Ahiret Sermayenizi Dünyada Bitirmeyin
Gönüller Birer Ayna Olursa...
Müslümanların iyi olduğu durumlarda samimi, Allah için, işin içine başka şeyler, başka mülahazalar karıştırmadıkları, böyle gönüllerini doğru ve temiz tuttukları dönemde hep birer inayet olmuşsa, tabir-i diğerle "gönüller birer ayna olmuşsa" orada hep inayet-i İlahi tecelli etmiştir.
Neyin Vurgusunu Yapıyoruz?
Ne zaman olursa... yani işin içine başka mülahazalar katılmazsa, -çok tekerrür edilen bir sözdür, kusura bakmayın- yani "kendimizi ifadeyi" katmazsak işin içine, hiç farkına varmadan, mesela güzel Kur'an okuruz. Okunan o Kur'an'a karşı bir heyecan uyanır, Kur'an'ın meal-i münifini döktürürüz. Ona karşı bir heyecan uyanır, bir teveccüh hasıl olur. Fakat Allah'ın beyanını ortaya koyarken, onun önünde kendimizi de ortaya koyarız. Sesimizle kendimizi ifade ederiz. Nağmemizle kendimizi hissetmeye çalışırız. Kur'an'ı Kerim'e dair bulduğumuz bir nükte ile kendimizi ifade ederiz.
Başarımıza vurguda bulunuruz. Kitap yazarken kendimize vurguda bulunuruz. Bazen bir sözümüze, bir beyanımıza büyüleniriz. "Bunu iyi dedik, şimdiye kadar kimse dememişti bunu." Bunların hepsi o işi yaralama, o işte bir çatlak meydana getirme demektir. İsterse buna böyle mülahazalara, Şah-ı Geylani girsin, Hasan Şazeli girsin, Ahmed Bedevi girsin ve sizin oturup kalkıp hep saygı duyduğunuz, hakikaten saygı abidesi insanlar girsin, bu mesele mezmum bir meseledir. Onlara ait yönleri itibariyle biz sadece o zatlara nispet edildiği için inşallah onlardan mezmum (kötü ve çirkin karşılanmış) değildir deriz de, fakat o meseleyi tecrit mülahazasıyla ele aldığımız zaman basbayağı mezmumdur.
İmtihan Hassasiyeti
Doğru ifade ederken de, insanları cennete koyarken de, böyle kucakladın cennete koyuyorsun. Aklından geçti ki "bak ne güzel cennete koyuyorum ben." O işi zedelemiş olursun. Kendini hiç o işe katmayacaksın. Kendi aklına geldiği zaman, o mevzuda diyeceksin ki "ihtimal Cenab-ı Hak, beni burada imtihan ediyor" Kendimi mi mülahazaya alacağım, onu mu mülahazaya alacağım? İmtihandaki bir insan da imtihan olan bir insan gibi hassas ve titiz hareket etmeli. Bu hassas bir konu. Yani "innemas tezellehümüş şeytanu min ba'di mâ kesebû..."[1]herkes için söz konusudur. Öyle bir kaymaya maruz kalırsanız kesbettiğiniz birşeyden dolayı mü'minseniz sizin iktisabınıza, kesb diyelim. O aleyhinizde bir iş haline gelir, aleyhinize dönüşür. Elden geldiğince "yaptığınız bu hizmet-i imaniye ve Kur'an'iye'de dünyevi-uhrevi o füyuzat hislerinden fedakarlıkla..." diyor. Yani Allah'a iman edeceksin, marifet ufkuna ulaşacaksın, marifet senin içinde bir zevk-i ruhani meydana getirecek, veya muhabbet doğuracak, muhabbet bir zevk-i ruhani meydana getirecek. Diyeceksin ki "iman-ı billaha evet, marifetullaha evet, muhabbetullaha evet, çünkü O'nun hakkıdır bunlar. Ve benim için de bir sorumluluktur. O'na iman etmek, O'na inanmak, O'nu vicdani bir derinlik haline getirmek, sonra O'nu sevmek, delice sevmek, aşk ölçüsünde sevmek, visaline koşmak, iştiyakla yanıp tutuşmak... Bunlar O'nun hakkı hepsi. Çünkü O, güzeller güzeli. Ve benim de sorumluluğum, vazifemdir. Ben bunları yapacağım." Ama o zevkin ruhanisi bile olsa ona talip olmamalı.
