Fethullah Gülen Hocaefendi kendisini nerede konumlandırıyor?
"Fethullah Gülen kendini ne sanıyor?" sorusuna cevap bulabilmek için tabiî olarak kendisinin ifadelerine başvuracağız. Acaba kendisini "bir şey" sandığı için mi hayatı boyunca ve halen yapageldiği hizmetleri yaptı ve yapıyor yoksa bunları "mümin bir insan" olmanın üzerine yüklediği mükellefiyetler olarak gördüğü için mi?
Yazılı ve sözlü ifadelerinden anlaşıldığına göre; Fethullah Gülen kendisini "insanlardan bir insan olmaya çalışan düz bir insan" olarak görüyor. Hayatın her lahzasından hesaba çekileceğine inanan bir mümin olarak; bildiğini söylememek veya güzel bir işe teşvik imkanı varken bunu yapmamak ötede hesaba sebep olur endişesiyle elinden geldiğince, dilinin döndüğünce konuşmasıyla yazmasıyla, sözlü yazılı ve fiilî bütün eserleriyle dine ve insana hizmet yolunda gayret ve himmetinin neticesi olarak yaptıklarından ötürü "bu adam kendini ne sanıyor" sorusuna maruz kalabiliyor. Ancak o kendisini "sadece düz bir insan, hatta insan olmaya çalışan bir varlık" olarak gördüğünü ifade ediyor.
Fethullah Gülen'in bir taraftan "ben insan yerine konamam"[1] derken; diğer taraftan bütün dünyaya hizmet götüren bir mefkûrenin milyonları aşan gönüllülerine tavsiye ve teşvikler yapıyor olması çelişki gibi algılanabilir. Ancak ömrünün çoğu halkın önünde geçen Gülen'in sözlü-yazılı ifadeleri ve fiilleri incelendiğinde birincisi, mahviyet ve tevazu içinde kendi muhasebesi neticesi vardığı kanaatini ifade olarak; ikincisi ise hasbelkader kendisine verilen imkanların gereğini yerine getirmezse vazifesini yapmamış olarak hesaba çekileceği endişesiyle insanlık ve ömür borcunu eda için yaptığı eser ve faaliyetler olarak değerlendirilebilir. Zira Gülen yazılı, sözlü ve fiili bütün hizmetlerini ilahi iradenin yüklediği bir vazife görüyor, bundan kendi iradesiyle ayrılmayı Allah'a isyan olarak değerlendiriyor ve Allah'ın lutfettiği bilgi ve sair imkanların hakkının verilerek hakka ve halka hizmet istikametinde kullanılması gerektiği ve aksi halde mesul olunacağı inancından ötürü bazen kendisini zorlayan hallere de tahammül ederek insanlığa hizmet istikametindeki tavsiye ve teşviklerini devam ettiriyor:
"Bu milletin içinde kaldığım sürece kendimi milletin öz hükümlerinden, parçalarından millet dantelasını meydana getiren iplerden biri olarak görüyorum. Milletin kaderiyle alakalı meselelerde, bir görüşüm varsa bundan sonra o düşüncemi her zaman başkalarına intikal ettirmeden geri durmam. Zararlı şeyleri milletimle beraber devletimle beraber göğüslemeyi düşünürüm. Tabii ki yaşadığım sürece bunu Allah'ın da herhangi bir ferdi olarak bana yüklediği mükellefiyetlerden sayarım. Yoksa kendimi Allah indinde sorumlu kabul ederim."[2]
Gülen'e göre "Herkes ne biliyor ve ne kadar biliyorsa, onu öğretmekle mükelleftir."[3] "İnsanî ve vicdanî bir borç" olan iyilikleri teşvik ve kötülükleri giderme vazifemizi yapmazsak, bundan dolayı hem insanlara hem de Cenab-ı Hakk'a karşı olan sorumluluğumuzu yerine getirmemiş oluruz; dinî bir vazifeyi yapmadığımızdan ötürü de hesaba çekiliriz."[4] "Varlığın yaratılış gayesi olan bu iş, işlerin en önemlisidir ve her Müslümanın yapması gerekli olan bir vazifedir."[5]
"Donanım ve kabiliyeti, bulunduğu konumun imkân ve müsaadesi ölçüsünde her mü'min irşat ve tebliğ vazifesiyle mükelleftir. Evet, inanan bir insan, inanıp iman ettiği Allah ve O'nun Resûlü'nü insanlara anlatmak, gönüllere duyurup sevdirmek, hâl diliyle dinini temsil etmek ve her hâlükarda, her şartta dinin yaşanır olduğunu göstermekle vazifelidir."[6]
"Herkesin milletini yükseltme istikametinde bir kısım vazife ve sorumlulukları olacaktır ve kişiye düşen bu sorumluluğu en güzel şekilde yerine getirmek olmalıdır. Hem insanın kendisinin yükselmesi bir yönüyle milletinin ve gelecek nesillerin de yükselmesine bağlıdır. Dolayısıyla insan, toplumu nazar-ı itibara alacak büyük ve küllî projeler geliştirmeli ve bu projeleri gerçekleştirmeye matuf bir gayret içinde olmalıdır."[7]
Bu ve benzeri sayısız ifadelerinden anlaşılan o ki Fethullah Gülen, sadece kendisine has gördüğü bir iştigal içinde değil, bilakis inanan herkesin maddi manevi imkanları ölçüsünde yapmakla mükellef olduğu vazifeleri ve hizmetleri ifa etme gayreti içinde bulunuyor. Bir taraftan kendi üzerine düşeni yapmaya gayret ederken, diğer taraftan da evrensel insanî değerlerin herkesçe yaşanması amacıyla başkalarını da teşvik etmeye çabalıyor. Bu bağlamda Gülen, insanların kendisine olan itimadını ve teveccühünü bir kredi kabul edip bu krediyi millete ve insanlığa hizmet istikametinde kullanma düşüncesiyle tavsiye ve teşviklerde bulunduğunu ifade ediyor.[8]
Fethullah Gülen kendisini nasıl görüyor?
