Girdili-çıktılı aktarmalar ve suizan virüsü
- En büyük kayıp, kazanma kuşağında kaybetmedir. Kaybedenler zaten kaybediyordur, Allah kurtarsın; fakat, mü’minlerin kaybetmesi çok acıdır. (00:55)
- Şeytan, bir parça dahi olsun iyilik düşünmeyen, tamamen fesada kilitlenmiş ve kötülük duygularıyla dopdolu bir varlıktır. Cenâb-ı Hakk’a başkaldırdığı andan itibaren o, insanın en büyük düşmanı olmuştur. Şeytan ve insî-cinnî yardımcıları beşere en büyük zararı verebilmek için öncelikle insanlara en faydalı olan şahısları hedef alır ve onlara hücum eder. Bu hususla ilgili bir menkıbe anlatılır: Ehl-i dünya veya bînamaz bir insan camiin bahçesinden geçiyormuş. O esnada elinde bir sürü gem olan birisini görmüş. Yanına sokularak kim olduğunu sormuş. O da, “Ben şeytanım!” diye cevap vermiş. Bu sefer elindeki gemlerin ne işe yaradığını sormuş. Bunun üzerine şeytan: “Şu camide gönlünü Allah’a vermiş âbid insanlar var. Dışarıya çıktıklarında, onları o atmosferden uzaklaştırıp kendi peşimden sürüklemek için bu gemleri elimde tutuyorum.” demiş. Adam kendisi için de bir gemin olup olmadığını merak etmiş ve şeytana, “Benim gemim hangisi?” diye sormuş. Şeytan, “Senin için geme lüzum yok ki, sen zaten küçük bir işaretle arkamdan koştura koştura geliyorsun!” demiş. (01:55)
- Şeytan, bir kısım kimselerin etrafında kötü bir atmosfer oluşturur; orada laubalîlik estirir, bâtılı tasvir ettirir, nefret hislerini alevlendirir ve insanın mahiyetindeki şehevî, gazabî duyguları harekete geçirir; böylece ağına düşürdüğü o şahısların bakışlarını bulandırır, başlarını döndürür. Evet, o vesveselerini sürekli üfler durur; onun insî borazanları da o üflemeleri yaldızlı sözlerle ve diyalektiklerle sese dönüştürürler. Aldatmak için yaldızlı (içi bozuk, dışı süslü ve aldatıcı) sözler söylerler. Yani vahyeder gibi seri bir ima ve işaretle öyle süslü, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sadece dışındaki süsüne bakanlar aldanır ve onların şeytanlıklarına meftûn olurlar. Bu açıdan da insî cinnî şeytanlardan gelebilecek hücumlara karşı latifelerimizi güçlendirmemiz, onlardaki nefsanî/şeytânî tuzaklara tepki gücünü artırmamız ve bu konuda Kur’an-ı Kerim’in talim buyurduğu üzere Allah’a sığınmamız gerekmektedir:
وَقُلْ رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ
“Sen de ki: Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden, onların yanımda bulunmalarından (atmosferimi kirletmelerinden) Sana sığınırım!” (Mü’minûn Sûresi, 23/97-98) - Şeytan, en olumlu işlerin içine girdiler yaparak onu bulandırmaya/karartmaya çalışır. Ehl-i dünya da bazen “girdi” bazen de “çıktı” yapmak suretiyle insanları aldatmaktadır. Siz güzel bir söz söylemiş, güzel bir tevcihte bulunmuşsunuzdur; fakat, başından sonundan onları biraz kırpınca kuyruğu gitmiş, kulakları kesilmiş, dudağı burnu koparılmış bir şey kalır ortada. (09:15)
- Aramızda “Haziran Fırtınası” şeklinde maruf bulunan, “bant furyası” ya da “intikam almak için fırsat kollayan kimselere sünuh eden mevsim” de denebilecek olan günlerde girdili çıktılı montajların en çirkinleri hazırlanmıştı. Mesela; C, birilerinin nazarında çizgisi olmayan, istediği gibi yaşayan kafirin teki; fakat sen diyorsun ki “Arkadaş, ‘C kafirdir’ diyemezsiniz!” Sadece oradan o “diyemezsiniz”i kırptığında ne kalıyor geriye?!. “Falan kafirdir” kalıyor. (10:10)
