Mecburi Hizmet ve Doktorlar

Doğu'ya Gitmemenin Sebebi

"Vazife", "istihdam", gönüllü bazı şeylere sahip çıkma diyorsunuz. Bunların hepsi olmalı, sadece hekimler değil. Neden hekim meselesi gündeme geliyor? Daha ziyade bu tarafa hekimler gitmediğinden, batıyı daha çıkarlı bulduklarından dolayı. Hatta böyle yağlı yerleri, noktaları bulmuş hekimler varsa İç Anadolu'da, Batı Anadolu'da, İstanbul çevresinde her ay yirmibin dolar, yirmibeş bin dolar, otuzbin dolar kazanıyorsa bu insanlar öyle mahrumiyet yerlerine gitmezler. Bu açıdan mesele biraz hekimlere bağlı olarak gündeme getiriliyor.

Bölgenin Cazip Hale Getirilmesi Lazım

Aslında her meslek erbabı için senelerden beri yatırım yapmak isteyenlere "Doğu'da, Güneydoğu'da yatırım yapın, oraları mamur hale getirin" dedim. Söylene söylene bu söz, esas tesir gücü sayılabilecek saygınlığını da kaybetti. Üzerindeki cilaları döküldü, artık mat sözler, değersiz kalıplar haline geldi. Ben de sıkılıyorum bunları telaffuz ederken. Bu bölge cazip bölge haline getirilmesi lazım. Herkesin gözünün oranın üzerinde olması lazım. Suriyeli imrenmeli. Demeli ki ne yapmalıyım da şu Güneydoğu'da ayaklarımı basacak bir yer bulmalıyım. Kuzey Iraklı, Güney Iraklı, ne yapmalıyım da burada bir yer edinmeliyim. Türkiye'den müteşebbis bir dost bulmalıyım da ben müşterek orada bir iş yapmalıyım demeli. Burası öyle bir cazibe merkezi haline getirilmeli. Bu bir vaka. Bütün Türkiye'nin o hale getirilmesi elzem. Siz Türkiye'yi o hale getirmezseniz insanınız yurt dışına gider, yurt dışında yatırımlar yapar, himmetini başka taraflara teksif eder.

Bölgenin Zaaflarını Gözetleyenler Var

Güneydoğu'nun bir farklılığı var. Esasen birileri oynayacağı oyunu tıpkı bir arena ve stadyum gibi orada oynamak istiyor. Oradaki bazı kişilerin zaaflarını değerlendiriyor. Son zamanlarda olduğu gibi orada sürekli hınçları körüklüyorlar. Düşünün bir futbol oynanıyor. Kendi sahalarındaki sandalyeleri mandalyeleri kırıp aşağıya atıyorlar. Bu meselenin mantığı yok. Hıncın olduğu yerde zaten mantık yoktur. Kinin nefretin galeyana geldiği yerde mantık yoktur. Orada insanlar deli gibi hareket ederler. O andaki durumlarını tespit etme durumu olsa ve onları birer psikoloğa götürseniz veya psikiyatra götürseniz onların hepsine tımarhanenin yolunu gösterir. O stadyumlarda sandalye kıranlar, aşağıya sandalye atanlar tımarhanedekilerden daha akıllı değillerdir.

Neden? Çünkü hisleri, hırsları, kinleri ve nefretleri mantıklarını baskı altına almışlardır. Mantığın hakim olabilmesi için insan hissilikten uzak durması lazım. Kinlerini nefretlerini yenmesi lazım. O bir fazilettir, bir ibadettir. En büyük fazilet ve ibadetleri sayan Sahib-i Şeriat diyor ki "kezmu'l-gayz[1]" onlardan birisidir diyor.

Hazreti Ali ve Kin Yutma

Demek ki o kin ve nefret öyle yutulmayacak bir Allah belası ki yutmada insan zorlanıyor. Kur'an'ı Kerim "gayzını zorlanarak, diken yutuyor gibi yutan o faziletli insanlar"dan bahsediyor. Kin yutma, nefret yutma zorlanarak devenin diken yutması gibi bir fazilet sayılmış. Sadece ihlas açısından meseleye bakacak olursanız Hz. Ali hasmının (düşmanın) üzerine çökmüş -risalelerde görüyorsunuz- tam boynunu keseceği zaman aşağıdan yukarıya bir tükürük geliyor yüzüne. Hemen kılıcını kınına sokuyor ve kalkıyor. Diyor ki "bir mücadele ediyorduk burada. Bu türlü mücadelelerde sen beni öldürmeye çalışıyordun, ben de seni. Bu mücadelenin, maddi mücadelenin hakkıdır. Bu bir savaş. Savaşta böyle olur. Fakat şimdi savaşırken sen benim yüzüme tükürünce, savaşın içine benim nefsim karıştı. Ben sana öfkelendim" diyor.