"Kalp çok önemlidir. İnsan kalbiyle insandır. Eğer kendini, kafir bile olsa bazılarından insanlık cihetiyle üstün görüyorsa yine kaybediyor demektir. Onlara bakarken bir avukat gibi, en küçük meziyetlerini onların ahirette kurtulacağına vesile saymalı. Ama insan kendi nefsi hesabına yaptığı şeylere yaklaşırken de bir savcı gibi aleyhte delil toplayarak bakmalı."[9] diyen Fethullah Gülen, kendisine bakışını ve kendisini nasıl gördüğünü farklı zamanlarda ve zeminlerde şu ifadelerle izah ediyor:
"Ben Ramiz oğlu Fethullah'ım, o kadar... İnsanlardan bir insanım ve düz bir yerde duruyorum."[10] "Ben düz bir insan, düz bir Müslümanım. Böyle olmaya çalışıyorum."[11] "Ben, dinini elinden geldiğince yaşamaya çalışan, yaşayabilen değil, yaşamaya çalışan bir insanım."[12]
"Ben kendimi müminlerin en hakiri gördüğümü çeşitli vesilelerle hep tekrar ettim durdum. Kendime keramet izafe etmem mümkün değil... Fakat bu yorumumda hata etmiş olabileceğimi kabul ediyorum. Kabul etmeyeceğim bir şey varsa, o da sineklerin ısırmasının bana ait bir keramet olduğudur."[13]
"Ben kendimi irademiz dışında geçici bir süre için Allah tarafından bir inayet ve lütuf olarak bu tip işlere sevk edilmişlerden biri olarak görüyorum."[14]
"Kendimin böyle bir hizmete layık olduğumu hiçbir zaman hayal dahi etmedim. Ömrüm boyunca 'Demek ki Allah (cc) şahısların şahsi durumunu hesaba katmadan, istediğine istediği hizmeti gördürüyor' diye düşündüm. Eğer, Cenab-ı Hakk, bu hizmeti başkalarına değil de bize yaptırmışsa, vazifemiz sadece şükürdür. Minnet âlemlerin Rabbi olan Allah'adır. ...Ben kendimi, yapılan hizmetler açısından bu işin ehli olarak asla görmedim ve hâlâ da görmüyorum."[15]
"Ben önemli olduğuma da kani değilim. Bir kürek, güllerin dibinde çapa yapmada da kullanılabilir, başka şeyde de. Buna Bediüzzaman 'istihdam' der. Benim üzerimde o kültürün, onun etkin öğretisinin tesiri büyüktür. Diğer taraftan da bunların bir imtihan olarak lütfedildiğini düşünmüşümdür. Dinde bu tür şeylere istidraç (hakkı olmadığı halde talihi düzgün gitme) da denebilir. Yani insan liyakatı olmadığı halde Cenab-ı Hak başından ihsanları (lütuf, iyilik) yağdırır. Acaba teşekkür edecek mi yoksa şımarıklığa düşüp nankörlüğe mi girecektir? Bunca nimet karşısında şükretmek icap ederken 'Acaba istidraçla bizi mahvetmek mi istiyorsun?' endişeleriyle sarsılmış, iki büklüm olmuşumdur."[16]
"Çok uzak yerlerden geldiniz. Bu kadar uzak mesafelerden benim gibi bir kıtmîri dinlemeye gelmeniz, çektiğiniz onca sıkıntı ve meşakkate değmediği bir gerçek. Bununla beraber, Rabbim niyetlerinizin derinliğine göre muamelede bulunsun..! Aşk u şevk ihsan etsin..! Geliş ve gidişinizi boşa çıkarmasın..! Yıllardan beri bu türlü teklifler karşısında hep kendimi sorgulamışımdır. 'Sen de kimsin, ne oluyorsun, ne anlatacaksın ki bu insanlara faydalı olasın?' İnanın hep böyle düşünmüş, böyle konuşmuşumdur. Ama hüsnüteveccühleri, yapılan onca ısrarı da aşamamış ve kendimi hep bu türlü kalabalıklar karşısında bulmuşumdur."[17]
"...Başınızı ağrıttığımın farkındayım.. zehir zemberek şeyler söyledim, şuurundayım. Belki bazılarınız içinizden geçiriyordur: Keşke gelmeseydin de bu acı şeyleri söylemeseydin.. haklı olabilirsiniz ama başta söylemiştim, size karşı mahcup olmamak için geldim. Samimî miyim, değil miyim, bu, ötede belli olacak. Ben kendimi hep Cehennem'in kenarına kadar getirilmiş ve ardından bir tekme yiyip, gayyâya yuvarlanmış birisi gibi görmüşümdür. Evet, yıllardan beri ben kendimi hep bu insan gibi gördüm ve ilâhî inayet imdadıma yetişmezse, kurtulmam mümkün değil düşüncesini taşıdım. Siz kendinize ne nazar ile bakarsanız bakın, o beni hiç alâkadar etmez. Ancak ben burada, muhasebenize, murâkabenize esas teşkil edebilecek şeyleri arz etmeye çalışıyorum."[18]
"Hemen her davranışımda şirke girdiğim korku ve endişesini yaşadığımı Allah bilir... Biraz önce namazda aklıma geldi; sen beni de affeder misin Allah'ım! dedim... Sonra kendi kendime 'haydi be oradan, Allah senin gibi ıvır-zıvır insanları affeder mi' dedim... Rabbim... şahid bu duygularıma..."[19]
"Ben kendimi gırtlağıma kadar kusur içinde görüyorum. Çok korkuyorum; bazen yüreğim ağzıma geliyor, inanın, pek çok gece uykum kaçıyor, uyuyamıyorum; 'Eğer olmam lazım geldiği gibi olamamışsam Rabbimin huzuruna nasıl çıkarım, ötede ne olur benim hâlim?' diyorum. Fakat, her şeye rağmen, hiç ye'se düştüğümü hatırlamıyorum. Allah bizim Mevlâmızken ye'se nasıl düşerim ki? Sonunda meseleyi getirip yine 'inne Rahmetî sebakat alâ gadabî' hakikatine bağlayarak, O'nun rahmetinin daima gazabının önünde olduğunu düşünerek nefes alıyorum; 'O'nun rahmeti her şeyden daha geniştir, benim gibileri bile affeder.' diyorum."[20]
"Bir arkadaşımıza bu fakirden dolayı veryansın etmişlerdi. Gelip bana anlattı bunları. Olsun zararı yok demiştim. Belki daha yumuşakça bir şeyler de söylemiştim ben. 'Hayret' dedi bana. 'Bunlar size veryansın ediyorlar, siz böyle diyorsunuz' dedi. Yaşı benden büyüktü. Ben de ona 'Abi' dedim, 'kabirde üç tane soru var. 'Men Rabbüke ve mâ dinüke ve men nebiyyüke, Rabbin kimdir, dinin nedir, peygamberin kimdir?' 'Hel ta'rifu Fethullah Hoca?' (Fethullah Hocayı tanıyor musun?) sorusu yok bu soruların içinde. Seni hiç tanımasa da uçarak cennete gidebilir o insan. Benim aleyhimde veryansın etmiş, bu beni alâkadar etmez. Şahsi hakkımsa, bana ben olduğumdan dolayı hücum ediyorsa ben hakkımı helal ederim kim olursa olsun."[21]
"Düz ve insanlardan bir insan olduğumu, devletimin, ülkemin ve bütün insanların hizmetine koşmayı en büyük bir şeref telâkki ettiğimi defalarca dile getirdim. Sözlerimdeki samimiyeti göstermek için, art niyetli garazkârlara kalbimi de çıkarıp gösteremem ki! Göstersem bile, inanmak istemeyenler bu defa başka bahaneler uyduracaklardır."[22]
"Şu kısacık ömrümüzde, şahsımızın bilinmesi, iyi olarak tanınması ve böylece bize hürmet edilmesi şeklinde gayeler taşımak ya da dünya nimetlerinden istifade etme türünden bazı sevdalar ardına düşmek Rabb'e karşı çok büyük bir ayıptır. O'nu anlatmak ve dinimizin i'lâsına çalışmak gibi bir kulluk vazifemiz varken dünyevî başka hedefler edinmek Allah'a karşı vefasızlıktır. Kendi adıma da, makam-mansıp sevdasına kapılmaktan, iyi olarak bilinip tanınmaya kadar her türlü dünyevî isteği Rabb'ime, Efendim'e ve dinime karşı vefasızlık kabul ediyorum... Dinime ve milletime hizmet duygusu bütün bütün ufkumu kaplıyor.. bunun dışında başka hiçbir şey düşünmüyorum. Hatta düşünmemin, istememin haram olduğunu zannediyorum. Bugünkü gibi, hayatımın her gününü sıkıntı, acı ve ızdırap yudumlayarak; her biri kalbimi durduracak büyüklükte üç-dört defa şok yaşayarak; bir ilacın tesiri bitmeden bir diğerini almak zorunda kalarak geçirsem de, ben dünyevî lezzetleri, hatta cenneti değil, her şeye rağmen dinime ve milletime hizmeti tercih ederim. Uzun yaşamak değil benim muradım. Her geceyi 'Bu gece son gecemdir.' diye bekliyorum. Ama dünyaya bir 'hizmet diyarı' olduğu nazarıyla bakıyor ve hayatta kaldığım müddetçe de bu bakışın gereğini yapmaya çalışıyorum."[23] "Ben ülkeme, vatanıma, milletime, din ve diyanetime, kültürüme hizmet edemeyeceksem yaşamayı abes sayıyorum. 'Bu gayeler uğrunda yaşıyorsam yaşamamın bir manâsı var, yoksa Yâ Rab abes yaşamaktan, bu dünyada boşuna yer işgal etmekten sana sığınırım!' diye her gün dua dua yalvarıyorum Rabbime."[24]
