Ashâb-ı Kehf, Hızır ve Zülkarneyn
Soru: Kehf Sûresi’ndeki kıssalar birbirinden ayrı hadiseler olarak mı ele alınmalıdır; yoksa mebdeden müntehaya bir dirilişin ya da bir medeniyetin sergüzeştine dair merhaleler şeklinde mi? Ashab-ı Kehf’in hali, Hazreti Musa’nın Hazreti Hızır’la yolculuğu, Hazreti Zülkarneyn’in seferleri ve seddi günümüz insanlarına neler ifade etmelidir?
- Kehf Sûresi’nde anlatılan hâdiselerin hemen hepsi vüzuhu içinde hafî gibidir. Bir bakıma topyekün beşerin serencâmesinin yine beşerin enzârına arz edilmesi itibarıyla vak’aların kahramanları âdeta belirsizleştirilmiştir; ifadeler fizikî mülâhazalar çerçevesinde ele alınsa da metafizik edalıdır. Değişik renklerle vak’alara öyle bir ton verilmiştir ki, kahramanlar birer sırlı ve sihirli varlıklar görünümü arz etmektedir; ifadeler onları hep buğulu gösterir. İnsan, onları seyrederken tayin ve teşhislerinde zorlanır. Zannediyorum bu tür konularda esas olan da budur; çünkü anlatılanlar, bütün bir insanlığın macerasıdır. Şu kadar ki, Kur’ân’ın anlattığı vak’alar, bizim senaryolarımız gibi hayalî değildir; onlar, hakikatin ta kendisidir. Bu vak’aları, peygamberler ve salih insanların şahsında sahnelendiren Hazreti Allah (celle celâluhu), Kelâm-ı Kadim’i ile de ibret alınması maksadıyla, ayn-ı hakikat olarak Peygamberine bildirmiştir. Şimdi bize de, onlardan alınacak hisseyi almak düşmektedir. (01:00)
- Ashab-ı Kehf, Allah inancından uzaklaşıp putperestliğe saplanmış toplumu terk ederek bir mağaraya sığınan, halleriyle insanlara ahiret inancı ve ölümden sonra dirilme hususunda ibret olan birkaç gençtir. Bu gençler, şerir bir idareye karşı fiilen mukavemet edemediklerinden dinî hayatlarını yaşayabilmek için saray hayatını terk ve mağarada yaşamayı tercih etmişlerdi. Bu zatlar orada, ilâhî bir rahmet eseri olarak çok uzun bir uykuya dalmışlar, Romalılar da mağaranın ağzını kapatarak onları ölüme mahkûm etmek istemişlerdi. Üç yüz küsur sene sonra uyanan bu gençlerin harika hallerine şahit olan o dönemin idarecileri de mağaranın kıyısına bir mescit yapmışlardı ki, daha sonra burası herkes için bir ziyaretgâh haline gelmişti. Kur’ân-ı Kerim, Ashab-ı Kehf’in yerini açıklamamıştır. Anadolu’da Tarsus ve Efes’te olduğu gibi İspanya, Cezayir, Mısır, Ürdün, Suriye, Afganistan ve Doğu Türkistan başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde Ashab-ı Kehf’in mağarası olarak gösterilen mekanlar vardır. Bunun bir hikmeti şu olabilir ki; bu, sadece bir yerde olmuş mahallî bir hâdise değildir; dünyanın çeşitli yerlerinde inanan insanların çoğu hep böyle bir mağaraya sığınma ve bir “tahannüs” devri yaşamışlardır. İşte Kur’ân, meseleyi mutlak bırakmakla bu hususa işaret etmekte ve her yerdeki Ashab-ı Kehf’e dikkat çekmektedir. Belki de her peygamberin ümmeti içinde bu tür bir Ashab-ı Kehf mevcudiyeti söz konusudur. (03:35)
- Hazreti Musa, bir münacatında kendisinden daha bilgili bir insan olup olmadığını Cenâb-ı Hakk’a sorar. Gayesi tefahur değil, sadece o kişiden istifade etmektir. Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’ya, böyle bir kişi olduğunu ve onu görmek için de “Mecmaü’l-Bahreyn”e kadar gitmesini vahyeder. Hazreti Musa emre icabet ederek yanına fetâsını alır ve yola koyulur; bu genç (fetâ), tefsircilerin ittifakıyla Yuşa b. Nun’dur. Yolda büyük bir kayanın yanına varırlar. Orada bir müddet istirahat ederler. Bu arada zembillerindeki ölü balık birden canlanır ve denize dalıverir; derken gözden kaybolur. Demek ki, bulundukları o yerde mânevî ve ayrı bir atmosferin mevcudiyeti söz konusuydu. Orada Cenâb-ı Hak, apaçık Hayy ismiyle mütecellî idi. Aslında makam-ı Hızıriyet, bütünüyle canlılıktır. İhtimal işte o atmosfer içine girince, Hayy isminin fevkalâde tecellîsiyle balık birden canlanmış ve suya dalıverirmişti. Hazreti Musa ile Yuşa b. Nun (aleyhimesselâm) bir müddet yürürler. Kendilerinde bir yorgunluk ve açlık hissettiklerinde Hazreti Musa’nın teklifiyle yemek yemeye karar verirler. O esnada Hazreti Yuşa unuttuğu bir meseleyi, yani balığın canlanıp denize atlayıp gittiğini hatırlayıverir. Daha sonra oranın bir buluşma yeri olduğunu anlayıp geriye dönerler. Hızır’ı (aleyhisselâm) orada duruyor görürler. Kur’ân, onu, kendisine “Ledün ilmi” verilen bir kul olarak anlatır. Hazreti Musa, durumunu ona açar ve kendisine tâbi olmak istediğini söyler. Ancak Hızır (aleyhisselâm), Hazreti Musa’nın kendisiyle yolculuk yapmaya tahammül edemeyeceğini söyler. Peygamber Efendimiz’den şerefsüdur olan hadislerde bu hâdise ile alâkalı tafsilat şöyledir: Hazreti Musa’ya hitaben Hızır şöyle der: “Allah sana bir ilim vermiştir. Onu ben bilemem. Bana verdiği ilmi de sen bilemezsin.” Sonra da denize gagasını daldırıp çıkaran bir kuşu gösterir ve şöyle der: “Yâ Musa! Senin ve benim bildiklerim, Cenâb-ı Hakk’ın ilmine nisbeten, şu kuşun gagasına bulaşan su ile koca okyanusun nispeti gibidir.” Farklı buuddaki o yolculuk sırasında Hazreti Hızır bir gemiyi arızalı hâle getirir, bir çocuğu öldürür ve kendilerine yemek vermeyen insanların bulunduğu yerdeki bir duvarı da düzeltir. Bunlar işin zâhirine göre hep hatadır, bu itibarla da her defasında Hazreti Musa’nın itirazı olur. Ancak ayrılacakları sıradadır ki, Hızır, bu vak’aların iç yüzünü anlatır. Bu yolculuk, her zaman ve devirde yapılması gereken bir yolculuktur. İnanan insanlar sadece zâhirî ilimlerle yetinmemeli, kalb ve ruh dünyalarını işlettirerek ledün ilmine vâkıf olmaya da çalışmalıdırlar. Yolculuk, bir mânâya göre çile ve seyr u sülûkun remzidir. Bu uzun yolculukta her makamın kendine göre şartları vardır ve bunlar ancak erbabınca bilinmektedir. Sahabeden sonra tâbiîn döneminde bu iş hakkıyla yapılmış ve her türlü ilmi elde etme cehdiyle insanlar uzak mesafelere yolculuk yapmış ve at koşturmuşlardır. Aynı hedefe varmak isteyenler, günümüzde de aynı şekilde davranmak zorundadırlar. Demek ki, bu hâdiseden hisse alma kıyamete kadar devam edecek ve her ilim insanı bu hâdiseden kendi seviyesine göre bir mânâ anlayacaktır. (06:46)
- Zülkarneyn; iki boynuzlu, iki yönlü, iki buudlu veya iki çağa hükmeden insan mânâsına gelir. Zülkarneyn ismi Kur’ân’da bizzat zikredilir. Ancak isim zikredilmekle birlikte, Zülkarneyn’in kimliği yine kapalı kalmaktadır ki, bu vak’ada da diğer hâdiselerdeki gibi meçhuliyet devam etmektedir. Ona Topal Filip’in (Philippos) oğlu Büyük İskender diyenler vardır. Hâlbuki Zülkarneyn, Hazreti İbrahim devrinde yaşamıştır. Hatta bazı rivayetler, Hazreti İbrahim ile Zülkarneyn’in görüşmelerinden bahsetmektedir. Bu itibarla milattan 300 sene kadar önce yaşamış olan Büyük İskender asla Zülkarneyn olamaz. Zülkarneyn’in Himyer’den olması ihtimal dahilindedir. Çünkü Yemen lisanında isimlerin başına “Zülmenar”, “Zülyesar” vs. gibi “zü” getirilmesi âdeti vardır. Durum böyle olunca şark ve garptan maksat, baştan sona Afrika olabilir. Zülkarneyn’in oradan Çin’e uzanmış olması da mümkündür. Hazreti Zülkarneyn, peygamber olup olmadığı şüpheli zevattandır; ancak zâhir ve bâtın ilimlerini cem eden bir insan olduğu kesindir. Zülkarneyn, cihanın