini anlama adına onları imtihana tabi tutuyorlar. O esnada birden kapı ardına kadar açılıyor ve içeriye giren Küfrevî Hazretleri onlara şöyle sesleniyor: “Mollalar! Mollalar! Hüseyin ve Muhammed Lütfi efendilerin bana ihtiyaçları yoktu. Onları kemâlâtı buraya getirdi.” (25:40)
- Henüz on dört, on beş yaşlarındaydım. Çok sevdiğim güzel bir arkadaşım vardı. Bana bir gün dedi ki, “İstanbul’da öyle dergâhlar, öyle medreseler var ki, Allah’ın izniyle altı ayda insanı evc-i kemâlâta çıkarıyor ve onu va’z u nasihat yapmaya ehil hale getiriyor.” Arkadaşım, bu sözleriyle beni ikna etti. Ben de hocama ve başımın bağlı bulunduğu o Hazret’e sormadan eşyalarımı bir küçük sandığa koyup arkadaşımla birlikte istasyona doğru hareket ettim. Bu arada benim başka bir talebe arkadaşım -ki bu arkadaşım Vehbi Efendi’nin torunuydu- bu durumu bizim akrabalara haber vermiş. İstasyonda tam gişeye yanaşıp bileti alacağım esnada birdenbire biri bileğimden tuttu. Bileğimi tutan, babamın teyzesinin oğluydu. Bilet alamadan beni geriye getirdi. Ertesi gün hocam, bana Hazret’in beni çağırdığını haber verdi. Ben, titreye titreye onun yanına gittim. Onun bu ölçüde celallendiğini hiç görmemiştim. Bana “Vallahi, billahi, tallahi gitseydin paramparça olurdun.” dedi. Onun bu sözleri hâlâ tın tın kulağımdadır. (29:20)
- Bir başka hatıram da şudur: Molla Cami’ye yeni geçtiğimiz bir gün, talebe arkadaşlarla birlikte onun yanına gitmiştik. Erzurum’un beş on tane zengini de onunla birlikte oturuyordu. O, “Ben şimdi talebeme soru soracağım. Bilirse hepiniz ona şu kadar para vereceksiniz.” dedi. Ben Molla Cami’de nereleri en iyi biliyorsam, o, bana onları sordu. Ben de bildiğim yerler olduğundan hepsine cevap verdim. O zengin kişiler de bana Efe Hazretleri’nin dediği miktarda para verdiler. Zannediyorum toplam miktar, o günün parasıyla iki yüz lira kadar oldu. Belki de bir insanın hacca gidebileceği kadar bir paraydı bu. Efe Hazretleri’nin gözlerinde katarakt rahatsızlığı olduğundan bende ne kadar para biriktiğini görememişti. Bu sebeple bana ne kadar para biriktiğini sordu. Ben de cevap verdim. Sonra, “Bu kadar para sana çok. Ben onu Demirci Osman Efendi’ye vereyim de, onunla medreselerin ihtiyacını karşılasın.” dedi. (32:18)
- Erzurum’da medresede okurken ciddî bir fakr u zaruret içinde olduğumuzdan bazen üç dört gün ekmek, peynir bulamadığımız zamanlar olurdu. Babam imamlıktan aldığı paradan üç beş lira verirdi; fakat bunun ihtiyaçları karşılaması mümkün değildi. Ekmek alacak paraya muhtaç kaldığımız günler çoktu. İşte açlığın bizi kıvrandırdığı böyle bir günde, üç dört arkadaş tekkeye gittik. Hazret’in kardeşinin torunu Tayyib Efendi de bizimle birlikteydi. Tekkenin yanında bir samanlık vardı, orası kiler olarak kullanılırdı. Gözümüz kilerin deliğinden içerideki karpuzlara ilişti. Hazret diğer tarafta namaz kılıyordu. Biraz sonra kapı açıldı ve o “Çocuklar, buraya gelin. Ben size getirip bir karpuz keseyim.” dedi. Evet, nice hadiselerle müşahede ettiğimiz üzere o, insanın halinden anlayan, içini okuyan, ufku ve kalb gözü açık, engin bir insandı. (35:33)
- Bir gün rahmetlik pederim Erzurum’a gelmişti. Teyzesinin evinde, pederim de, ben de istirahat ediyorduk. Birdenbire “Efe vefat etti.” diye bir ses duyar gibi oldum. Hemen yerimden fırlayıp Kurşunlu Camii medreselerine doğru koştum. Oraya vardığımda baktım arkadaşlar ağlıyorlar. Oradan da Efe Hazretleri’nin (rahmetullahi aleyh) evine gittim. Mumcu mahallesinde bir evde oturuyordu. Kırkıncı Hoca’nın “Taftazani” dediği Erzurum müftüsü Sadık Efendi ve Allame Sakıp Efendi de oraya gelmiş, mübarek naaşını kimseye bırakmayarak bizzat kendileri yıkamışlardı. Cenazesi orada yıkandıktan sonra bir kış günü Alvar Köyü’ne götürüldü ve oraya defnedildi. Karda kışta bütün milletin oraya akın ettiğine ve defin hadisesine şahit oldum. (38:18)
- Salih Özcan Abi’den dinlediğim şu hatıra da onun kemâl ve istiğnasını göstermesi adına bana çok önemli geliyor. Salih Abi, 1950’li yılların başında Erzurum’a uğrayarak Hazret’in elini öpmüş ve ona demiş ki, “Efe Hazretleri! Üstad Bediüzzaman diye birisi var. Onun din ve imana dair yazdığı risaleler var. Biz de onun yolundayız. Onun bu risalelerini âleme duyurmaya çalışıyor, bunlarla hususiyle genç nesillerin imdadına koşuyoruz.” Bunun üzerine Hazret şöyle mukabelede bulunmuş: “Ah şu gözlerim görseydi de, ben de size yardımcı olabilseydim.” Evet, fazilet odur ki, başka fazilet-meab insanların faziletini de kabul etsin ve onlara karşı saygılı olsun. (43:23)
Cenâb-ı Hak o büyük zatı, Habib-i Edibi’yle beraber haşr u neşr edip Firdevsiyle âbâd eylesin! Âmin!
Hâce Muhammed LütfiBu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.