"Estağfirullah, bin defa estağfirullah. Yukarıda arz etmeye çalıştığım gibi, kimseye bir şey söyleme, yol gösterme mevkiinde değilim. İnsanlık için faydalı gayretlerde bulunduğum şeklindeki sözünüzü de sadece bir dua ve sizlerin bir teveccühü, hüsnüzannı olarak kabul edebilirim."[25]
"Geriye dönüp baktığımda, çok değişik varyantlarda Rabbimin inayetini görüyorum. Rabbim düşürmemiş, düşmem sürüklenmem bir an meselesiymiş, ama muhafaza buyurmuş. Şimdilerde eğer tam mânâsıyla Müslümanlığı duymamışsam, şimdiye kadar sonsuz lütuflarda bulunan Rabbimin rahmetinden bekliyorum ki, bundan sonra olsun, Müslümanlık gerçeğini, bana tam olarak duyursun. Beni tam bir iman insanı, tam bir irfan insanı yapsın. Evvela onu ve ondan ötürü, bütün mahlukatı seveyim. İnsandan karıncaya kadar herkese bağrımı açayım. Bir yönüyle gelecekte beklenen de budur. Bu istek ve beklentilerime, engin rahmet sahibi Rabbim'in cevap vereceğine inanıyorum. Sizlerle (kendisine kalbi, ruhi ve zihni anlamda yakınlık duyanları kastediyor Hocaefendi) olmak da, benim için ayrı bir mazhariyettir. Kuvve-i maneviyemi takviye eder, irademe fer olur. Yapacağım ruhi, kalbi, fikri, zihni hatalarıma karşı sütre teşkil edersiniz. Ve ben de çok fazla ciddi geriye dönemeyeceğim şekilde, gaflara sürüklenmeden, tam istikamet denmese bile, istikamete yakın zikzaklar çizerek, hiç olmazsa varlığımı sürdürürüm. Allah inayetini üzerimden eksik etmesin..."[26]
"Fakirin kimliği çok önemli değil. Ben orta bir aile, orta bir ailenin de altında dünyaya gelmiş bir insanım. Ufkumu beklenildiği ölçüde donatacak ve bana yeni ufuklar açabilecek bir çevrem olduğunu söyleyemem. Ancak Türklüğü seven Türk milletini seven bir anne ve babamın oluşu benim için bir şanstır. O dönemde bazı tasavvuf ileri gelenleriyle babam ve annemden tevarüs ettiğim o süreci devam ettirmem de benim için ayrıca bir şanstır. Cenab-ı Hakk büyük insanlarla tanışma imkanını bahşetti. Ben bu fırsatı gerektiği gibi değerlendirebildim mi, ufkumu o seviyeye yükseltebildim mi? O ortam belki Yunusların yetişmesi, Mevlanaların yetişmesi için bir zemin teşkil edebilirdi. Fakat 'herkesin istidadına vabestedir asar-ı feyzi / ebr-i nisandan ef'i sem, sadef dürdane kapar' diye hadis ölçüsünde bir Türk atasözü var, çok hoşuma gider. Demek bizim kabiliyetimiz bu kadarmış, ancak bu kadar istifade edebildik. Ben yetişmem hakkında, bilgi birikimim hakkında kendime çok fazla güvenim yok. Çok fazla bir şey bildiğimi de iddia etmiyorum. Hakkımda görüşülen, konuşulan şeyleri de bir teveccühe bağlıyorum. İyi görmeye bağlıyorum."[27]
"...yetiştiğim muhit buydu. Zannediyorum böyle bir muhitte başkaları, bütün insani melekatını geliştirip, çok mükemmel insan olabilirdi. Bende onun teveccühüne istidat yokmuş ki böyle kaldım... Cenab-ı Hakk o büyük insanların çevresinde neşet etme imkanını bahşetti. Bu sebeple Allah'ın lütuflarına mazhar olmuş az insanlardan birisi sayılırım. Ve yine Allah'ın lütuflarını, gerektiği gibi değerlendirememiş bahtsızlardan biri sayılırım. Keşke kabiliyetim müsait olsaydı da, o çevreden, o ab-ı hayat kaynağından, kovamı tam doldurup, doygunluğa ulaşabilseydim... İyi bir insan olabilirdim, olduğumu söyleyemem..."[28]
"Annemin de babamın da büyük annemin de etkisi var. Bunlar arasında en çok büyükannemin üzerimde tesiri olmuştur... Bütün bunların hepsinin tesiri olmuştur da ne ölçüde? Bir de benim o tesirden -eskilerin ifadesiyle- teessürüm, onlar çok mükemmeldi ama ben istifade edebildim mi etmedim mi, kendimi hesaba çekmem açısından istifade edemedim şeklinde kanaatim var. Ama birileri dışarıda bir insan gibi görüyorlarsa bunu evvela Allah'a sonra da o mükemmel mazbut aile yapısına borçlu olduğunu söyleyebilirim... O zemin daha büyük insanlar yetiştirmeye istidatlı, nüveleri, çekirdekleri daha bir salkım saçak getirmeye müsaitti ama ben öyle mükemmel insan olamadığımın şuurundayım. Annem de, büyükannem de çok büyük insanlardı. Elimden tutmuşlardı. Ama o varidatı gerektiği gibi kullandığımı söylersem, fahir, gurur olur. Gerektiği gibi istifade ettiğim kanaatinde değilim."[29]
"Müslüman bir ana-babadan dünyaya gelmiş, tekke ve zaviye çevresinde yetişmiş, İslâm'ı duya duya gelişmiş; bütün bunlardan sonra da Cenâb-ı Hak, onu din-i mübin-i İslâm'ı yüceltme adına mübarek bir hizmette istihdamla şereflendirmişse, bu mazhariyetleri tam değerlendiremediğinden ötürü bu insanın kendine yer yer 'kıtmîr', 'âciz', 'fakir' demesinden daha tabiî ne olabilir?"[30]
"Ben bir fert olarak imana ve Kur'an'a hizmet yönüyle Allah'a hamd ederim ki, Cenab-ı Hak önemli vazifelerle şereflendirdi. Ben mahiyetim ve maddem itibariyle hiç ender hiçim. Fakat bu hiçlikte Allah farklı varlık cilvesi lütfetti. Allah bazen mücrim bir kuluna da değişik lütuflarda bulunabilir. Nitekim öyle yaptı ve nadide bir cemaatle beni hemhal kıldı. Ben bu yönden kendimi dünyanın en bahtiyar insanlarından sayar ve 'Allah, zavallı bir insanı tuttu, nezahetle yaşayan, hizmet etmeye namzet insanların yanına getirip koydu.' derim. Madde ve mahiyetim itibariyle Rabbimin nazarında kirli bir damla sudan ibaretim. (Bkz. Târık, 86/6) Buna rağmen halk şayet beni büyük sayıyor ve tebcilde bulunuyorsa, bu hususta yanılmış olabilirler. Ama kendi zaviyemden ve bakışım açısından ben hep böyle düşünürüm. Halk, düşüncesinde ve verdiği hükümlerde yanılmış olabilir. Bu noktada da çok korkarım ve korkmam da lazım, sonra da Efendimiz'in dediği gibi, 'Rabbim beni halkın nazarında büyük, Senin nazarında küçük eyleme' derim. Halk, bir insanı büyük görebilir. Ancak ben, nezd-i ulûhiyetinde boyum ne kadar ise o kadar ve onun da altında görünmek isterim. Bugün el üstünde tutulan fakat yarın ayaklar altında bir merkub bile olamayacak hale düşmektense, 'Doğrusu onlar hayvanlar, davarlar gibidirler, hatta onlar yolca yöntemce daha da sapıktırlar.' (Furkan, 25/44) sırrıyla mahkeme-i kübrada o duruma düşmektense, burada kat kat hatalarımın cezasını çekmek veya Senin namütenahi affına sığınmak isterim. Vahşi'yi bağışlayan, onu sahabi olmak şerefiyle serfiraz kılan o engin rahmetine iltica ederek ve Sana sığınarak, 'Sen dilersen merkepten de insan yaparsın ama dilersen insanı da merkep kılarsın.' derim... Samimi olduğumu söyleyemem. Bütün bütün samimiyetsizim de diyemem. Bunlardan biri fahir olur, diğeri de nankörlük. Beceriksizliğimi ve kusurlarımı Rabbim şimdiye kadar setrettiği, beni olduğum gibi size göstermediği için ben de size şerh etmek istemem. Burada 'Ya Settâr' deyip yürürüm. Öbür âlemde de 'Ya Settâr' deyip aman dilerim. O da belki gafletlerimi örter de beni bağışlar. Bu sözlerimde samimiyim ve ben kendime böyle bakıyorum. 'Ah şu cemaat, benim ne yavuz bir dilbaz olduğumu bilseler, gelip beni dinlemezler.' diyorum."[31]