şarkına ve garbına seyahat yapar. Önce Bahr-i Muhit’e daha sonra da meşrık tarafına gider. Orada üzerlerinde elbise dahi olmayan bir toplulukla karşılaşır. Yolculuğuna devam eder ve iki sed arasına ulaşır. Burada dillerini anlamadığı bir cemaat ona Ye’cüc ve Me’cüc anarşisinden bahseder ve ne pahasına olursa olsun onlarla kendi aralarına bir sed yapması teklifinde bulunurlar. O da ücreti reddetmekle beraber sed yapmayı kabul eder ve iki tepe arasına demir ve kaynamış bakır halitasından bir sed yapar. Orada bulunanlar da kendisine işçilikte yardım ederler. (09:36)
- Bir kere daha tekrar edelim; Zülkarneyn’in kim olduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz bir husus varsa, o da onun, bir hakikatin temsilcisi olduğudur. Zaten bizim için mühim olan da böyle bir hakikatin keşfidir. Zülkarneyn, sebeplerle çepeçevre kuşatılmış ve kendisine Cenâb-ı Hak tarafından “müknet” verilmiş bir insandır. Onu, hiçbir hâdise sarsamaz. O, hayatın bütün ünitelerinde tam bir salahiyet sahibidir. İçtimaî hayatı bütün teferruatıyla bilir. Onun iktisadî hayatı ve askerî hayatı da, en az bunlar kadar ileridir. Ve o aynı zamanda, bir ibadet insanıdır. Bu yönüyle de tam bir zâhiddir. Bütün sebepler seferber edilmiş ve onun emrine verilmiştir. Binaenaleyh yerinde irşad ekipleri çıkarır, onları yürütür, yerinde de cihanı fethetmek için hem şarka hem garba seferler tertip eder. Bu yönüyle Hazreti Süleyman’dan Hazreti Ömer’e, ondan da Kanuni Sultan Süleyman’a kadar bu hakikatin temsilcisi olmuş Zülkarneyn’ler söz konusudur. Zira bu hâdiseler, sadece bir devreye ve bir mahalle mahsus hâdiseler değildir. Her devirde ve her yerde olması mümkün hâdiselerdir ve kahramanları da belli şahıslara münhasır olmamalıdır. Belki bu kahramanlar, dünyanın değişik yerlerine serpiştirilmiştir. Hazreti Âdem’den beri devam eden ve kıyamete kadar da devam edecek olan her türlü şuurlu bir araya gelmeler bu hakikatin bir parçasıdır ve Cenâb-ı Hak, bu hususu bir sır olarak sürdürmektedir. (12:00)
- Hazreti Zülkarneyn’in seddi hakkında da çeşitli rivayetler vardır; bazıları bu seddin, meşhur Çin Seddi olduğunu söyler. Onlara göre bu set, Çinlileri Türklerden korumak için yapılmıştır. Bazılarına göre ise Azerbaycan-Ermenistan arasında Dağıstan’daki Demirkapı seddidir. Belki de bu set, Ural dağlarındaki settir veya hiçbiri değildir de Bering Boğazı’ndaki geçit noktasıdır. Bütün bunlar bizim bilgimiz dışındadır. Bunların ne olup-olmadığını bilmediğimiz gibi, bu seddin keyfiyetini de kesin olarak bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa o da şudur: Âlemşümul kabul devresi Zülkarneyn’le anlatılmış olmaktadır. O devre, dünya muvazenesinde bir yer almak, sözü dinlenilir bir konumda bulunmak ve daima haksızlığın önünde bir set gibi durmak zamanıdır. (17:10)
- Bir mü’min, Kur’an-ı Kerim’in hemen her sûresinin, her maktaının, hatta her ayetinin bir manada kendisine baktığını nazar-ı itibara almalıdır. Bu zaviyeden, Kehf Sûresi’nde anlatılan kıssaların bizimle çok ciddi alakası vardır. Mesela, Ashab-ı Kehf anlatılırken “telattuf” ve -Hazreti Üstad’ın ifadesiyle- “sırran tenevveret” düsturları nazara verilmektedir. Lütûfkâr ve latîfane hareket etme esasına bağlı bu düsturlar, hareketlerini Kur’ân’a uydurmak durumunda olanlar için vazgeçilemez birer umdedir. Latîf, Esma-i Hüsnâ’dandır; yani Cenâb-ı Hakk’ın yüce isimlerinden biridir ve Kur’ân’da da zikredilmektedir. Allah, Latîf’tir. O, lütûflarını insanların içine, onlara hiç hissettirmeden akıtıverir. İnsanlar