Adanmış Ruhlar Ne Demek?
Bu objektif olarak umum halkın talep edeceği bir mesele olabilir. Dolayısıyla Hazreti Pir-i Muğan[2], (Bediüzzaman Said Nursî) "iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i ruhani" diyebilir. Fakat sen maddi manevi füyûzat hislerinden fedakarlık mülahazasıyla o zevk-i ruhani bile ayağının dibine gelse "bana lazım değilsin" demelisin. Bu önemlidir yani. Bunlar hizmet erleri için zelle sayılır. Bakın bizler temelde hilkatimiz itibariyle Allah'ın âzat kabul etmez bendeleriyiz. Sonra bir de üstelik kalkıp diyoruz ki "biz hizmete adanmış insanlarız." Adanmışlığın kendisine göre bir büyüklüğü var. Bir müessiriyeti var. Celb-ü cezbettiği bir teveccüh var. Bunlardan dolayı adanmışız. Adanmış ne demek? Sen vakıf olmuşsun, vakıfsın demektir. Yani nefsin dahil senin üzerinde kimse tasarrufta bulunamaz. Buna şahsi arzuların dahil. Senin hayatının içine giremez onlar. Çünkü sen başka bir kapının kulusun, kapı kulusun. Bir kapı kulu başkasına kul olamaz. Allah (cc) Kur'an'ında diyor ki: "Sizden herhangi biriniz sizin bir kulunuz olsa, kapı kulunuz olsa bir başkasına kul olmasına rıza gösterir misiniz?"
Ben onun kuluyum ve bir de kalkıp pekiştirmişsin bunu. Bir perçin daha vurmuşsun ona. Diyorsun ki "ben adanmışım." Eğer öyle ise bence ondan başkasına herhangi bir talebin ve isteğin olmaması lazım. Senin aradan çıkman lazım. Sen arada olduğun sürece haylûlet (tutulma) vaki olur. Hüsuf-küsuf[3] yaşarsın.
Nesin sen? Senin aradan çıkman lazım ki, O bütün risaletiyle sende böyle tam tecelli etsin. Onu tam duyabilmen için aradan çıkman lazım. Bu itibarla hizmet-i imaniye ve Kur'aniye'de bulunan biz insanlar, hiç farkına varmadan bazı şeyleri kirletmiş oluruz. Diyelim, bir okulda çalışıyoruz, idarecilik yapıyoruz, öğretmenlik yapıyoruz. Çok küçük çapta bile olsa, kendi çıkarlarımızı düşündüğümüz zaman işi kirletmiş oluruz. Hizmet adına bir yerde duruyorsak şayet, bize tevcih edilen şey, vazife neyse onu yaparız. Ve takdir edilen imkan neyse onu alırız, öper başımıza koyarız. Hafizenalllah bir kenarında bulunduğumuz bir işten şöyle ya da böyle maddi-manevi bir çıkar mülahazasına girdiğimiz zaman, " ...ezhebtüm tayyibâtiküm fi hayatikümü'd-dünya[4]..." yani ahiret hayatında kullanabileceğinizi burada yiyip bitirdiniz, burada yan gelip yiyip yattınız, yok orada alacağınız bir şey."
Bulunduğun Mevkie Nasıl Geldin Söyler misin?
Evet bu çok önemli bir husus. Hususiyle bazı arkadaşlar önemli yerlerde ve önde geliyorlar. Veya kıdemli oluyorlar. İşte o kıdem onları belli noktalara getiriyor ki orada çok şey bu insanların üzerinde dönüyor. Belki hani meşru-gayri meşru tefrik etmeden böyle herşeye el uzatsalar her imkana da ulaşabiliyorlar. Bence iffetin, samimiyetin, ismetin gerçekten tahakkuk edeceği alanlar o mevkilerdir. Yani zaten sana bir şey gelip bulaşmıyorsa orada iffetli yaşayabilirsin. Hazreti Cüneyd-i Bağdadi'nin fakir ve aç birisine dediği gibi...
"Bulduğun zaman ne yapıyorsun?"
"Bulduğum zaman şükrediyorum, bulamadığım zaman sabrediyorum" diyor adam.