"Yani gayzım köpürdü, yani içimde mağmalar köpürmeye başladı. O esnada ben seni öldürseydim, kendim için öldürmüş olacaktım. Oysa ki dinim diyanetim Allah'ın rızası, ülkem, toprağım, vatanım ve mensup olduğum millet adına bu savaşı kazanmam benim için önemliydi." Mesele bu kadar ciddiyse şayet bu mevzuda herkes kendini çok iyi kontrol etmesi lazım. "Hiç hesap sormadan karşına kim çıkıyorsa ve bazen isabetsiz de olabilir, çek tetiğini vur onu, ne olursa olsun" diyen insan cinnetlerini seslendiriyor demektir.

Herkes Gitmeli

Şimdi oralar bu hale getirilince sadece doktorlar değil bence herkes gitmesi lazım. Kaymakam da, hakim de gitmesi lazım. Hem de kaliteli, hislerine hakim, hukukun felsefesine vakıf hakimler gitmesi lazım. Adalete saygılı hakimler gitmeli. Sanıyorum onlar sınıflandırmalarına göre gidiyorlardır. Bu arada birileri arkaları olduğundan dolayı kayrılıyor mu, kayrılmıyor mu bilemediğim bir konuda işin başındaki insanları suçlama manasına o mevzuda "onlar da gitmiyor" deme gibi bir kabahati irtikap (işlemek) etmek istemem.

Aslında herkes gitmeli. Ben öncelikle yatırımcılar gitmeli diyorum. Orası cazip hale getirilmeli. İstanbul dünya başkentlerinden birisidir diyoruz. Ankara o kadar güzel olsun, o kadar imrendirici olsun, İzmir de o kadar imrendirici olsun. Güneydoğu da bütün vilayetleriyle o kadar imrendirici olsun. Ama bunun için hem insan unsuruna hem iş adamlarının, imkan sahiplerinin oraya yönelmesine bağlı bu mesele. Bu istikamette altyapı diyebileceğimiz hususlara hazırlanmamışsanız şayet, hiç parlak hale getiremezseniz. Bir mağrem ölçüsünde bir mağnem söz konusudur[2]. Bu Mecelle'nin kurallarındandır. Bir kısım ceremelere ve risklere katlanmamışsanız şayet, bir yere bir şey koyamazsanız. Herkesin bir şeye katlanması lazım. Belki ilk planda işi iyi yürümeyecek, buna rağmen gitsin orada bir iş kursun. Yatırımı iyi gitmeyecek belki de. Ama görüşsün devletle orada bir yatırım yapsın, iş sahası açsın. Muallimler orada vazife yapmaya koşsunlar. Gitsinler oradaki vatan evladına neler öğretilmesi gerekiyorsa şayet, onu öğretsinler.

Hekimliğin Ayrı Bir Yeri Var

"Bazı devlet memurları için Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da mecburî hizmet meselesi söz konusu olurken doktorların da oralara giderek insanımızın acılarını dindirmesi elzemdir, hekimlik bir nevi ibadet hükmünde bir meslektir" diyen Fethullah Gülen "ülkemizin her yanı birdir, kendi ülkemizin bir bölgesini mahrumiyet yeri olarak görmek düşüncesini kafamızdan çıkarmamız lazım" diye konuşuyor.

Hekimliğe gelince bana göre onun ayrı bir yeri var. Ben bu mevzuda hem inancımı, hem nasıl hissediyorsam onu ifade etmek istiyorum. Buna herkes katılır katılmaz. O da beni hiç alakadar etmez. Bana göre Allah'a inanmış bir hekim[3], insanların ağrılarını dindirmesi ölçüsünde sürekli ibadet ediyor gibi amudi (dikey) olarak Allah'ın en sevdiği velilerden olur. Birinin diş ağrısını dindirme, göz problemini giderme, birinin iç kulağında, orta kulağında problem var, başı dönüyor buna bir çare bulmak. Bu insanlar hal diliyle vicdanlarıyla Cenab-ı Hakk'a teveccühleriyle öyle duada bulunurlar ki çok defa başkaları o mevzuda sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar ibadet yapsa o seviyeyi ihraz (ulaşmak, elde etmek) edemez. Hekimliğin bu ölçüde önemi var.