- Yine mesela bazı gazetecilerle otururken elektronik levhada bir cümle çıkıyor: “Bazen güç ve kuvvet insanı kör ve sağır hale getirebilir.” Tam o esnada gazetecilerden biri soruyor, “O ne demek?” Siz de “Bazen güç ve kuvvet insanı başkalarını hesaba katmaz hale getirebilir.” diyorsunuz. Fakat, onlar kendi duygu ve düşüncelerine göre, hakaret sayılabilecek bir tabirle, bunu ifade edince, karşı taraf “Nasıl böyle bir şey der?” diyor. Oysa ki siz belli bir cümleye bağlı olarak, farklı bir münasebetle, konjonktür farklılığı içinde bir şey söylüyorsunuz ama o şeyin yeri değiştirilince, konjonktür kayması olunca, atmosfer farklılaşınca o mesele farklı manalara geliyor. O mesele o farklı manalarla sunulunca bir sürü gönlü yıkmış oluyorsunuz. (12:00)
- Biri hakkında kötü düşüncelere sahip olmaya “sû-i zan” denir. Cenâb-ı Hak, bir ayet-i kerimede, sû-i zannın çirkinliğini ifade sadedinde, “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı (ism) günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.” (Hucurât Sûresi, 49/12) buyurmuştur. Bundan dolayıdır ki Nur Müellifi, dört büyük hastalığı sayarken, yeis, ucb ve gurur ile beraber sû-i zannı da zikretmiş ve insanın hüsn-ü zanna memur olduğunu belirtmiştir. (14:55)
- Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَإٍ فَتَبَيَّنُوا أَنْ تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ
“Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa, gerçeği bilmeyerek, birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât Sûresi, 49/6) - Girdi ve çıktılar, en güzel sözleri bile hakiki manalarından uzaklaştırırır. Mesela, Rasûl -i Ekrem Efendimiz’in,
رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ
“Nice oruç tutanlar vardır ki, nasipleri sadece açlık ve susuzluktur. Nice namaz kılanlar da vardır ki, nasipleri sadece yorgunluk ve zahmettir.” - İçleneceği içleyen ve dışlanacakları da dışlayan her huzur eri, ihsas ve ihtisaslarını değişik şekilde ifade etse de, besteler ve nağmeler aynıdır. Zira onların mir’ât-ı ruhlarına akseden, tecelli-i Zât envârı ve sübühât-ı vech şuâlarıdır. Vâkıa, aynaların ve kabiliyetlerin istidat ve istiâblarına göre bazen duyuş, seziş ve seslendirişler farklı farklı olabilir; hatta bazı fıtratlar bu durumda iltibaslara da düşebilir; burada esas olan temkin, teyakkuz ve “usûlüddîn” prensiplerine bağlılıktır. Bize düşen ise, onlara ait bir kısım farklı iltibaslara mâkul birer mahmil bularak, böyleleri hakkında suizan kapılarını kapalı tutmak olmalıdır. Mesela, Muhyiddin ibn Arabi’nin vücud mülahazaları ve “Ene’l-Hak” diyen Hallac-ı Mansur hazretlerinin sözleri hüsnüzanla te’vile tabi tutulmalıdır. Ezcümle, Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, Şam’da baskıya uğradığı bir zaman ayağını yere vurur ve “Sizin taptığınız tanrı, benim ayaklarımın altındadır.” der. Bazıları onun bu türlü sözlerini ilhadına bir sebep sayarlar. Hâlbuki hazret, muhataplarının Karun gibi gönüllerini paraya kaptırdıklarını ve âdeta ona tapmaya başladıklarını düşünmektedir. Onların taptıkları bu tanrının, ayaklarının altında olduğunu ifade etmesinin ise, ayaklarının altında gömülü bulunan büyük bir hazineye işaret olduğu nice zaman sonra anlaşılmıştır. (21:52)
- Biz hepimiz insanız; söylediğimiz sözleri başından kestikleri, sonundan kopardıkları, ortadan deldikleri zaman su-i tevile uğramayacak şekilde beyanda bulunamayız. “Ben öyle bir konuşayım ki ne girdilerle ne de çıktılarla beni mahkum edemesinler!” İnsanın gücü yetmez buna. Mesela siz (terör işleyen, canlı bomba olup masum insanların canına kasteden ve İslam’ın aydınlık yüzüne zift püskürten kimselerden bahsederken) diyorsunuz ki: “Böyle hainler, böyle aşağılık mahluklar var müslümanların içinde.. Yahudilerin içinde de böyle aşağılık mahluklar olmuştur.. Hristiyanların içinde de olmuştur. Bugün de var mı yok mu? ( ) Öyle müslümanları, Allah akıllarını başlarına getirsin, insaf versin, yoksa yerin dibine batırsın! Böyle davranan yahudiyi de Allah yerin dibine batırsın.” Fakat, bu cümlelerin