hissetmezler; ama, onları İlâhî esintiler sessiz sessiz sarıverir. Bazen çok cüzî bir hâdiseyle, içinizin aydınlandığını görürsünüz; halbuki tenasüb-ü illiyet prensibiyle mes’eleye baksanız, yaptığınız o cüzî şeyle elde ettiğiniz büyük lütûf arasında bir münasebet kuramazsınız. Bir diğer zaviyeden Latîf ismi, İlâhî tecellilerin, akdes feyizlerin bilmediğimiz bir noktadan gelip, bizim ruhumuzu sarması demektir. Böylece insan îman adına birden bire bir inşirah ve inbisat hissetmeye başlar. Artık, îman onun için en zevkli bir keyfiyet, küfür ise, yılan ve çıyanın kucağına düşmek gibi en kerih ve çirkin bir duygu haline gelir. İşte, bu manâda telattuf, yapılan hizmetlerin hiç kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde, gürültü ve görüntüden uzak bir keyfiyette ortaya konulmasıdır. Ziya Paşa’nın “Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar / Rencide olur dide-i huffaş ziyadan.” sözüyle dikkat çektiği üzere, ışıkla, nurla da olsa hiçkimseyi rahatsız etmemek, hazımsızlığa itmemek ve husumete sevk etmemek hedef olmalıdır. (19:55)
- Ashâb-ı Kehf senelerce yattıkları mağaralarından, kabirden kalkar gibi uyanıp kalkmış; vaktiyle ayaklandıkları müşriklere karşı başarılı olduklarını ve isteyip umdukları Allah merhametinin bir tecellisini görmüş ve dolayısıyla önceden iman ettikleri şekilde Allah’ın vaadinin hak olduğunu müşahede etmişlerdi. Ondan sonra da tekrar mağaralarına çekilip yeniden kıyamete kadar uykuya dalmayı istemiş ve öyle de yapmışlardı. Zira, onlara göre önemli olan, misyonlarıydı. Madem vazifelerini tamamlamışlardı, artık ahiret onlar için daha sevimli ve hayırlıydı. Halk arasında takdir edilen ve alkışlanan, böylece ahiret azığını dünyadayken tüketen birer insan olmaktansa Hakk’a yürümeyi seçmişlerdi. İşte bu tavırlarıyla da onlar, bütün dava erlerine hüsn-ü misal teşkil etmişlerdi. (26:50)
- Hazreti Musa ile Hazreti Hızır kıssasından pek çok ibretle beraber şu dersi de almalıyız: Bir insan Musa bile olsa, Hızır gibi bir rehberin önünde diz çökmesini bilmeli ve ilmine ilim katmak, seyr ü sülûkunu tamamlamak için talebeliğe can atmalıdır. Bu aynı zamanda tevazu alametidir ki; Hazreti Sâdık u Masduk’a isnad edilen bir hoş söz şöyledir: “Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” (28:00)
- Zülkarneyn olma, evvelâ mağarada Ashâb-ı Kehf olmaktan başlar. Bu arada safvetini koruyanlar, ledünniyata sımsıkı bağlı olanlar ve işin başındaki hasbîliklerini sonuna kadar götürenler, fütüvvet erbabıdır ve insanlığın mâkus tali’ini de onlar değiştirecektir. Bağa, bahçeye, mal ve servete takılıp kalanlar, yazlığına kışlık ve kışlığına yazlık eklemeye çalışanlar ve en kıymetli sermayeleri olan ömürlerini böyle lüzumsuz arzu ve isteklerin arkasında koşarak tüketenlerin ise Zülkarneyn olmaya hakları ve liyakatleri yoktur. Bugün yeryüzü, Zülkarneyn ile temsil edilen hakikatin günümüzdeki mümessillerine muhtaçtır. Ülkemizin, dünya muvazenesinde bir yer alması, sözü dinlenilir bir konumda bulunması ve daima haksızlığın önünde bir set gibi durması milletimiz için bir hedef olmalıdır. (30:18)
- Hadis-i şeriflerde Cuma günü Kehf Sûresi’nin başından (bir rivayette sonundan) on ayet okumanın Deccal fitnesine karşı kalkan olacağı ifade edilmektedir. İnsan, bu sûrede anlatılan-Ashab-ı Kehf’in harika şekilde korunması gibi- ilahî icraâtıdüşünerek ayet-i kerimeleri tilavet edip O’nun inayet ve riayetine çağrıda bulunursa, inşaallah âhir zaman fitnelerinden muhafaza olur. (33:36)
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.