Cüneydi Bağdadi "Bağdat'ın köpekleri de aynı şeyi yapıyor" diyor.
Adam "E siz ne yaparsınız hazret?" diye soruyor.
"Bulduğum zaman dağıtır, bulamadığım zaman da sabredip şükrederim" diyor.
Meslek itibarıyla bizim bir durumumuz var. Bakın tevcihe rıza göstermek, takdiri olduğu gibi kabul etmek. Ve kaderin cilvesi takdir. Belli bir noktaya gelmişsin ki, o noktada belli manevralarla belli oyunlarla farklı şeylerden de istifade ederek belli kredileri kullanabilirsin. Ağabeyin, dayın, amcan filan vardır. Bunları kullanarak hakkın olmadığı, bileğinin gücüyle kuvvetinle, kabiliyetinle, Hakk'a adanmışlığınla oraya gelmemişsen, birisi vasıtasıyla oraya gelmişsen, birini kullanmışsan, bence orada ikiniz de haksızlık yapmışsınız demektir. Hakkın değilse o mevkie gelemezsin.
İşte Örnekler
Hazreti Ebubekir'i büyük yapan şey evlad ü iyalinden hiçbirini bir yere getirmemiş olmasıdır.
Hazreti Ömer'in raşit halife olmasının ötesinde O'nun büyük yanı, ne oğullarından, ne torunlarından hiçbirini bir manganın başına onbaşı olarak dahi getirmemiş olmasıdır. O dâhi insanın evlatları arasında, torunları arasında belli ölçüde bir kısım hizmetleri, vazifeleri, misyonları eda edebilecek insan yetişmemiş miydi? Haşa ve kella!... Çok büyük insanlar vardı onların içinde. Müçtehit olacak kadar insanlar vardı. Müctehidse bir insan, biz onları anlayamayız. Başka şeyler de yaparlardı. Fakat hayır...
Bu hizmet-i imaniye ve hizmet-i Kur'aniye'de hak yolunda yakın kayrılmaz. Şahsın adına birşeyden istifade edemezsin. Bu işten birşey arttırıp geriye atamazsın, artırmışsan o yolda servet edinemezsin. Ev yapamazsın, han hamam kuramazsın. Ha senin bir imkanın var, normal hakkın, senin için takdir edilen şey, onu bir yere yatırırsın. Nemalanır kendi kendine gelişir. Sen hizmetten onu aparmış olmazsın. Ona kimse birşey demez. Fakat bu hizmet-i imaniye ve hizmet-i Kur'aniye'ye gönül vermiş insanların tavır ve davranışlarından hasbilik dökülmeli. Hafizenallah, yoksa namazını kılsan da, orucunu tutsan da, haccına gitsen de şöyle böyle oyunlarla hizmetten bazı şeyler aparıyorsan sen, -özür dilerim- yani o münafıkın tekidir, münafıkın tekidir. "İnne'l-münafikîne fi'd-derki'l-esfeli mine'n-nari velen tecide lehüm nasîrâ"[5]
Yiğitliğin Ortaya Çıktığı Yer
Yiğitlik; şöyle veya böyle yolunu bulup açıktan açığa haram irtikap etmeden, kendine doğru bazı şeyleri akıtma imkanına sahip olduğun halde orada perhiz yapabilmektir, oruç tutabilmektir. Elini sürmemektir. Sizin arkadaşlarınızdan biriydi. Şimdi burada yok, olmadığı için söylebilirim rahatlıkla. Bana geldi dedi ki: "Bazen hizmet adına bana birşey veriyorlar, ben onları cüzdanıma koyarken benim paralarıma dokunuyor, mahzuru var mı bunun?" dedi. Evet, gönlümü fethetti benim. İşte o düşünce, o hassasiyet... Birisi emanet bir şey vermiş, onu zarfından çıkarıp da ben elimi sürmem ona. Emanettir çünkü, elim aşındırır onu. Verilecek yer neresi ise oraya verilecek. Beni alakadar etmez o. Siz Cenab-ı Hakk'ın teveccühüne mazhar iseniz şayet, bence o mevzudaki iffetinizle, ismetinizle, samimiyetinizle, emanet duygunuzla hareket etme durumundasınız. Çünkü Allah emanetini, emanette emin olanlara tevdi ediyor. Ve buraya kadar arzettiğim bu meselelerin hepsi gördüğünüz gibi birer zelle noktasıdır. Birer kayma noktasıdır. Kayarsınız hafizenallah. "Namazım yeter", "orucum yeter" derseniz; münafıklar da namaz kılıyorlardı, oruç tutuyorlardı, hacca gidiyorlardı ve savaşlara da iştirak ediyorlardı. İman meselesi kalbi bir meseledir. Bir insanın kalbi ile Allah'a teveccüh etmesi meselesidir. Hiçbir garaz, hiçbir ivaz gözetmemesi meselesidir. Bu açıdan günümüzdeki insanlar da o türlü teyidata mazhar olabilirler. Fakat Allah'a müteveccih olmaları lazım. Bulunduğu yerde bir kısım faydalanma mülahazaları gözetiyorsa, nemalanma mülahazaları varsa, geçiniyorsa oradan, hafizenallah onun semtine ne "münzelin"e[6] uğrar, ne de "müsevvimin"e[7] uğrar. Dünyada belki başarılara imza atar, fakat katiyyen ve katibeten Allah nezdinde kıymet-i harbiyesi yoktur.