Cemaat lideri, tarikat şeyhi yakıştırmaları
"Bana eğer cemaatin önünde bir rehber gibi bakılması hatta mübalağası bunun, abartılmışı, bir lider gibi bakılması, bir cemaati sevk ve idare etme mevkiinde bir insan gibi bakılması bağışlarsanız bana hakaret gibi geliyor. Çok samimi söylüyorum. Bunları bana böyle saygısızlık yapılmış gibi kabul ediyorum. Ben düz bir insanım ve ondan çok hoşnudum. Hz. Ali mülahazasıyla 'Kün inde'n-nasi ferden mine'n-nas / insanlar nezdinde insanlardan bir insan ol.' Hatta şimdilerde Rabbimle baş başa kaldığımda dileklerimde münacatlarımda bunlar bana çok fazla. Emaneti al ve bu ağır hacaletli yükten kurtar dediğim çoktur herhalde."[32]
"Genel manada öncü, lider deyince çok farklı şeyler anlaşılıyor. Yedi dünya bilsin ki o manada bir öncülükten ben, fersah fersah uzak bulunuyorum."[33]
"Daha öncede defaatle söylediğim gibi; 'Fethullahçı' şeklindeki ifadelerden tiksinti duyuyorum. '-cı', '-cu' türü sözlerden hiç hoşlanmıyorum. 'Cemaat lideri' gibi yakıştırmalardan küfür işitmiş gibi rahatsız oluyorum"[34]
"Şu hasta halimde bile, hâla hakkımda cemaat lideri, tarikat şeyhi gibi yakıştırmalarda bulunanlar var. Bu sözler bana çok ağır gibi geliyor. 'Fethullahçı' şeklindeki ifadelerden tiksinti duyuyorum. Aslında 'cı', 'cu'dan eskiden beri hiç hoşlanmam; bu ifadeleri toplumu bölücü unsurlar olarak kabul ederim. Ben kendime hiç 'lider' demedim. Böyle denmemesi mevzuunda da direniyorum. Çünkü, ben düşüncelerimi otuz sene kürsülerde ifade ettim; aynı duyguyu, düşünceyi paylaşan insanlar alâka gösterdiler, saygı duydular; ben de bunu milletime hizmet için bir kredi gibi kullandım. Şahsım hakkında hüsnü zan edenleri hayırlı bildiğim işlere yönlendirmeye çalıştım. Meselâ dedim ki, 'Üniversite hazırlık kursları açın, okullar açın.' Bu insanlar bana karşı saygılarının ifadesi olarak sözlerime kıymet verdiler. Gördüm ki, benim 'okul' dediğim gibi bir sürü insan da 'okul' diyor. Ve böylece binlerce insan millete hizmet yolunda belli bir çizgide buluştu.
Şu meselenin üzerinde ısrarla durdum: Allah (cc) hepimizi bir şekilde istihdam ediyor. Eğer bazı şahısları parlak görerek yapılıp edilenleri onlara nisbet ederseniz şirke girmiş (Allah'a ortak koşmuş) olursunuz. Alvar İmamı'nın çok tekrar ettiği bir sözü vardı; Azerî bir edayla, 'Herkes yahşî men yaman, herkes buğday men saman.' derdi. Ben biraz o mülahazaya bağlı olarak bugün de aynı şeyi söylüyorum. Halkın şahsıma karşı teveccühünü, bir imtihan olarak değerlendiriyorum. Belki onlar yanılıyorlardır, belki içtihat hatası yapıyorlardır. Onlar bu mevzuda günaha girmezler; fakat ben bu hüsnü teveccühün verdiği makamlara dilbeste (aşık) olursam kendimi helâk etmiş olurum.
İyice bilinmesini isterim ki; öncülükten, liderlikten, şeyhlikten fersah fersah uzak bulunuyorum. Ben sadece düz bir Müslümanım. Herhangi bir tarikatla alâkam olsaydı onu da söylerdim; ama öyle bir alâkam da yok. Tarikatın kendine has disiplini, erkânı, seyr u sülûku vardır. Fert, evvelâ bir şeyhe bağlanır; rüşdünü ispat, kendisini ifade edebilirse, ona pâye verilir; ders verme imkânı sağlanır. Mevsimi gelince o da başkalarına ders vermeye başlar. Ve şeyhlik-müritlik bir silsile halinde Efendimiz'e (sas) kadar götürülüp dayandırılır. Benim takip ettiğim böyle bir silsilem; Kitap'ta, Sünnet'te olan ibadet ü tâat, evrâd ü ezkâr ve tesbihâtın dışında tarikatlarda olan şekliyle özel bir virdim ya da dersim, tarikatla alâkalı bir yanım yoktur.
Ayrıca, bir insanın milleti, ülke ve ülküsü adına bir şey yapması için herhangi bir pâyeye sahip olmasına da gerek yoktur. Ben bir vatandaşım. Milletim için yaptığım her şeyi bir vatandaş olarak yaptım. Vatandaşlığın üstünde de daha büyük bir pâye bilmiyorum. Meclisi, mülkiyeyi, adliyeyi oluşturan da vatandaştır. Ben de uzun zaman devletime, milletime severek hizmet ettim. İşte, bu arz etmeye çalıştıklarım gözardı edilerek, yapılan bu kadar hayırlı işin tek bir insana verilmesi çok ağırıma gidiyor. ...Dünyanın dört bir yanına dağılmış bu civanmert Türklerin yaptığı fedakârlıkların benim gibi hasta ve zayıf bir insana verilmesi çok yanlış bir düşünce; aynı zamanda, bu fedakârlığı yapan insanların haklarına da tecavüzdür... Bende bir fazilet aranacaksa o; kendim hakkını veremesem de şu necip millete hizmet edenleri hayatım boyunca hep alkışlamış olmamdır. Onlar arasında, insanlardan bir insan olarak vazife yapmaya talip oldum."[35]
"Fethullahçı yakıştırmalarından çok rahatsız oluyorum. Fethullahçı gibi yakıştırmalar yapılmasını ve o türlü mülahazalara sapılmasını lanetliyorum. Eğer öyle bir meseleye sahip çıkıyorsak, Allah bizi yerin dibine batırsın; yoksa, -benim şefkat, mülayemet ve merhametim, bizi öyle bir isnad altında bırakanlar hakkında 'Allah onları yerin dibine batırsın' dememe cevaz vermiyor- onları Allah'a havale ediyorum."[36]
Müçtehit, müceddid, reformist yakıştırmaları
"Ben ciddi bir alim olduğumu söylemedim. Belki bazı zamanlar gevezelik yapıp 'arkadaşlarla 15-20 senedir hadis okuyoruz, tefsir okuyoruz' dediğim olmuştur. Bunu demekle bir günah işlemişsem -siz de şahit olun- Allah'tan bin defa özür diliyor ve estağfirullah, elfü elfi (binlerce) estağfirullah diyorum. Şimdi kendime hiç alim nazarıyla bakmadım ben. Çünkü bu bana göre büyük bir paye. Bu bazılarının ulaşabileceği bir payedir. Günümüzde de vardır emsalleri. Bildiğiniz gibi allame Hamdi Yazır'a alim diyorum ben. Hatta âlim'in mübalağası allâme diyorum. Aynı zamanda Ahmet Naim'e allâme diyorum ben. Ve daha o dönemde yaşayan, belli bir fasılda bir bunalımın yaşandığı dönemde Filibeli Ahmet Hilmi'ye allâme diyorsunuz. Pir-i Mugan diyorsunuz. Hazreti Üstad diyorsunuz. Ama onlar, o insanlar, o makamların sahipleridir gerçekten. Fakat ben kendime alim değil, üveylim (alimcik) bile demedim. Ve kendime hep öyle baktım. İnsanları yanıltmamaya, aldatmamaya çalıştım. Müçtehitlik, mücedditlik meselesine gelince, onlar çok büyük payeler.