Şimdi orada (Doğu'da, Güneydoğu'da) görüyorsunuz televizyonlarda veriyorlar. Kadın doğum yapacak, imkan yok. Eskiden ben 5-6 yaşındayken çocukluk dönemimde, otobüslerin olmadığı, modern vasıtaların olmadığı, ulaşımın kışın kızaktan, yazın kağnı arabalarından ibaret olduğu bir dönemde doğum yapacak bir kadın arabaya yüklenir öyle sürek sapak götürülürdü. Bazen gideceği yere ya ulaşır ya ulaşmaz. Ebeler bu işi başaramamışlardır. Bir hastahaneye yetiştireceğiz diye yola çıkarlar. Fakat kadın yolda ölür. Bunları hatırlıyorum ben. Hastahaneye yetiştireceğiz derken iki saat yol aldıktan sonra cenazesini dönüp geriye getirdiklerini bugün gibi hatırlıyorum. (Korucuk köyünde) kapı komşumuzdu, duvarlarımız bitişikti. Hatırlıyorum bu insanları. Hâlâ o bölgede bunlar yaşanıyor. Siz o bölgeyi bu haliyle bırakacak olursanız, köyünü, kasabasını, vilayetini bölgeyi bu haliyle bırakacak olursanız o insanlarda size ve sizin idarecilerinize karşı nefret hissi gelişir.

Siz nasıl öfkeleniyorsunuz onlar da öfkelenirler. Siz nasıl arzularınızın is'af (karşılık verilmesi) edilmesini istiyorsunuz. Edilmediği zaman küplere biniyorsunuz onların da küplere bineceklerini hesaba katacaksınız. Bu açıdan çok önemlidir. Zannediyorum buraya göndereceğiniz bir hekime Hızır nazarıyla bakarlar. Akıllarına gelse belki bizim hastahanenin Hızırları derler onlara, hastahanenin İlyasları derler. Belki Hıdırellezi unuturlar da neyin Hızır, neyin İlyas olduğunu hastahanede ararlar. İnsanımızın ona ihtiyacı var. Bu bir realite. Bunu görmezlikten gelmek körlük olur. Cenabı Hakk'ın kendilerine ihsan ettiği nimeti yine Allah yolunda değerlendirmeme noktasında nankörlük olur. Bu meselenin bir yanı idare edenlere ait.

Gönüllü Kahramanlar Yetiştirmek Lazım

Cenab-ı Hak kendilerine tabiplik, eczacılık, kimyacılık, fizik ilmi ve daha başka alanlarda imkânlar bahşeylemiş. Bunları görmezlikten gelenler ve bunu milletin emrine vermeyen insanlar nankör insanlardır.

Bir de bu insanların rehabilite edilmesi gerekiyor. O tabipler aynı zamanda tıp fakültesini bitirirken veyahut orada okurken veya ondan sonra uzmanlık ihtisası yaparken bu arada rehabilite edilmeliler. Çünkü oralara gönüllü[4] gitme, bir yönüyle vicdanın yönlendirilmesiyle gitme şu bizim duyduğumuz hissettiğimiz mülahazalara bağlı oradaki insanların derdine derman olmak için gitme duygusu onlara sürekli aşılanmalı.

Mezun olur olmaz o bir kısım kahraman arkadaşlar, tarih onları şerefle yâd edecek. Mesela "sen nereye gitmek istiyorsun?" dendiğinde "dünyanın en uzak yeri neresiyse oraya gitmek istiyorum" diyen arkadaşlar olmuştur. Mesela Tuva'ya gitmek istiyorum, Yakutistan'a gitmek istiyorum diyenler olmuştur. Sıfırın altında 60, sıfırın üstünde 60 derece. Bu ne demek? Yaz günlerinde sıcaklık bazen altmış dereceye yükseliyor, kış günlerinde de altmış derece soğuk oluyor. İnsanlar oraya giderken iki tane kevel[5] alıyor başlarına kış günlerinde. Yaz günlerinde de sineklerin şerrinden kurtulmak için başlarını kapatıyorlar ve buralara giden arkadaşlar hacca gidiyor gibi gidiyorlar.

Hac Sevabı Olabilir mi?

Ben burada antrparantez bir hissimi ifade etmek istiyorum. Hacca giden bir insanın bu kadar sevap kazanıp kazanmayacağını bilmiyorum fakat milletinin geleceği adına adanmış bir ruhu bir mancınığa koyun dünyanın en uzak yerine atın. "Gitmezsem, dönersem kahpeyim millet yolunda!" Bir azim ve cehd... Evet "eğer konduğum mancınıkla istenen yere gitmezsem kahpeyim!" Özür dilerim, ben söylemedim bu lafı. O[6] söylüyor. Evet bu insanlar bir kahramanlık örneği sergilemişlerdir. Eline ne geçecek, yaşayabilecek mi oralarda? Çoğu eşini götürmemiştir, düğün edip evlenmiş ama eşini götürememiştir. Çünkü iki kişiye bakacak miktarda bir şey eline geçmiyordu. El alem, bir kısım çenesi düşük insanlar "efendim bu değirmenin suyu nereden?" deyip duracaklar. Ama onlar büyük fedakarlık yaptılar.