Garazsız Kulluk
Garazsız kulluğa talibiz. Hiç bir şey görmedim, hiç birşey duymadım, hiç bir mazhariyet sezmedim. Ama Rabbimin mevcudiyeti mevzuunda da hiç şüpheye düşmedim. Bu bana yeter bence. Bunu öyle bir mazhariyet biliyorum ki; Allah bununla, Şah-ı Geylaniliği değiştirmek istese ve bunu benim ihtiyarıma bıraksa ben Şah-ı Geylaniliği filan istemem.
Anlıyor musunuz garaz bunlar. Düz insan, sıfır insan... "İçinde ruhani haz duymadan, zevk duymadan al" derim. O ruhani hazları, o zevkleri al benden derim ben. Ben sana karşılıklı, bedelli kulluk yapmıyorum ki. Kulluk senin hakkın. Sen malik-i yevmü'd-dinsin, meliki yevmü'd-dinsin. İyyake na'büdû diyerek sana hasrediyorum ben.
O ne küstahlık öyle. Manevi makamlar, rütbeler, rüyalar, 'Peygamber Efendimiz gelse, seccade sereceğim ona, gelsin orada namaz kılsın. Benim yatağımda otursun, rüyalarıma girsin.' Bu ne küstahlık!
Ekstradan lütfeder gelirse, "Sultan gönül tahtına kadem bastı, safa geldin Sultanım" dersin. Ve acaba bu bir imtihan mıydı benim için denmeli. Aldığımız şey yeter bize. Allah'ı tanımışız, Efendimizi tanımışız.
Ayıp değil mi? Onun üstüne bir de Cenab-ı Hakk'ın fevkalade tecellileri, hazlardır, sevklerdir. O türlü incik boncukla oynamak doğru değil. Biz büyük şeylerin peşindeyiz,
Peynir ekmek-don gömlek
Allah'a talibiz. Sağdaki, soldaki rengarenk şeyler, televvünat... bunlar senin başını döndürüyor. Yüzünü Allah'tan onlara doğru çeviriyorsan onları şerik (ortak) koşuyorsun farkına varmadan. Onun için ayağımın ucuyla o zevk-i ruhaniyi, benim büyüğümün o yolda bir armağan olarak tavsif buyurduğu o büyük şeyi, ayağımın ucuyla vallahi billahi tallahi iterim. Zorlana zorlana da olsa kulluk yaparım, Allah'ın hakkı, evet hakkı. Ne manevi makam ne rütbe ne mansıp hatta ne büyük bilmem ne adamın mensubu olma filan, yani sıfır olduktan sonra falana mensup olmuşsun ne olur, filana mensup olmuşsun ne olur. Bence sıfırla rıza göstermek, dünyevi uhrevi karar verelim sıfırlaşmaya. Dünyevi-uhrevi sıfırlaşma. Bu hizmetin içinde bulunanlar sıfır olarak dünyaya geldiler. Giderken sadece sıfır değil, "sıfır ibni sıfır" (sıfır oğlu sıfır) olarak gitsinler. Ekstradan Allah lutfetmiş, bir evleri olmuş, bir barkları olmuş. Buna birşey demem. Fakat adanmış ruhların böyle şeyi olmaz. Adanmış ruh, "peynir ekmek-don gömlek" der gider öbür tarafa. Münker-Nekir soru sordukları zaman, "peynir ekmek-don gömlek arkadaş!" deyip geçelim kestirmeden. Kendi kendimizi azlettirmeyelim.