...Çağın getirdiği şeyleri, tekvini emirleri, şartları, dünyayı, sosyal hadiseleri okuma ve ona göre içtihada açık alanları belli içtihada göre doldurma. Müceddidin yapacağı şeyler bunlar. Ben ne kendimi o alanı dolduracak müceddid gördüm, ne de müctehid gördüm. Allame Hamdi Yazır bir yerde kendisine (burada Fethullah Gülen ağlıyor) böyle bir isnadda bulunulduğunda diyor ki 'müceddid olma iddiasından Allah'a sığınırım, ihtimal müceddidi görsem belki tanırım' diyor. Ben o hazretin oradaki o tevazuane sözüne dayanarak diyorum ki arkadaşlarımla ulemadan bir heyetle belki bize yakın bazı müctehidlere baksak 'acaba müctehid mi?' mülahazası belki olabilir. Böyle bir mülahazamız olabilir. Tanıma meselesine gelince, ben Hamdi Yazır kadar bile söyleyemem. Müctehidi, müceddidi görsem bile tanıyamam. Birileri birisine müceddid demiş, müctehid demiş arkasına düşmüşse onun feyzinden, yümnünden, bereketinden istifade etmeye çalışırım. Benim mülahazam budur. O müceddidlikten de müctehidlikten de fersah fersah uzağım. Allah bizi o müceddidlerin ve müctehidlerin yolundan ayırmasın!
...ne reformistim ne kalvinistim. Çünkü benim nispetim tam. Ve nispetimin tamamında, tamamiyetinde hiç şüphem olmadı. Ben Hz. Muhammed Mustafa'ya (sas) mensubum. Hz. Mevlana'nın dediği gibi 'Men bende-i Kur'anem, eger candarem.' Ben Kur'an'ın günahkar bir mücrimiyim. Kendime bakarken de hep Efendimizin ayaklarının yanında, boynumdaki ipim onların elinde, hav hav edip onların ayaklarına sürünen bir kıtmir olarak kendimi görmüşümdür. Bu açıdan nispetim bellidir benim. Eğer müslümanlıkta o tabir caiz olsaydı 'Muhammedî' diyecektim. O tabirin caiz olduğu bir alan vardır ahlak açısından. Allah, ahlak-ı aliye-i Muhammediye'yi yaşamaya muvaffak kılsın. Ama müslümanım elhamdülillah. Reformist değilim, kalvinist değilim, Lutherist değilim ve aynı zamanda müçtehid de değilim, müceddit de değilim. Alim de olamam. Ben sadece alim gibi görülen, bazen doğru bazen de yanlış bir şeyler söyleyen birisiyim."[37] "Kalbin Zümrüt Tepeleri'ne gelince, onu, yetersiz bir insanın, duygu, düşünce ve kalemiyle, ifade zaafıyla, zaafı telifle, ifade etmesi olarak görürüm..."[38] "Ben o meydanın eri değilim."[39]
"Şahsen ben bir Mehdî, bir halaskâr, bir Heraklit ve bir Mesih olma mülahazalarını -değişik zamanlarda arz ettiğim ve geçenlerde daha derli-toplu anlatmaya çalıştığım gibi- rüyama bile misafir etmeyecek kadar bu iddialardan uzağım ve haddini bilip boynu tasmalı kulluğa rıza gösterenlerdenim. 'Kullardan bir kul' olarak Allah'ın rızasını kazanmaktan başka her türlü düşüncenin ve hele fâikiyet (üstünlük) mülahazasının karşısındayım."[40]
"Allah'a hamdolsun biz hepimiz sıradan insanlarız. Yok faikiyetimiz. Eğer bazı kimseler, bana normal bir insanın üstünde bir kısım makamlar isnat ederek, payeler vererek bağlılıklarını o makamlara bağlıyorlarsa, öbür dünyada iki elim yakalarında kalsın; Allah onları ıslah etsin veya cezalarını versin. Hakkım haram olsun onlara!.. Biz sıradan insanlarız. Allah'a hamdolsun bizler boynu tasmalı, ayağı prangalı sıradan insanlarız. Allah'ın fazlı olmazsa, rahmeti olmazsa cennet ümidi de olmayan sıradan insanlarız."[41]
Hizmet faaliyetleri Allah'ın istihdamıyla oluyor
"Bazıları diyor ki: 'Bu büyük bir proje. Bir cami hocasının -alaya almak, tahkir etmek için böyle diyorlar- kafasından çıkmış olamaz bu işler.' Doğru. Ben hayatımın hiçbir döneminde bu faaliyetlerin benim projem olduğunu, benim kafamdan çıktığını iddia etmedim ki. Allah'a sığınırım bu türlü iddialardan. Bu her şeyden önce Allah'a karşı bir küstahlık ve saygısızlıktır. Bunların hepsi Cenab-ı Hakk'ın lütfudur, ihsanıdır. O muhit ilmin, muhteşem kudretin, baş döndüren iradenin sahibi bizleri istihdam ediyor. Bizim manâ köklerimiz ve manevî beslenme kaynaklarımız da bu tip düşünceler içine girmemize manidir."[42]
"İster dünya çapında isterse de belli beldelerde diyalog ve eğitim hizmetlerindeki başarılara dikkatlice bakılırsa, onların verâsında binlerce sebebin biraraya geldiği ve bunu Allah'tan başkasının yapamayacağı anlaşılır. Sevk-i ilahiyi ve Allah'ın inayetini görmezden gelmek ve muvaffakiyetleri sebeplere ve bazı şahıslara vermek ancak gafillerin işi olabilir."[43]
"Allah nezdinde en büyük sermayemiz, aczimizi, fakrımızı (Allah'a ihtiyacımızı) bilmemiz, yetersizliğimizin farkında olmamız ve bu mülahazalarla ellerimizi açıp bizi takviye etmesi için dua etmemizdir. Ortaya konan hizmetleri, ilhamla, kerametle, fevkaladeden bir sezgi veya deha ile açıklamak mümkün değildir. Bizler eksiklerimizin, zaaflarımızın, yetersizliğimizin, hatta yer yer tutarsızlığımızın farkındayız; olan şeyleri kendimizden bilemeyiz, aklımıza veremeyiz; zira Türkiye'de bizden çok daha akıllı insanlar vardır. Aleyhinde her gün yeni yeni komplo teorileri üretilen bu hareket olmasına rağmen, halkımızın bu hizmetlere destek verme hususundaki kuvve-i maneviyesinin sarsılmamasına ve bu yolda yürümeye devam edişine bakınca, 'Bu netice bizim düşüncelerimize ve gayretlerimize verilemez; demek ki Cenab-ı Hak, milletimize hizmet ettirme istikammümin bir insanBen kendimi müminlerin en hakiri gördüğümü çeşitli vesilelerle hep tekrar ettim durdum. Kendime keramet izafe etmem mümkün değil... Fakat bu yorumumda hata etmiş olabileceğimi kabul ediyorum. Kabul etmeyeceğim bir şey varsa, o da sineklerin ısırmasının bana ait bir keramet olduğudur. etinde bizleri -çok defa biz farkına varmadan- bir yerlere çekiyor, bize iyi şeyler yaptırıyor' diyoruz ve O'na karşı minnet hisleriyle doluyoruz."[44]