Hipokrat Yemini Ya da Tıp Ahlâkı

Bu vatanın bazı evlatları bu mevzuda her türlü fedakarlığa katlanıyor da diğerleri niye katlanmasın? Tabip buna katlanmayacak, fizikçi buna katlanmayacak, iş adamı buna katlanmayacaksa o insanlara kim elini uzatacak? Tabip adayları mektep safhasında biraz rehabilite edilse, biraz kendilerine yüksek insan olma duyguları aşılansa olmaz mı?

Tabipler mektebi bitirdikleri zaman kendilerine yaptırılan bir Hipokrat yemini vardır. Tıp ahlakı başkadır, yüksek insan olma adına rehabilitasyon başkadır. Hipokrat yemini başkadır. "Ben meslek namusu üzerine yemin etmeliyim, kendimi millete adamak üzere yemin etmeliyim ve yeminimde yalancı çıkmamak için elimden gelen her şeyi yapmalıyım." Şimdi siz Hipokrat yemini, demokrat yemini, Aristo yemini, Eflatun yemini bilmem ne Heraklit yeminine bağlarsanız bağlayın. İnsanî planda ciddi rehabilitelerle insanı insan yapmamışsanız, onu vahşetten, şenaetten denaetten, fezaetten, fecaetten kurtaramazsınız. Esas ona insan-ı kamil olma yolu gösterilmeli. İnsan olmadan maksat insan-ı kamil olmaktır. Arızasız, kusursuz kendini insanlığa adamış, kendini milletine adamış insan olma... İnsan olmadan gaye ve maksat budur.

İnsanın yaratılışındaki gaye neyse onu ona göstermek suretiyle rehabite edildiğinde zannediyorum o insanlar da diğerleri gibi kuyruğa girecektir. Değil sadece Türkiye'nin içinde mahrumiyet yeri sayılan -sayılan diyorum- Türkiye'nin içinde mahrumiyet yeri bilmiyorum ben. Her yer birdir, her yer gül gibidir. O denen yerlerin çoğuna gittim ben. Belki gitmediğim bir iki yer vardır. Va'z u nasihat ettim, konferanslarda bulundum[7]. Hepsi böyle pırıl pırıl insanlardı. Hepsi heyecan doluydu, hepsi dine karşı fevkalade hahişgerdi, hepsi değerlerimizin etrafında kümelenmeye hazır bulunuyordu. Ama siz onları söküp kendi değerlerinizden uzaklaştırınca bu sefer değer aramaya kalkarlar. Bu defa bu şaşkınlıklar içinde sarhoş gibi oraya buraya toslar dururlar.

Problemlerle Sürekli Avantaj Arayanlar Var

Tabip veya hekim adayları ikna edilmeli. Hekimler de diğer fedakar insanlar gibi oralara gönderilmeli. Gitsinler vazife yapsınlar. O bölge (Doğu ve Güneydoğu bölgemiz) boş bırakılmamalı ve oradaki insanlara bu mevzuda mahrumiyet adına hiçbir şey söylettirilmemeli. Allah aşkına insafla düşünün, insafla konuşun. Neyiniz eksik sizin?

Şu son zamanlarda kurcalayanlarla kurcalananların arkasında esasen dış güçler vardır. Bir de onların uzantıları olan Türkiye'nin içinde problem çıkarmak isteyenler vardır. Sürekli problemlerle avantaj arayanlar vardır. Problemi avantaj haline getiren, getirmek isteyen insanlar vardır. Onlardır kargaşadan medet uman, onlardır her şeylerini tahribe bina edenler. Bir de bu türlü durumlar varsa şayet onların da canları sıkılır. Ve nihayet onlar da insandır, onlar da galeyana gelirler.

Şimdi birileri tarafından suni olarak meydana getirilen bazı noktalara varmak için, millete bazı şeyleri dayatmak için, başkalarını ezmek için orada hadise çıkaranlar bu defa hiç farkına varmadan bir yönüyle belki oradaki hadiseleri ateşlemiş, tetiklemiş olurlar. Sonra da problem altından kalkılmaz hale gelir ve yeniden dünya kadar insan ölür. Dünya kadar insan gözyaşına ve kana boğulur. Buna fırsat vermemek için -bence orası burası, ayrı gayrisi yoktur bu meselenin- herkes gidip her yerde vazife yapmalı.