Emre İtaattaki incelik
Uhud'da "itaattaki incelik" tabirini kullanıyoruz. Anlayamamışlardı. Bu tabiri başka bir mülahaza ile Tavassin'de Hallaç kullanır. Bir yanı yanlış, bir yanı doğru. Diyor ki "aşkı şeytandan öğrenmek lazım, emre itaatteki inceliği de Adem'den (aleyhisselam) öğrenmek lazım. Bu Muhyiddin-i Arabi, Hallac-ı Mansur, Sühreverdi gibi büyük mutasavvıfinin bizim anlamada zorlanacağımız veyahutta anlaşılması gerçekten güç olan bir kısım mütalaaları. Muhyiddin-i İbni Arabi'de de karşılaşabilirsiniz.
"Şeytan Allah'a çok aşıktı, -ben hiç zannetmiyorum- sonra Allah'la arasına Adem'in girdiğini görünce "hayır, ben seninle aramda kimseyi istemem" dedi. İşte o Adem'e secdeden[8] imtinanın temelinde bu vardır. Hallac bunu dillendiriyor. Ama ne mülahazası var, onu bilemiyorum. Bana göre yanlış olan bu. Doğru olana gelince: Diyor ki "emre itaatteki inceliği de Adem'den (aleyhisselam) öğrenmek lazım. Sürçtü, hemen doğruldu anında. "Rabbena zalemnâ enfüsenâ, ve in lem tağfirlenâ, ve terhamnâ le nekûnenne minel hâsirîn"[9]
Adem'ce ve Adamca Tavır
Hazreti Musa kazara bir yumruk vurdu. Biri devrilecekmiş devrildi gitti. Yumruk mevzuunda birini ikaz etmiştim. İnsanı yumruklamada hiç ölmeyecek bir yerine vurursunuz, o esnada hazır değildir. Çok ciddi bir kalp tepkisi olur o anda kalp duruverir, hiç ummadığınız anda, hiç olmayacak yerine vurursunuz ve ölüverir adam. Katil olursunuz. İşte Hazreti Musa da öyle yaptı. Vurunca devriliverdi adam. "Rabbi innî zalemtü nefsi fagfirlî"[10]dedi. "Kendime zulmettim, beni yarlığa Allah'ım" dedi. Anında yaptı bunu. Günahın üstünden daha bir saniye geçmedi. Ayet arkasından "fe gafera lehü" diyor hemen arkasından. Ve Allah O'nu mağfiret buyurdu.
Şimdi bu Âdem'ce, adamca bir tavırdır. Âdem'ce tavır, aynı zamanda adamca bir tavırdır. Düştün, hemen anında doğrulma demektir bu. Günaha bir saniye hakk-ı hayat tanımama. Ne yapayım ben? Bir saniye içinde fırsat bulamadım, hemen bir seccadeye koşayım, başımı yere koyayım, içimi Allah'ın huzurunda dökeyim. Bulamadım bu fırsatı, bir dakika oldu, iki dakika oldu, aradım bir yer böyle. Öyleyse o esnada, yürürken, arabanın direksiyonunda otururken, o esnada içine dökeceksin yani. Artık çevreni görmez hale geleceksin. Çünkü sen günahkar, kaymış bir insansın. Çamura düşmüş bir insansın. Üstüne batacak, utanacak ve hicap duyacaksın. Sonra da ilk ulaştığın seccadede, başını yere koyup Allah'a en yakın olduğun o demde içini Allah'a dökeceksin. Bu emre itaatteki inceliği kavramış olmanın ifadesidir. Ömür billah hep emre itaat eder. Eskaza, ayağı kayar düşerse şayet, doğrulur ve bir tane günah için ömür boyu istiğfar eder.