"Bu hareketi temsil eden insanlara hususî kudsiyet atfetme gibi bir nimümin bir insanh3yetim yok. Ona hakkım da yok. Öyle bir şey iddia etmek Allah'a kaşı da saygısızlık olur. Ancak Cenâb-ı Hakk'ın bir âdet-i sübhâniyesi var; bazen çok küçük unsurları kullanarak büyük şeyler yapıyor. Ve orada Kendi büyüklüğünü hatırlatıyor... Ben bu hareketin içinde bulunanları kutsamıyorum, 'Bunlar harika insanlardır' demiyorum. Burada ne kadar kudsiyet, ulviyet, münezzehiyet varsa, hepsi kudsiyet hakkı olan, münezzehiyet hakkı olan, müteâliyet hakkı olan Allah'a aittir (celle celâluhu). O'na binlerce hamd ü senâ olsun. Bize gelince, biz o mevzuda kullanılan birer enstrümanız. Yani, Hazreti Mevlana yaklaşımıyla, neye bakıp da 'sesi ney çıkarıyor' dememek lazım. Onun arkasında, ona üfleyeni görmek lazım. Onun için ne ben, ne de başkası o meselenin öşrüne bile sahip çıkmaya kalkmamalı. Bu, haddini bilmemezlik olur. Nasıl onu görmemezlik körlük ve nankörlüktür, bütünüyle ona sahip çıkmak da doğru değildir; o da haddini bilmemezliktir."[45]
"Meseleyi, kimsenin yapmadığı ve bugüne kadar da yapılmamış çok önemli bir işi gerçekleştiriyor olma duygusuyla ele almak ve onu bir fâikiyet konusu olarak algılamak gurura kapılmak demektir. Allah korusun, böyle bir gurur da o hizmetlerin sevabını bütünüyle alır, götürür. Şahsen, günümüzün fikir işçilerinin bu meselede çok hassas olduklarını zannediyorum. İnanıyorum ki, hepsinin gönlünde 'Nefis cümleden ednâ, vazife her şeyden a'lâ' hakikati taht kurmuştur. Kendilerini acz u fakr içindeki sıradan insanlar olarak görmelerinin yanı sıra, vazifelerini de dünyevî hiçbir karşılıkla değiştirilemeyecek yüce bir lütuf kabul ediyorlardır. Evet, Allah Teâlâ, bazı insanları çok önemli hizmetlerde istihdam buyurur. Cenâb-ı Hakk'ın gördürdüğü bu hizmetler, O'nun ululuk ve azametini ortaya koyma adına ayrı bir yoldur, -tabiri câizse- ilahî bir üsluptur. Bu ilahî üslubun ifade ettiği espri de şudur: Cenâb-ı Hak, bazen çok küçük şeylere, pek büyük işler yaptırmak suretiyle kendi kudret ve azametini gösterir; tenasüb-ü illiyet prensibine göre, o küçük şeylerle bu büyük neticelerin hâsıl olamayacağını işaret buyurur; bir Müsebbibü'l-Esbâb'ın varlığını ruhlara duyurur ve kendi büyüklüğünü ortaya koyar. İşte bu esprinin farkında olan adanmış ruhlar, üzerlerine tevdi edilen vazifeleri, ihsan-ı ilahî olarak omuzlarına konmuş mukaddes bir yük olarak kabul ediyor ve kendilerini asla bu yükü kaldırabilecek keyfiyette görmüyorlardır. Şu kadar var ki, onlar azim ve gayrete sarılmışlardır; Allah'a güvenleri de tamdır."[46]
"Biz kendimizi özel bir misyon eda eden insanlar olarak görmediğimiz gibi, Allah'ın rızasını kazanma maksadıyla insanlığa hizmet etmek dışında bir niyet de asla taşımıyoruz... Bu hareket sayesinde dünyanın çehresinin değişeceğini, topyekün insanlığın yüzünün güleceğini ve yeryüzünün bir Cennet haline geleceğini söylemeyi ve bu türlü büyük iddialara girmeyi de doğru bulmuyoruz... Bu hareketi, dünyanın rengini değiştirecek yegâne sâik olarak ifade etmeyi, başka hayırlı faaliyetleri ve hareketleri görmezlikten gelerek sadece onu nazara vermeyi ve 'şuraya yürüyorlar, bunu yapacaklar' gibi mübalağalı sözleri asla tasvip edemeyiz. Bu türlü iddialı düşünce ve beyanları kulluk anlayışımıza ve itidâl düşüncemize de zıt kabul ederiz; zira bizim vazifemiz, kendi değerlerimiz çerçevesinde dine, millete hizmet etmek ve bunu yaparken de asla neticeyi düşünmemek, hiçbir beklentiye girmemektir."[47]
"İtiraf etmeliyiz ki, biz ulvî alemler hesabına hemen hemen hiçbir hakikate âşinâ değiliz; selef-i salihînle kıyaslanamayacak kadar küçük insanlarız, birer sıfırız. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, bazılarımıza büyük hizmetler gördürüyor olabilir. Allah Teâlâ'nın bazılarımızı dinine hizmet yolunda istihdam etmesi, O'nun lütf u keremindendir; bize ait bir fâikiyetten dolayı değildir. Bu itibarla, bize düşen: Alvarlı Efe Hazretleri gibi, 'Allah beni insan eyleye!' demek, irademizin hakkını vermek, karşımıza çıkan hizmetleri birer ihsan-ı ilahî kabul ederek onların gereklerini yerine getirmek; sonra da 'Mevlâ-yı Müteâl böyle hiç oğlu hiçlere bile neler yaptırıyor!' diyerek tahdis-i nimette bulunmak ve her zaman O'na şükretmektir."[48]
"Birileri tarafından ifade edilen ve bana küfür etme kadar ağır gelen bir tabirle 'Fethullah Gülen Cemaati' diye isimlendirilen topluluk, bu millete ve insanlığa hizmet düşünce ve metotlarını gönüllü olarak kabullenen insanların meydana getirdiği bir gönüllüler hareketidir. Benim bu yapı içinde yerim ise başkaları ne derse desin sıradan bir ferd olma çaba ve gayretinden ibarettir. Biliyorum, bazıları bunu mübalağalı bir ifade olarak algılayacak, kim bilir çokları bıyık altından gülecek ama her şeye nigehban olan Rabbim biliyor ki bütün amacım bu milletin bugünü ve yarınları adına akıllara durgunluk veren fedakarlıklara katlanan insanların içinde sıradan bir ferd olabilmek ve bu hal üzere ölmektir."[49]
Fethullah Gülen kutsallaştırılmakta/putlaştırılmakta mıdır?
Buraya kadar "Fethullah Gülen kendisini ne sanıyor?" sorusuna cevap ararken Gülen'in kendisi hakkında dile getirdiği ifadelerden derlemelerle konuyu izaha çalıştık. "Peki, ama takipçileri nazarında Gülen'in konumu nedir?" meselesine de kısaca değinmeyi gerekli görüyoruz. Çünkü "Fethullah Gülen kutsallaştırılıyor/putlaştırılıyor" algıları veya ithamlarıyla da karşılaşılabilmektedir.