Nereye Çıkarsa Oraya Gidilmeli

Kimi nereye tayin ediyorlarsa oraya gidilmelidir. Ben doktor olsaydım gider miydim? Giderdim gibi geliyor bana. Çünkü devlet nereye gönderdiyse gittim ben[8]. Hiç itiraz etmedim, tasarruflarına itiraz şerhi koymadım. Madem benim milletimin seçtiği, intihap ettiği bir devlettir bu. Ona karşı yapılması gerekli olan şeyleri ben yapmasam, halkın kürsülerde dinlediği adam, minberlerde dinlediği adam yapmazsa başkası yapmaz ki...

İnsanı Velayet Derecesine Çıkaran Meslek

Tabiplik arzettiğim gibi eğer Allah'a inanıyorsa insanı amudi (dikey) olarak Allah'a, velayet mertebesine yükselten bir meslektir. Nasıl hadis-i şerifte "sınırda, hudutta düşman karşısında yani korkutacak faktörlerin bulunduğu bir yerde bir saat nöbet bekleme bir sene ibadete mukabil" tutulmuştur. Demek ki bir sene nöbet tutan bir insan bilmem 365 sene ibadet yapmış gibi sevap kazanabilir. 365 sene insan yaşamaz ki... Fakat o kadar yaşamış gibi sevap kazanır. Aynen öylede bazı meslekler vardır bunlar insanlık yararına olduğundan dolayı bunlar insanı amudi olarak yükseltir. Fakat onun bir avantajlı yanı da şudur: Şimdi ister siz o yüce mefkurenizi, idealinizi anlatma, kendi milletinizi sevdirme, kendi kültürünüzü, tarihi miraslarınızı onlara benimsetme, onlarda tarih şuuru geliştirme, ister bu zaviyeden bakın isterse inandığınız şeyi onlara duyurma şeklinde bakın, isterse ülkenin bir yerinden kalkmış başka bir yerine sırf hizmet mülahazasıyla gitmiş, bu ülkenin iki farklı yerini birbiriyle uzlaştırma, barıştırma şeklinde bakın. Bunların hepsi çok güzel şeyler.

Sen adamın yarasını pansuman yapıyorsun veya bir iğne vuruyorsun ağrısını dindiriyorsun. Sana medyuniyet (borç) hissettiği bir anda sen aynı zamanda ona duygularını da enjekte ediyorsun. "Bakın ben İzmir'in göbeğinden kalktım geldim ve hiçbir sevdam yok. Vatanın bir parçası olan -isim vermiyorum- Güneydoğu'daki şu kasabanın dağın başındaki şu köyünde ağrıyla acıyla kıvranan insanın ıstırabını dindirmek için geldim ve gönlüm sizinle beraber" diyorsunuz. Şimdi bu öyle fethedici bir şeydir ki onu kendinize öyle bir bağlarsınız ki dahili ve harici elli bin tane şeytan çıksa onun eline ölüm silahlarını verse, onu değişik canavarlıklara itse, Allah'ın izniyle onu sizden koparamaz. Siz kendinizi sevdirirsiniz ona, bulunduğunuz yeri sevdirirsiniz, mefkurenizi sevdirirsiniz, tarihi tevarüslerinizi sevdirirsiniz, onda tarih şuuru geliştirirsiniz. Bir milletin fertleri olduğumuz duygusunu ona duyurursunuz ve yeni bir kalp kazanırsınız. Hatta orada düşünce ve duygunuzun bir müdafisini oluşturursunuz. Adeta vekiliniz olur, orada sizin bir müdafiiniz olur. Size ve sizin dünyanıza, sizin bulunduğunuz yere, temsil ettiğiniz mefkureye bir çatlak ses yükseldiği zaman o kollarını makas gibi açar "hayır bu konuda yanlışsınız" der. Kanaat önderlerinin[9] günümüzde gürül gürül konuştukları gibi konuşurlar.

Başkasının Yapacağı Şey Değil

Şimdi bu öyle bir vazife ki başkasının yapacağı şey değil bu. Hekimler, doktorlar yapabilir ancak bunu. Bir kadının doğumunu düşünün. Yani o acıdan, sancıdan kurtarırsınız onu. Onun gönlünü kazanırsınız, bir taraftan yavrusunu göğsüne basarken aynı zamanda bir kardeş gibi sizi de bağrına basar. "Bu ne hekimdi?" der. Bunlar önemli şeyler. Diğer alanları da siz düşünebilirsiniz. Gitsin bir asker orada birinin yarasını beresini tedavi etsin, bir şekaveti göğüslesin, birinin emniyet güvenliğini temin etsin. Millet korkusuz evinde rahatça otursun. Evinin yanma korkusundan uzak, çoluk çocuğuna bir şey olmadan gece rahat bir uyku çeksin. "Allah razı olsun bunlar sayesinde bir rahat uyku çektim" desin. Bunlar öyle bağlayıcı, öyle perçinleyici faktörlerdir ki, bunlar yerinde isabetli olarak değerlendirildiği zaman ayrılıktan gayrılıktan, imtizaçsızlıktan söz edilemez.