Ve yine Hazreti Âdem'e isnad edilen şey; diyor ki "o zellesinden sonra kırk sene başını semaya kaldıramadı, utandı Allah'tan." Bu samimi bir kalbin heyecanı, samimi bir kalbin duygusudur. Samimi kalp budur. "Emre itaat" dediğimiz zaman bunu anlamamız lazım. Emre itaat, Allah'ın emri başta gelir, Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin emri Kur'an'ı Kerim'e bağlı.
Ulul Emre İtaat
"Men yutiirrasul, fekad etaallah[11]..." (Kim Resule itaat ederse Allaha itaat etmiş olur, kim de yan bükerse üzerlerine seni gözcü de göndermedik) Peygambere itaat eden Allah'a itaat etmiş sayılır. Allah (cc) kendisine itaati, peygamberine itaatle aynı çizgide kabul buyuruyor, böyle ifade ediyor.
Kur'an'ı Kerim Nisa sure-i celilesinde ulu'l-emre itaat üzerinde duruyor. Nisa sure-i celilesinde ulu'l-emre itaat üzerinde duruyor. 'Ulü'l-emri minküm...'[12]; Sizden olan emir sahipleri rütbesine göre derecesine göre emirdir. Kütüb-ü Sitte'de hukuk faslında vardır.
Ulü'l-emr denen kimseler sadece kadılar değildir, belki devlet reisleridir. Ve onların vilayetlerdeki temsilcileri, valilerdir. Onların emirlerine itaat etmek lazım geliyor. Fakat derecesine göre değişik yerlerde yani bir ordu komutanı ulü'l-emirdir, onun emrinin altında bulunan herkes itaat etmekle mükelleftirler. Fakat aynı zamanda bir çavuş, bir onbaşı da nisbi olarak ulü'l-emirdir; alttaki, mangalardaki erler ona itaat ederler. Bölüktekiler, bölük komutanına itaat ederler. Taburdakiler tabur komutanına, alaydakiler alay komutanına itaat ederler. Allah'ın emirlerine muhalif olmamak kaydı ve şartıyla itaat edilir. Ve bunlar Allah'a itaat gibidir. Çünkü "minküm" diyor, 'ulü'l-emri minküm', "Sizden olan emir sahiplerine itaat" diyor.
İstişarenin Ehemmiyeti
Bu açıdan bu hizmet-i imaniye ve Kur'aniye'deki gönüllü adanmış insanlar da bu emre itaatteki inceliği anlamalılar mutlaka. Ne yaparlarsa o işte tecrübesi olan insanlarla, turnikeye önce girmiş insanlarla mutlaka istişare etmeliler, o istişareye uymalılar. Cenab-ı Hakk işlerine bereketi ihsan eder, bozgun yaşamazlar, hezimete maruz kalmazlar, Allah'ın izni ve inayetiyle. Muvaffakiyetten muvaffakiyete koşarlar. Eğer ezkaza bir şey olursa, bu da paylaşılmış olur. Yani bir insan bir şeyi kendi kararıyla yaparsa sorumluluk tamamen ona raci olur, ama biz bu meseleyi görüşmüştük, konuşmuştuk, istişare etmiştik denirse on tane insan paylaşır.
On tane insanın bir konuda yanılma ihtimali çok azdır. İhtimal hesaplarına göre binde birdir belki. Belki ondan da azdır. Binde bir ihtimalle yanılma olur. On tane kafa, hepsinin aynı anda yanılması çok uzak bir ihtimaldir. Bu açıdan böyle bir paylaşma olabilir, dağıtma olabilir, mesuliyet dağıtması gibi bir şey olur. Böylece insan mesuliyyetten, sorumluluktan sıyrılır. Ve bir de böyle hakikaten saygı duyduğumuz insanlar varsa; meseleleri onlara götürürüz, sorarız. Bu mevzuda ortaya koydukları tavsiyelerden istifade eder, yararlanırız ve onlara uyarız. Uyulmayacaksa hiç sormaya gerek yok. Baştan uymamaya karar vermişsek hiç sormaya da gerek yok bence. Çünkü o, isyan sayılır. Yılanla arkadaşlık bile teklif edilse, uymama isyan sayılır. Bereketten mahrumiyet demektir, hiç mazereti yoktur o meselenin, ama hiç. Evet, Uhud'dakiler de öyle, mazur görünüyor da orada. Düşman kaçıyor dediler, nasıl olsa millet ganimet topluyor. Hazır, biz de hakkımızı alalım, çünkü biz de burada vazifeliydik. Yaptıkları şey zahiren makuldü. Fakat emre itaatteki incelik, orada ayak altına alındı, ihlal edildi. "innemas tezellehümüş şeytanu min ba'di mâ kesebû..."[13] Neticede Allah affetti, Peygamberin yanında oldukları için. Bir de çoğu şehit oldu, çokları da yaralandı, günahlarına keffaret oldu. Sorgulaması bize düşmediği için detayına girmiyoruz.