Öncelikle bu konuda Gülen'in net açıklamasını belirtmeliyiz: "Müslümanlar kimseyi kutsamazlar. Kutsallar bellidir."[50] Ayrıca yıllar önce bir röportajda kendisine sorulan "Cemaatte klasik şeyh-mürid ilişkisi yoktur. Ama sizin de takipçileriniz var. Kendinizi 'şeyhleşmekten' koruyabildiniz mi?" sorusunu "Korudum, Şeyh olduğuma hiç inanmadım." diye cevaplayan Gülen, "Ama çevrenizdekiler inanabilir buna" şeklindeki soruya ise şöyle cevap vermiştir: "İnanmadılar. Onu da hep tembih etmeye çalıştım. Şunun üzerinde ısrarla durdum: Allah hepimizi istihdam eyliyor. Hizmet yolunda belli bir yerde buluştuk, bir yere doğru gitmeye çalışıyoruz. Eğer bazı şahısları parlak görerek bunu onlara izafe ederseniz şirke girmiş (Allah'a ortak koşmuş, dinden çıkmış) olursunuz. Zaman böyle ferd zamanı değildir, cemaat zamanıdır. Belki bazı arkadaşlarımızda bir hocaya olan saygının üzerinde bir saygı olabilir onu da hep tadil etmeye çalışıyorum. Ben istemesem bile birileri cemaat diyor ve o cemaatin önemli bir yerine getirip koyuyor. Ben çocukluğumda biraz o terbiyeye açıktım. Kendimi silme, sıfırlama için hakkımda hüsnü zan edenlere derdim ki 'Gider meyhaneye girer çıkarım. Bu insanların bütün teveccühlerini yıkarım' Böyle teveccühden kaçan bir insanım. Fakat şimdi ağlayarak arkadaşlara dedim ki, 'Bugün bunu yapamam. Çünkü artık kader birliği vardır. Bu size dokunur' Ben 'Fethullah Hoca'nın arkasındakiler sağındakiler solundakiler, işte bakın, alın ağzınız payını' dedirtemem. Öyle bir çaresizlik içindeyim ki, şu kadarcığı bana çok fazla geliyor. Allah rızası için Rabbim beni kullansın, istihdam ettirsin. Sonra da bu işin ikindi sonrası dediğim şu durumu görmeden çekip öbür aleme, arkama bakmadan gideyim."[51]
Fethullah Gülen'i doğru ve yanıltmaz bir rehber olarak gören ve onun hizmet yolunu takip edenlerin kendilerinin istifade ettiği bu kaynaktan herkes istifade etsin arzusuyla aşkın bir iştiyakla Gülen'i ve eserlerini herkese duyurma çabası uzaktan bakanlarda sanki sevenlerince Gülen'in adeta putlaştırıldığı/kutsallaştırıldığı şeklinde bir algıya sebep olabilmektedir. Ayrıca Fethullah Gülen'in bütün insanlara hizmet mefkûresiyle kendi adının özdeşleşmiş olması dolayısıyla Gülen aleyhinde ortaya atılan ithamlar karşısında Gülen'i sevenlerin gösterdikleri fevkalade hassasiyetin tezahürleri de böyle bir algıyla karşılanabilmektedir. Halbuki sevenlerinin bu tavrı sadece bir insanı savunmak değil, bunun çok ötesinde asıl onun hizmetlerini savunmak amacı gütmektedir.
Nitekim Gülen bu konuya ışık tutacak bir açıklamasında şöyle demektedir: "Bir mü'min sadece kendisini alâkadar eden meselelerde elden geldiğince mülayim, şefkatli ve affedici olmalı; kötülükler karşısında her zaman sabırlı davranmayı, tahammül göstermeyi ve bağışlayıcı olmayı esas edinmelidir. Fakat bugün ferdîlikten ziyade şahs-ı manevî ve heyet-i İslamiye söz konusudur. Her müslümanın tavır ve davranışının şahs-ı manevîye ve İslam'a mal edilmesi mevzubahistir. Şimdilerde tek ferdin yakışıksız bir hareketi bütün inananlara kredi kaybettirebilmektedir. Tutarsız davranışlar sergileyen bir insan, bütün müslümanları zan altında bırakmaktadır. Bu itibarla da, bir mü'min diğer inananları mahcup edebilecek hadiseler karşısında sessiz kalamaz; kendi haklarıyla beraber Allah hakkının ve toplum hukukunun da bahis mevzuu olduğu meseleleri sineye çekemez; tavzih, tashih ve tekzib adına ne gerekiyorsa yapmak mecburiyetindedir... İnsan, şahsı adına elden geldiğince hazm-ı nefsi esas almalıdır; fakat beraber anıldığı insanların ve toplumun hakları söz konusuysa, o zaman daha temkinli ve hassas davranmalı, ihkak-ı hak peşinde olmalıdır. ...Dünyanın dört bir yanında hizmet eden insanların iffeti, ismeti, itibarı, halkın onlara olan teveccühü ve bütün bunların inkıtaa uğramaması çok önemlidir. Artık her birimizin hukuku, bir hukuk-u âmme haline gelmiştir. Bundan dolayı, sürekli yaptığım dualardan biri şu şekildedir: "Allah Teâlâ benimle arkadaşlarımı, arkadaşlarımla da beni mahcup etmesin!.."[52]
Fethullah Gülen'in takipçileri onun eserlerini Kur'an ve sünnetten üstün mü görüyor?
Kur'an'ı ve sünneti kendi çabasıyla anlama ve kavrama yetkinliğinde olmayan, fakat anlayıp yaşama iştiyakında bulunan samimi dindarlardan bazılarının bunu gerçekleştirmek arzusuyla kendilerine mürşit olarak gördükleri Fethullah Gülen'in eserlerine sarılmaları, onun eserlerini ve hizmet yolunu yayma gayretleri "Gülen'in eserleri Kur'an ve sünnetten daha üstün görülüyor" zannına sebep olabilmektedir. "Fethullah Gülen'in takipçileri onun eserlerini Kur'an ve sünnetten üstün görüyor" ithamını ileri sürenlerin bu ifadesi böyle bir algı yanılgısından değilse Gülen'i ve hizmet yolunun takipçilerini itibar kaybına uğratma garazıyla yapılan bir iftiranın ürünüdür. Halbuki Fethullah Gülen, "Dinine ve milletine hizmet çizgisini Kur'an-ı Kerim, Peygamber Efendimiz'in Sünnet-i Seniyyesi ve Selef-i Salihin'in safiyane içtihadlarından çıkardığını"[53] ifade etmektedir. Gülen'in hizmet yolunu takip edenler de Gülen'i ve eserlerini Kur'an ve sünneti aslına sadık olarak anlama ve yaşama istikametinde bir vesile olarak görmektedirler.
Zaten samimi bir imanı olan hiçbir Müslüman başka bir kitabı veya mürşidi asla Kur'an ve sünnetten üstün görmez/göremez. Dolayısıyla Fethullah Gülen'in Müslüman takipçileri de Gülen'i ve eserlerini asla Kur'an ve sünnetten üstün görmez/göremez. Esasen Gülen'in bütün hayatı, hizmetleri ve eserleri Allah'ı ve Peygamberi, dolayısıyla Kur'an'ı ve sünneti anlatma ve sevdirme gayesine ve gayretine adanmıştır. Kendisini Kur'an'ın ve Peygamberin hizmetçisi olarak gören ve gösteren Gülen'in takipçilerinin Fethullah Gülen'i ve eserlerini Kur'an'dan ve Peygamberden üstün görmeleri mümkün olamaz; zira eğer Gülen'i takip ediyorlarsa ve imanları da var ise Allah'ı, Kur'an'ı, Peygamberi diğer her şeyden üstün görecekleri gayet tabii bir şeydir.