Neden Biz Yokuz?

Kral Faruk'un[10] bir sözünü hatırlatayım. Siz sadece adını duydunuz. Alkışlayabileceğimiz bir adam değildi. Fakat dini hisleri olan bir insandı. Hususi olarak misyoner teşkilatları karşısında Afrika problemini sezenlerden birisidir. Mustafa Necatiddin'den dinlediğimi size naklediyorum.

Mustafa Necatiddin hoca hattat olup hemşerimdi benim Medine-i Münevvere'de yaşıyordu. Orada vefat etti. Kral Faruk devrilmezden az evvel diyor ki "biz de insan yetiştirelim, biz de Afrika'ya Avrupalıların gönderdiği gibi insan gönderelim. Dünyanın değişik yerlerinde ne kadar irtibatımız olursa, nerelere varırsak oralarda gönüllü lobilerimiz oluşur, oralarda niye biz olmayalım. Afrika'dan tutun da Venezüella'ya kadar. Avrupa'nın arkasından gideceklerine bizim arkamızda olur bu insanlar" diyor. Aklın yolu bu. Ve şimdi sizin arkadaşlarınızın Türkiye'deki yüce himmete sahip insanların yaptığı da bu. Niye el alem dünyanın dört bir yanında var da biz yokuz? Beş on sene sonra dünyanın değişik yerlerinde, gelecekte Türkiye'nin fahri lobicileri neden bizden olmasın? Önemli tarihi bir hadisedir bu. Kral Faruk da aynen bunu düşünüyor. "Neden âlem var da biz yokuz burada? Fransız var, İngiliz var, Alman var, Hollandalı var, Venedikli var fakat biz yokuz. Biz de olalım bu işin içinde" diyor ve değişik yerlere insan gönderiyor.

Mustafa Necatiddin hocanın tanıdığı Ezher Üniversitesi profesörlerinden birisinin anlattığını kendisinden dinlemiştim. Profesörlük önemli değil bence, insanlar yaptıkları işlerin büyüklükleriyle değerlendirilmeli ve tartılmalı. Allah "inne ekrameküm indallahi etkâküm[11]..." demiyor mu? "Sizin en şerefliniz, en yüksek payeliniz ayet-i tekviniyeyi iyi okuyan, kainat kanunlarını ve din-i mübinin emirlerine münkad olan insandır. Şerefi ayet-i tekviniyeyi (kainattaki kanunlar) iyi okuyup değerlendirmede ve dinin emirlerine saygılı olmada görüyor. Dolayısıyla o şahıs da profesörlüğünü ayağının altına alıyor ve -basit bir mücahit gibi diyeyim ben, onlar misyoner diyorlar- kalkıyor bilmem Zenzibar'ın[12] hangi kabilesinin hangi köyüne gidiyor. Oraya varıp dayanıyor, vazife yeri orası gösterilmiş kendisine.

Kabileden içeri gireceği zaman çitin önünde durduruyorlar. Oradaki görevli "sen giremezsin buraya" diyor. "Niye giremezmişim ben, baksana zaten bir sürü insan içeride dolaşıyor, üstelik bizim rengimize de, sizin renginize de yakın insanlar var" diyor. Görevli "yabancıları sokmayız, yabancılar burada kafa karıştırıyor, sen giremezsin" diyor. Tam bu konuşma olurken orada içeriye bisikletle gelen sarışın bir kız -bağışlayın hoca aynen öyle demişti,"pırt" diye geçiyor- rahatlıkla oradan içeri giriyor. Hoca "pekala bu nasıl girdi şimdi içeriye" diye soruyor. "Efendim, o bir sağlık memurudur, yaralılarımızı, hastalarımızı tedavi ediyor, pansuman yapıyor" diyor. Hocanın kafasına dank ediyor ve "haaa" diyor. Aynen böyle anlatmıştı Mustafa Necatiddin. Haa diyor, demek ki ben yanlış gelmişim, sağlık memuru olmak, doktor olmak varmış diyor ve geriye dönüyor. 50-60 yaşından sonra sağlık dersleri alıyor bir sene sonra yeniden orada vazife yapmak için hazır hale geliyor. Bazı kelimelerde farkına varmadan değişiklik yapmışsam Allah beni affetsin. Mustafa Necatiddin -makamı cennet olsun- ondan dinlediğim şey budur.