Üslup ne olmalı?
Fikrini tepki gösteriyor gibi, sorguluyor gibi bir üslupla değil de istifsar ediyor gibi, yumuşakça; tefsirini, tasvirini istiyor gibi bir üslupla sorabilir o mevzuda. Acaba şöyle de anlayabilir miyiz, bu mesele şöyle de olabilir miydi der. Yoksa herkes kendine göre yorumlarsa söylenen şeyleri, çok farklılıklara düşülmüş olur. Farklılıklar; müsademe getirir, taarruzlar, tesakutlar olur, kuvvet dağılır. Kuvvet, kendi içinde sıfırlanır.
Dinlemede hiçbir zarar yoktur. Sorumluluk bize değil kendisini dinletene ait. Yanıldığını anladığı gün gelir itiraf eder. Ben yanılmışım burada der, Ebu Hanife gibi. Mesleğimiz açısından çok önemli, adanmışlık.
Deme bu niçin böyle,
Yerindedir o öyle,
Var sonunu seyreyle,
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Diyalektik
Ben kudsilerden birisini biliyorum. Bir şey konuşurken, birisi diyor ki: "Abi, bu mesele şöyle de olabilir, ben öyle olacağının çok yararlı olacağına inanıyorum." Ona "olabilir kardeşim" diyor.
Aradan bir süre geçiyor, geliyor diyor ki : "Abi, o senin dediğin mesele var ya, senin dediğin gibi imiş, ben yanılmışım orada." O da "olabilir kardeşim" diyor. Bu herşeye aptalca "evet" demek değildir, bu saygının ifadesidir. Ve böyle insanları Allah yanıltmaz.
Diyalektik, küfür dünyasının bize armağanıdır. Her meseleye itiraz, mutlaka kendince yorum deyip, farklı mütalaalar serd etmek. Bırakın o farklı mütalaaları sizden başkaları istesin. "Burada nasıl düşünüyorsunuz?" Yahu bırakın onlar desinler "siz nasıl düşünüyorsunuz bu mevzuyu." Hz. Bediüzzaman'ın dediği gibi, ben de ona imza atarım, bırakın onlar söylesinler. Eğer kendilerini bir şeye adamışlarsa, adadıkları şeyden başka birşey düşünmüyorlarsa, o meseleye ihanet de düşünmüyorlardır bunlar. Diyalektik, küfür dünyasının armağanıdır.
Bu metinde gramer açısından küçük tasarruflar yapıldı. Parantez içindeki ibareler editöre aittir.
[1] ..."şeytan onların kazandıkları bazı şeylerden dolayı ayaklarını kaydırmak istedi" Âli İmran-3/155.
[2] Pir-i Muğân, tasavvuf erbabınca dergahta söz, aşk, ışk ve sevgi konusunda insanı sarhoş edercesine mest edip Allah aşkına imale ve sevk eden ulu kişi anlamında mürşid-i kâmil için kullanılan bir ifadedir. Fethullah Gülen bu tabirle genelde Bediüzzaman Said Nursî'yi kasteder.
[3] Ay ve güneş tutulması manasına gelen bu tabirle "Allah'la kul arasında bir perde oluşur" anlamı ifade edilmektedir.
[4] Ahkaf suresi- 46/ 20
[5] Nisa Suresi-4/145
[6] Âli İmran 3-124
[7] Âli İmran 3-125
[8] Bakara Suresi 30 ila 37 arasındaki ayetlere bakılabilir.
[9] A'raf Suresi-7/23
[10] Kasas Suresi, 28/15
[11] Nisa Suresi-4/80
[12] Nisa Suresi-4/59
[13] ..."şeytan onların kazandıkları bazı şeylerden dolayı ayaklarını kaydırmak istedi" Âli İmran-3/155.
- tarihinde hazırlandı.