Ehlinin malumu olduğu üzere, Kur'an ve sünnetin hükümlerini ve mesajlarını orijinal dilinden anlama, kavrama ve bugüne aktarma, çok yönlü ve uzun bir eğitim-öğrenim süreci sonucu iman, ilim ve amel birlikteliği sayesinde salim bir akıl ve selim bir kalp sahibi mana erlerine müyesser olan müstesna bir keyfiyettir. Fethullah Gülen de küçüklüğünden beri bu istikamette yetişmiş ve bu yetkinlikte görülen İslam âlimlerinden ve mürşitlerinden biridir. Dolayısıyla onun yazılı, sözlü ve fiilî bütün eserleri de Kur'an ve sünnetin bütün mesajlarının orijinal ve otantik haliyle anlaşılması ve bugüne hitaben anlatılması istikametinde sarf edilen samimi gayretin neticesidir. Bu eserleri takip edenler de İslam'ı en doğru ve en iyi bir şekilde anlayıp yaşamak gayesinde bulunanlardandır. Yani takipçileri nazarında Fethullah Gülen, bir âlim, bir mütefekkir, bir mürşit ve bir rehberdir.[54]
[1] “Hizmet İçi Mülahazalar", Prizma-2
[2] “Irkçılıktan Fersah Fersah Uzaktayım", Hürriyet’te Ertuğrul Özkök’le röportaj, 25.01.1995; teşviklerine ömrünün sonuna kadar devam edeceğine dair ifadesi için ayrıca bakınız “Vasiyeti: İdareye Talip Olunmaması", Milliyet’te Mehmet Gündem’le röportaj, 29.01.2005
[3] “Sorumluluk yüklenme", Fasıldan Fasıla-3.
[4] “Bize Düşen Anlatmak", Zaman, 16.09.2005
[5] “Milletimizin İhyâsı", Kırık Testi, 08.07.2002
[6] “İrşat Yolu ve Önündeki Engeller", Kırık Testi, 31.05.2010
[7] “Adanmış ruhların aşkın mesai anlayışı", Kırık Testi, 24.10.2011
[8] “Önyargısız Okuma Tavsiyesi", Hürriyet’te Ertuğrul Özkök’le röportaj, 23.01.1995; “Ordu İçinde Fethullahçılar", Hürriyet’te Ertuğrul Özkök’le röportaj, 24.01.1995; “Yanıp da Dışa Sızdırmamak Çok Zor", Zaman’da Eyüp Can’la röportaj, 23.08.1995; “Şeyh Olduğuma İnanmadım", Sabah’ta Nuriye Akman’la röportaj, 30.01.1995; “TRT 1'de Ateş Hattı'nda Reha Muhtar'la", 03.07.1995; “Bazı Yerlere Henüz Ulaşılamadı", Aktüel, 18.10.2005; “NTV'de Taha Akyol ve Cengiz Çandar'la", 27.02.1998; ayrıca bakınız “Teveccüh Kredisi", Kırık Testi, 10.11.2010
[9] “Şeyh Olduğuma İnanmadım", Sabah‘ta Nuriye Akman‘la röportaj, 30.01.1995
[10] “Ramiz oğlu Fethullah'ım, o kadar...", aktaran Hüseyin Gülerce, Zaman, 14.10.2010
[11] “Show TV Ana Haber'de Reha Muhtar'la Kaset Komplosu Üzerine", 22.06.1999
[12] “Kaç Çeşit İslâm Var?", Le Monde’da Nicole Pope’la röportaj, 28.04.1998
[13] “Kabe'de Sinekler Beni Sokmadı", Cumhuriyet’te Oral Çalışlar’la röportaj, 22.08.1995
[14] Fred A. Reed'le ''Yeni Bir Uzlaşı Hattı İçin''de, 30.11.1999
[15] “Kestanepazarı Günleri", Küçük Dünyam
[16] “Şeyh Olduğuma İnanmadım", Sabah’ta Nuriye Akman’la röportaj, 30.01.1995
[17] “İman davasına gönül vermişlerle bir hasbihal", Fasıldan Fasıla-3, 1996
[18] “İman davasına gönül vermişlerle bir hasbihal", Fasıldan Fasıla-3, 1996
[19] “Sıradanlığa harp ilanı", nakleden Ahmet Kurucan, Zaman, 14.04.2012
[20] “Allahım, Bizi Kendimize Getir!", Kırık Testi, 19.09.2004
[21] “Müzmin Müfteriler ve Müslümanca Mukabele", Bamteli Çözümü, 28.02.2007
[22] “Aksiyon'da Hakkındaki İddialara Cevap Veriyor", 06.06.1998
[23] “Ufkumu Tutan Tek Şey, Biricik Sevdam...", Kırık Testi, 03.06.2002
[24] “Türkiye Sevdalıları", Kırık Testi, 06.01.2004
[25] “Favorit Gülen'e Hz. İsa'yı Sordu", 04.04.2009
[26] “İnancımız Henüz Resmedilemedi", Zaman’da Eyüp Can’la röportaj, 19.08.1995
[27] “NTV'de Taha Akyol ve Cengiz Çandar'la", 27.02.1998
[28] “İnancımız Henüz Resmedilemedi", Zaman’da Eyüp Can’la röportaj, 19.08.1995
[29] “NMO Hollanda televizyonu ile", 19.10.1995
[30] “Kıtmîrin izahı", Fasıldan Fasıla-3
[31] “Sen'den Gayrısına Secde Etmedik", Zaman, 26.11.2010
[32] “Kanal D'de Yalçın Doğan'a Verdiği Mülâkat", 16.04.1997
[33] “Ateş Böceklerinin Yanıp Sönen Işıklarına Aldanmayız", Zaman’da Eyüp Can’la röportaj, 13.08.1995
[34] “Hangi Parti?", Kırık Testi, 29.10.2002
[35] “Gönüllüler Hareketi", Kırık Testi, 13.05.2002
[36] “Referandum Sonrası ve Emniyette Kadrolaşma", Bamteli, 11.10.2010
[37] “Ne Müceddidim Ne Müctehid Ne de Reformist!", Bamteli Çözümü, 13.03.2006
[38] “İnancımız Henüz Resmedilemedi", Zaman’da Eyüp Can’la röportaj, 19.08.1995
[39] “Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde Kısa Bir Seyahat", Kırık Testi, 27.08.2002
[40] “Yeminleşelim mi?", Kırık Testi, 05.12.2004
[41] “Hızıriyet Makamı ve Alan İhlalleri", Bamteli, 11.08.2008
[42] “Türkiye Sevdalıları", Kırık Testi, 06.01.2004
[43] Gafletin Büyüğü ve "Yangın Var!..", Bamteli, 21.06.2010
[44] “Şemsettin Günaltay'dan Alıntı Yaptınız mı?", Milliyet’te Mehmet Gündem’le röportaj, 21.01.2005
[45] “Bu Hareket Devlete Alternatif mi?", Kırık Testi, 14.11.2005
[46] “Meçhul Kahramanlar", Kırık Testi, 18.04.2005
[47] “Biri Mübalağa Diğeri İftira!..", Kırık Testi, 11.07.2005; ayrıca bakınız “Üstünlük Tutkusu ve Cemaat Enaniyeti", Kırık Testi, 26.12.2005
[48] “Öz Güven ve Mehdîlik İddiası", Kırık Testi, 14.01.2008
[49] “Vefat Sonrası Sevk ve İdare", Kırık Testi, 11.05.2003
[50] “Bir Dertli Gönül Arıyorum", Zaman’da Nuriye Akman’la röportaj, 28.12.2003
[51] “Şeyh Olduğuma İnanmadım", Sabah’ta Nuriye Akman’la röportaj, 30.01.1995
[52] “Ne Kibir Ne de Zillet, Mahviyet ve İzzet", Bamteli, 27.06.2011
[53] “Hangi Parti?...", Kırık Testi, 29.10.2002
[54] Takipçilerinin Fethullah Gülen’i nasıl gördüğüne dair bakınız: "Fethullah Gülen Hocaefendi Hakkında", Suat Yıldırım; "M. Fethullah Gülen ve Misyonuna Genel Bir Bakış", M. Enes Ergene; "Fethullah Gülen ve Hocaefendi okumaları -1", Ahmet Kurucan, Zaman, 20.01.2012; "Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Ders ve Tedris Metodu (1)", Ergün Çapan, Yeni Ümit; "Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Bilinmeyen Bir Yönü: Ders ve Tedris Metodu (2)", Ergün Çapan, Yeni Ümit
- tarihinde hazırlandı.