Neden Biz de Koşmuyoruz ki?

Şimdi el alem bunları kullanmış, dünyanın değişik yerlerine girmiş.
Siz niye kullanmayacaksınız ki?
Hele bu kendi ülkenizde ise şayet niye dağ-bağ demeden her yere ulaşmayacaksınız?
Neden ova-oba demeden her yere gidip otağınızı kurmayacaksınız?
Neden gönülleri fethetmeyeceksiniz?
Neden gönüllere girip taht kurmayacaksınız?

Mecburi Hizmet Yöntemi

Meselenin bir diğer yanı şudur: İşte görüyorsunuz bir insan[13] çıkıyor makul mülahazalarla diyor ki hekimlere de mecburi hizmet olsun, savcılar mecburi hizmet görüyorlar ilk tayin edildikleri yer bilmem kaç numara, sonra tayin edildikleri yeri bilmem kaç numara. Neden hekimler için böyle bir sistem uygulanmasın? Onlar için de uygulansın. İhtisas imtihanlarına girecekleri zaman kazanırlarsa kendileri için bir şey düşünülsün. Elimizde bir yığın pratisyen hekim var.

Neden bu insanlar Türkiye'nin mahrum gibi görünen yerlerine gönderilmiyorlar?
Neden sağlık ocakları her yerde açılmıyor?
Neden isteyen insanların ister doğumunda, ister başka arızada imdatlarına yetişilmiyor?

21. Asırdayız Ama....

Yine hatırlıyorum ben. Adam apandisti patlamış sancıyla kıvranıp duruyor. Bilmiyorlar bunun apandisit olduğunu. Adam apandisti patladığından sancı çekiyor. Hiç unutmam yani. Tığ gibi delikanlı idi. Kızağa koyup götürüyorlar hastahaneye. Fakat ulaştırma esnasında yolun yarısında ölüyor. Teselli adına şunu söylediklerini hatırlıyorum bugünkü gibi. 5-6 yaşlarındayım. "Falanın karnı öyle bir ağrıdı, öyle bir ağrıdı ki adam "çaaat" diye çatladı" diye konuşuyorlardı. Çatlayan başka şeydi aslında. Adamın apandisti patlamış ve zehirleniyor o insan.

Şimdi 21. asırdayız, bu kadar muvasala (ulaşım araçları) imkanları var. Otobüsler var, taksiler var, uçaklar var. Yollar yapılsın. Oralara ulaşılsın, bu insanlar hala günümüzde bu acıları çekiyorlarsa, televizyonlardan, medyadan başka yerlerdeki farklılıkları görüyorlarsa, farklılığa karşı bir isyan ruhuna girebilirler. Şimdi bu mevzuda bir insan çıkıp güzel bir laf atıyor ortaya. Diyor ki "onları (hekim ve doktorları) da biz dolaştıralım, böyle herkes feleğin çemberinden geçiyor gibi geçsin. Buralarda bir asker nasıl doğuda batıda bilmem nerede, denizin dibinde, üstünde, kenarında, köşesinde vazife yapıyorsa aynen öyle onlar da her yerde vazife yapsınlar" diyor. Fakat kalkıyor birisi bozuyor bunu. "Hayır, yapamazsınız" diyor.

İhtimal ki bir kısım güçler var Türkiye'de. Sözleri bağlayıcı bir kısım çevreler bu mevzuda bazı müesseseleri harekete geçiriyorlar, kuralları ve kanunları bertaraf ediyorlar. Burada nâhak (haksız) yere bazı kararlar veriliyor, adalet çiğneniyor, ülkenin bir yanı yine ihmal içinde bırakılıyor, insanlar orada kıvranıyorlar. Bu bir vakadır.

Meclis ve Millete Düşen Vazife

Fethullah Gülen Hocaefendi milletin menfaatine olan ve insanımıza sahip çıkılması gereken konularda milletin ve Meclis'in yapması gereken hususları şöyle açıklıyor:

Bu açıdan o mevzudaki çarpıklıkların düzeltilmesi lazım. Kanun yapan Meclis bu mevzuda kanunlar çıkarmalı, arkasında durmalı, ağırlığını ortaya koymalı, millet de Meclisinin arkasında durmalı.

Adil olmayan ne varsa bunlar milletin bünyesinden -çer çöp gibi- silinip atılmalı. Adalet abidesi ikame edilmeli ve milletin her ferdi mutlu edilmeli.