başında zikrettiğiniz sıfatları ve şartları, mesela “Böyle davranan ” kaydını koparttıkları zaman geriye “Yahudîyi Allah yerin dibine batırsın!.. Musevîyi Allah yerin dibine batırsın!” kalıyor. Sonra “Konuşmanın falan dakika falan saniyesinde al sana bu kelimeler!..” deyip üstü üste vesika gibi şeyler yığmak suretiyle, bir de yanlış tercümelerle çok büyük kötülüklere ve suizanlara sebebiyet veriyorlar. Günümüzde bunları acı acı müşahede ediyoruz. Bütün bunlarda “tebyin”e gitmeme, arkasını araştırmama meselesi var. Demiyorlar “Orijinal bantta, sözün önüne arkasına bir bakalım! Girdi var mı, çıktı var mı?” Aceleci ruhlar ve zaten önyargılı/şartlanmış olan kimseler, hemen o ilk duyuma binaen bir hüküm veriyorlar; dolayısıyla düşmanlıklar, kinler, nefretler tetiklenmiş oluyor. (26:44)
- Suizan bir hastalıktır; aynı zamanda o öyle bir virüstür ki siz onu ortaya attığınız zaman başkalarına da bulaştırmış olursunuz. (32:28)
- Bir insan hakkındaki haberlerle ilgili hüküm verirken onun dünya görüşü, hayat felsefesi, durduğu yer ve o zamana kadarki gidişatına da bakmak lazımdır. Mesela; gönüllü olarak hizmete kendini vermiş ve adanmış insanların dünya adına dikili bir taşları yok. Bunlara yalvarsanız “Allah aşkına, peygamber aşkına, ne olur, gelin siz de siyasete girin, milletvekili olun, müsteşar olun, müdür olun.” deseniz, şöyle mukabele ederler: “Git Allahını seversen! Elhamdulillah her anlayışta bu işi temsil eden insan var. A istiyorsanız, A çizgisinde insan var; B istiyorsanız, B çizgisinde insan var Madem hemen her düşüncede insan var, onlar temsil ediyorlar bu işi; siz bunlardan hangisini yararlı görüyorsanız, ülkeye ve millete faydalı görüyorsanız, onu intihab edersiniz, seçersiniz. Fakat o işin içine girme, ille nemalanma, yararlanma, bir makam bir paye sahibi olma hırsıyla oturup kalkmak doğru değil. Mesleğimiz itibarıyla, Hazreti Pîr’in sözüne sonuna kadar sadığız: Euzu billahi mineşşeytani vessiyaseti: Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırız. Bu Allah’a sığınılacak bir şey değil, fakat biz, kendini i’lâ-yı kelimetullaha adamış, ruhunun âbidesini ikâmeye adamış insanlar, mesleğimiz itibarıyla ondan Allah’a sığınırız.” (34:52)
- Bir de konumu itibarıyla insanlara bakıp öyle hüküm vermek lazım. Siz birisi hakkında bir şeyler düşünüyorsunuz. O elli yaşına girmiş, altmış, yetmiş, yetmiş beş yaşına girmiş ve o güne kadar bu mevzuda en küçük bir istekte bulunmamışsa, ondan sonra kalkıp onun hakkında olumsuz şeyler düşünmek sizde bir fikir inhirafının var olduğunu gösterir; siz hiç farkına varmadan bir düşünce kayması yaşıyorsunuz demektir. Bu itibarla da insanlar hakkında hüküm vermeden önce numara ve drop arama çok önemlidir; o zaman pek çok meselede “Bunlar, bu insanların diyeceği/edeceği şey değildir.” denecektir. (37:13)
- Bize düşen şey; “Biz mü’minlerin bu türlü olumsuz şeylere tenezzül edeceklerine ihtimal vermiyoruz. Müslümanlara kötülük yapacaklarına, yaptıkları hizmeti engelleyeceklerine, yaptıkları hizmette onlara çelme takacaklarına ihtimal vermiyoruz.” mülahazası içinde meseleye yaklaşmak ve böylece musibeti/belayı ikileştirmemektir. (41:10)
- Genel duamız şudur:
يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ نَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لَناَ شَأْنَناَ كُلَّهُ وَلاَ تَكِلْناَ إِلَى أَنْفُسِناَ طَرْفَةَ عَيْنٍ وَلَا أَقَلَّ مِنْ ذٰلِكَ
“Yâ Hayyu, yâ Kayyûm (gerçek hayat sahibi ve kâinatı ayakta tutan), rahmetin hürmetine Senden yardım diliyoruz; her halimizi ıslah eyle ve göz açıp kapayıncaya kadar, hatta ondan daha kısa bir vakit olsun bizi nefsimizle başbaşa bırakma!”
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.