Herkes ülkenin her yerine gidip vazife yapmalı yoksa kaba kuvvetle onları sindirmekle, düşünen kelleleri almakla hiçbir zaman feveranı dindiremezsiniz. Gayzı nefreti sona erdiremezsiniz.

O hizmetleri ne kanunlarla yapabilirsiniz ne de eşedd-i zulüm, eşedd-i istibdat içinde (en şiddetli zulüm ve baskılar) o kanunu uygulamakla gerçekleştirebilirsiniz. Adaletten daha mülayim ve insanların gönlünü fetheden yumuşak bir silah yoktur. Bence gönülleri fethetmek istiyorsanız adaletle yapacaksınız, mahlukata şefkatle bakacaksınız. Herkesi merhametle kucaklayacaksınız, herkesin arkasında olduğunuzu hissettireceksiniz.


[1] Öfkesini yenen, gayz ve kinini yutan

[2] Bir sıkıntı ve zorluk karşısında ancak bir ganimet söz konusu olabilir.

[3] Yeni Şafak, 15.03.2006, Doğu'ya Doktoru İnancı Götürür

[4] Zorunlu hizmet için dahi doktorlar Doğu ve Güneydoğu bölgesine gitmezken, doktor Serkan İşler, Kars'ta yüzlerce çocuğu ameliyat edip, iyileştirerek 'Yılın Doktoru seçildi. Bu konuda 6 Nisan 2006 tarihli Samanyolu ana haber bülteni ve 7 Nisan 2006 tarihli Vakit gazetesine bakılabilir.

[5] Koyun ve kuzu postundan yapılmış kürk

[6] Namık Kemal'in "Hürriyet Kasidesi" adlı şiirinde geçen "Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin/Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten /Kader her türlü eziyet sebeplerini toplasın gelsin/Millet yolunda bir gidişten dönersem kahpeyim" mısralarından mülhem olarak söylüyor.

[7] Fethullah Gülen 1976 ve 1977 yıllarında Çorum, Malatya, Konya ve Diyarbakır'da "Altın Nesil, Hazreti Peygamber'in Hayatı, Kur'an ve İlim" gibi konferansları vermişti. Burada o konferanslar münasebetiyle edindiği intibaları aktarıyor.

[8] Fethullah Gülen Hocaefendi 1964 ila 1981 yılları arasında vaizlik hayatı boyunca sırasıyla Edirne, Kırklareli, İzmir, Edremit, Manisa ve tekrar İzmir'de görev yaptı. 1989-91 yıllarında İstanbul'da ve bunun yanı sıra Türkiye'nin değişik yerlerinde gezici vaiz olarak vaazlar verdi.

[9] Zaman, 31 Mart 2006, Güneydoğu'daki provokasyona karşı kanaat önderlerinden sükûnet çağrısı

[10] İngilizler tarafından 15 Mart 1922'de ülkeye resmi olarak bağımsızlık verildi. Ancak yönetim yine büyük ölçüde İngilizlerin direktifleri doğrultusunda hareket ediyordu. Bağımsızlık sonrasında I. Fuad, Mısır krallığına getirildi. 1936'da onun ölmesi üzerine oğlu Faruk krallığa geçti. Kral Faruk'un yönetimine 26 Temmuz 1952'de gerçekleştirilen askeri darbeyle son verildi. Darbeden sonra Tümgeneral Muhammed Necib devlet başkanı oldu. Ancak iki yıl sonra 25 Şubat 1954'te Cemal Abdünnasır yönetime el koyarak Necib'i görevden uzaklaştırdı.

[11] Hucurat Suresi, 13. ayet (49/13)

[12] Tanzanya devleti iki devlet birleştirilerek oluşturulmuştur. Bunlardan biri Zencibar, diğeri Tancanika'dır. Zencibar'ın halkı hepsi Müslüman'dır. Fasih Arapça konuşurlar. İdarecileri de aslen Yemen'in Uman kentinden olan Müslüman biri idi. Batılılar Zencibar'dan Arapçayı ve İslâm'ı silmek istediler. Orada sosyalizm ve komünizm ismi altında devrim yaptırdılar. Yeni gelen yönetim binlerce Zencibar halkını kesip doğradı. Zencibar'dan tamamen İslâm'ın izlerini silmek için orayı putperest ve Hıristiyanlardan oluşan Tencenika ile birleştirip yeni devlet yapmaya giriştiler. Böylece Zencibar'ı haritadan sildiler. Birleşen iki devlete yeni ad olarak Tanzanya ismini koydular. Başlarına da Julios Niriri isimli birini getirdiler.

[13] Yeni Şafak, 15.03.2006 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın açıklamaları: 9 bin atama 7 bin terk

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.